Kariyerinizi Çöpe Atma Rehberi #5: İ.S. 1

Kariyerinizi Çöpe Atma Rehberi #5: İ.S. 1

Önceki bölümde garip bir istifa macerasını noktaladıktan sonra nihayet ortada kalmıştım. İstifadan Sonra (İ.S.) yeni hayat başlıyordu...

 

İlk Gün

Olan biteni etrafa duyururken, çoğu tepkiyi tahmin etmek zor değil:

Anne: "Oğlum, kafayı mı yedin, ne yapacaksın? Ah, bunu ilk sen gönderdin Amerikalara Süleyman, sonra çocuk böyle oldu."

Baba: "Benim adım Süleyman değil, bu çocuk da benim değil. Napıyorsunuz kardeşim kaç senedir evimde?"

Hanım: "Yürü be koçum". (Benim sürekli "çok yakışmış hayatım" demem gibi, kız da kariyerimle ilgili her konuda otomatiğe bağladı)

Dostlar: "İyi yapmışsın iyi. Onu bırak da nolacak bu memleketin hali?"

Trump: "So another Muslim illegal immigrant is taking our jobs to somewhere. Probably to China. China China China. Hugely sad!"

***

Benzer kariyerlere sahip arkadaşların tepkileriyse şaşırtıcıydı:

-"İşi bıraktım arkadaşlar"

-"Hayırlısı. Biraz kafa dinlersin"


Bu noktada bekledikleri cevap:

-"Güzel olurdu ama yakında yenisi başlar."


Devam sorusu bellidir:

-"Ne ayarladın ki?"


Bekledikleri cevaplar:

  1. "Dubai'ye, mülakatı ayarladım".

  2. "Biraz bizimkilere yardımcı olmam lazım"

  3. "Bilmem bakıyorum, var mı tanıdığın birileri?"


Bu parametrelerin dışına çıktığınız an huzursuzluk başlıyor. Ben işi değil de kariyeri bıraktığım için, hem de gayet "alternatif" bir alternatif uğruna, diyalog daha baştan şarampole yuvarlandı:

- "İşi bıraktım arkadaşlar!"

- "Aaa süper, tam da yapmak istediğim şey. Ne yapacaksın?"

- "Bundan sonra başka biri olacağım."

- "Sen mühendis adamsın, başka ne iş bilirsin ki?"

- "Ama öğreneceğim... Kumarbazlığı, itliği, hergeliliği öğreneceğim"

- (panik başlar) "Yaa yeme bizi hocam, sen ayarlamışsındır bir şeyler.”

- “Ayarlamadım işte, bir bıraktım, pir bıraktım.”

- “Vallaha mı? Oğlum deli misin, n’olacak onca iş tecrübene? Bizim patrona sorayım, sana bir şeyler ayarlasın."

- “İstemez.”

- “Yan cebine koyayım mı?”

Belirsizlik o kadar rahatsız edici bir duygu ki, bırak kendilerini, başkasının bile bu durumda olmasından rahatsız oluyor insanlar. Belki, öyle de yaşanabileceğini kabul ederlerse, kendi seçimleri daha bir lüzumsuz gözükecek.

Fakat bu analizi çok da ciddiye almak istemiyorum. Çünkü benim durumumdaki biri de etrafındakileri korkak olarak görmeye fazla meyilli olacak, kendini Matrix'ten uyanmış Neo gibi hissetmek isteyecek. Kısacası bu muhabbette iki tarafın da psikolojik çıkarı ters yönde. 

Sanırım büyük bir karar ertesinde, insan kendi sesi dahil pek kimseninkine kulak vermemeli. Bir "tavsiye diyeti"ne girmeli. Eşek yükü paraya plazma TV almış birinin, onu sürekli arkadaşlarına gösterip, "aa süpermiş, iyi de fiyata almışsın" demelerini beklemesine benzer bir durum var: “Aa süper yapmışsın işi bırakmakla, ekonomik açıdan da iyi karar”. Bunu duymak istiyoruz, başka bir şey değil. 


 

İlk Hafta

Email kutum bomboştu! 

Yıllar boyunca her gün yüzlerce email aldıktan ve tatil günleri dahi bunları okuduktan sonra emailin boş olduğunu görmek, bir Cumartesi akşamı İstiklal’e çıkıp kimsenin olmadığını görmeye eş bir his. Rahatlamadan ziyade "bir şeyler yanlış, bad trip oldu sanırım, bir daha o şerefsizden mal almayacağım" hissi. Hayatındaki sabitlerden biri, bir gece ansızın gitmiş.

Bunun şokuyla, tam Pavlov’un köpeği gibi, işle alakalı tüm sitelere gidip şifrelerimi denedim. Tabii ki çalışmıyorlar. Her başarısızlıkta daha da şaşırıyorum, bir yandan da kendi aptallığıma gülüyorum. 

Bugün ne toplantılarım vardı acaba?

Artık kimsenin bana ihtiyacı yok, buna alışmam lazım. Dünya bensiz de aynı hızla dönüyor işte.

(Flashback: Bir Amerikan şirketi, federal hükümet için proje yapıyorsa, o projedeki mühendisten tut çaycısına kadar herkesin "clearance"ı olması lazım, yani "bu adam temizdir" raporu. Tabii baba tarafından soyu Mete Han'a giden Türkoğlutürk biri olarak, bu projelerden uzak tutuluyordum. Ama IT bölümüne girmek için bir clearance gerekmiyor. Orası zaten BM gibi, her milletten insan oluyor. Ve IT çalışanı olarak, o projelerin her türlü verisine erişimimiz vardı, arka taraftaki veritabanları üzerinden. CIA'den gelen proje emailini okuyabiliyordum mesela. Para eder birşey yoktu ne yazık ki, varsa yoksa Türkiye'yi bölmek, Erdoğan'ı durdurmak. Şimdiyse şirketin dandik takvim uygulamasına bile ulaşamıyordum. Kör olmuş bir "Big Brother" gibiydim.)

"Inbox Zero"

İmkansıza yakın bir hedef


Emaillerimle geçirmediğim zamanı ailemle geçirmeye başladım. 18 yaşından beri yemek, çamaşır, bulaşık, fatura, iş, vergi gibi işlerle kendi uğraşan biri olarak, ana evinde geçen birkaç gün tüm o disiplini yıktı. Yere attığım kıyafetlerin mucivezi biçim temizlenip ütülenmeleri, her öğün yoktan beliren yemekler...Sanki bu evde fizik kanunları işlemiyordu.

Öğünler arasında girdiğim şeker komasında, suçluluk hissiyle kendime tekrarlıyordum: "Unutma Sezar, bunlar geçici, sen de bir ölümlüsün ve bulaşıklar kendi kendilerini yıkamazlar". 

Tabii annem sayesinde fizik kanunları işlemese de, babam sağolsun doğa kanunları yerli yerindeydi. Yuvadan uçan bir erkek kuş, yıllar sonra geri dönerse, o yuva herkesi kaldırmıyor:

-"Hey adamım, bu ev iki erkek için fazla küçük, tamam mı?"

-"Noluyo baba ya, saat sabahın 6'sı."

-"Fark etmez. Sabahın 7'sinde de fazla küçük olmaya devam edecek, birimizin gitmesi gerekiyor!"

"E sen git, ne zamandır buradasın. Bak ihtiyar Eskimolara, zamanı gelince bir sala binip denize açılırlarmış" demedim tabii. Haklıydı adam. Bana yeni bir yer lazım.


 

İlk Ay

Kendimi doğanın içindeki bir köye atmadım, ucuz ve yaşanılabilir bir şehre gittim (Koordinatları vermiyorum, Interpolun "aşırı sıkılırsak aranacaklar" listesindeyim).

O ana kadar epeydir seyyar olduğum için kalıcı adres diye bir şey yoktu. Değişik şehirlerdeki bazı evlerde kıyafet dolu ufak çantalarım duruyordu. Fakat bu yeni yere bir desktop bilgisayar götürünce otomatikman orası evim oldu. 

"Motherland, motherboard'un olduğu yerdir" --Machine Manifesto, v2.01


Normalde günü 8 saat uyku, 8 saat iş, 8 saat de iş emailleri şeklinde ayırırken, şimdi günü 8 saat içki, 8 saat Europa Universalis'le Avrupa tarihini baştan yazma, 8 saat de Netflix eşliğinde bir kova dondurma bitirme şeklinde ayırmak işten bile değildi. Nice yiğitler bu yolda helak olmuşlardır. Neyse ki hatun zamanında müdahale edip durumu kurtardı. Nihayetinde hiçbir kadın, yorgun argın işten eve geldiğinde, daha yeni uyanmış ve TV başında pizza yiyen bir erkek görmeyi istemez.

Nasıl ki maddenin doğal hali düşük enerjiye geçmek (entropi artışı), nasıl ki ancak sisteme dışardan enerji girince (Güneş) bir şeyler kuruluyor (hayat, insan, medeniyet, bu yazı dizisi), aynı şekilde çoğu erkeğin doğal hali hayatındaki düzensizliğin sürekli artması. Kadınlar da Güneş gibiler, dışardan sisteme giren enerji gibiler.

Bizimkisi beni şöyle bir hileyle yontmaya çalıştı: Madem iradem, gecenin davetkarlığı kadar kuvvetli olmayacak, kendimi "hacklemek" için basit kurallar gerekliydi. Mesela, her sabah sanki bir işim varmış gibi bir çanta hazırlayıp, beraber evden çıkmak. Alt tarafı bir kafeye veya kütüphaneye gidip projelerimle uğraşacağım, evden de yapabilirdim bunları. Ama bu ritüel sayesinde, iradem denklemden çıkarılmış oldu.

Kendinizi yenecek kadar kuvvetli değilseniz, kendinizi kandıracak kadar zeki olun.

 

İlk Sene

Etrafımdaki entropiye iyice hakim olduktan sonra, yapmak istediklerimi üç gruba ayırdım:

  1. Uzun dönem hedeflerime yardımcı olacaklar (kitap araştırması, seyahat planlaması, vb)

  2. O hedeflerle alakası olmayan ama bana birşey katacaklar (dil öğrenmek, spor yapmak, vb)

  3. Kumarbazlık, itlik, hergelelik (arkadaşlarla buluşup laflamak)


Bunlar benim diyetim ve dengeli beslenmem gerekli. Onlara belli yüzdeler atadım, zamanımı o yüzdelere göre harcayacaktım. Tabii gerçek yüzdeleri hatırlamıyorum, çünkü bunun hesabını tutan delilerden biri değilim (kişisel gelişimin de fazlası zarar). Ama gayet güzel bir fikirdi. Zaten eyleme dönüşmeyen fikirler bazında değerlendirirsek, kendimi çok başarılı buluyorum.

İlginç bir şekilde, iş hayatımda olduğumdan daha disiplinli, daha üretken bir hale gelmiştim. Bırak hatunla beraber evden çıkmayı, ondan önce uyanıp spor yapıyor, duştayken eski aşkım The History of Rome'u dinliyordum yeniden.

Kalan "iş günüm" zaman bolluğunun altında ezilmesin diye, ona ufaktan bir iskelet kazandırdım: Şu saatte dil kursu, şu saatte ingilizce öğretmenliği, boks antrenmanı, banka soygunu, simya... Tüm günü doldurmaktansa, iskeletin omurlarının arasını verimli biçimde doldurmak çok daha kolaydı.

Bunları, herkes için üretkenliği ve tatmini arttıracak bir formül olarak sunmuyorum. Kimisinin işi, zaten kendi uydurabileceği herhangi bir sistemden daha üretken, daha manalı. Bunun için illa kansere çare arayan genetikçi olmanıza da gerek yok; atıyorum fırın açmışsın, şehirdeki en güzel ekmeği yapmaya çalışıyorsun ("genetikçi olmadı, fırıncı oldu, o da olumlu").

Ben bunları beceremediğim için sisteme reset atıp alternatif bir yola saptım. Bu virajlı yolun sonundaki düzlükte de asıl hedefim duruyordu...


 

Sen de Yaz Yaz Yaz

Aslında yazmak bir hedef değil, yolun kendisi. Eğer hayalinizde, günün birinde bir dağ evine kapanıp, günde 20 saat çalışarak hayatınızın romanını yazmak varsa, o hayali unutun.

Zaten o bir hayal değil, bir film karakteri. "Acı çeken deha", pazarlaması kolay bir tip olduğundan meşhur. Gerçek hayattaki başarılı yazarlarınsa paylaştığı tek "olağanüstü" özellik, her gün yazmaları. Dehalar gerçekten seyrekler ve her zaman da daha iyi değiller.

Kariyerimi de bunun bilinciyle bırakmıştım, yani sadece boş zamanında hobi olarak yazdığı için o kritik eşiği geçemeyen sıradan bir trajedi olmamak için.

Zaman, iyi olmanın garantisi değil (iyi olmak da başarılı olmanın). Ama "belki biraz daha çabalasaydım, kim bilir..." pişmanlığı, "enayi gibi güzelim işimi bıraktım, şimdi tezek karıyorum" pişmanlığından daha korkunçtu benim için. Başarısız olma ihtimalim yüksek olmasına rağmen, bu pişmanlığı yaşamaktan korktum. 

İlham Endüstrisi

Şimdi çok önemli bir şey söyleyeceğim, belki de vereceğim en önemli tavsiye olacak: Babanızı Eskimolar gibi bir sala koyup denize salmayın!

İkinci önemli tavsiyem: Farkında olmadığınız riskleri almak cesaret değil aptallıktır.

Ben risklerin farkındaydım, yani başarı şansımın ne kadar düşük olduğunu bilerek bu yeni kariyere yöneldim. Ne yazık ki kişisel gelişim hikayelerinin çoğunun vardığı nokta, "eğer gerçekten inanırsanız başarırsınız"dır. (Yahut New Age versiyonu: Evren size gerçekten istediklerinizi verecektir, Alpha Centauri'ye doğru domalın ve chakralarınızı açın.)

Üzgünüm, evren hiçbirimize bir şey borçlu değil. Her başarılı insan, kendisine mikrofon uzatıldığında "sonuna kadar inandığını" söyleyebilir ama her başarısızlık hikayesi de inançlı insanlarla dolu. Çocukluğunda astronot olmak isteyenlerin kaçı astronot acaba?

Survivorship Bias olarak bilinen bu bilişsel hatayı iyice görmek için bir de tersten sorayım: Muhasebecilerin kaçı çocukluğunda muhasebeci olmayı hayal ettiler? 

Başarısızlık hikayeleri, başarı hikayelerinden çok daha bol. Sadece, onları yayınlayan birileri yok.

The-Secret.jpg

"The Secret… Bullshit"

İnsanın hayalindeki işi yapabileceği fikri, epey modern bir kavram aslında. Önceleri kimse işinden mutluluk beklemiyordu, sadece güvence ve karın tokluğu bekliyordu. Tıpkı evlilikten de mükemmel bir uyum yerine, aynı temel şeyleri, yani güvence ve karın tokluğu beklemeleri gibi. Biz 20.yy'da inandık, hayattan ideal eşi ve işi beklemenin makul olduğuna. 21.yy'da da her şeyden maksimum başarıyı beklemenin makul olduğuna inanıyoruz. 

Bir final maçının son dakikasındaki penaltıyı atacak oyuncu da, onu kurtarmaya çalışacak kaleci de, aşağı yukarı aynı motivasyonla çalışmış, aynı özgüvenle oraya gelmiş, şimdi de aynı imanla kendi tanrılarına dua ediyorlar. Evren sadece birine istediğini verecek ve istatistikler kaleciden yana değil. Benim de yeteneğim, disiplinim ve inancım, kaderimde oynamalar yaratabilir elbet ama istatistikler yazarlardan yana değil.

"İlham endüstrisi"nin şarlatanları ise, hayatta almayacakları riskleri başkalarından bekleyip, üstüne bu şahane tavsiyeler için para istiyorlar. 

(Gattaca, NASA içinde yapılan bir ankette, yakın zamanda gerçekleşmesi en olası bilimkurgu seçilmişti. Bilim tarafını seviyorum ama kalan kısmı biraz sakat: Ethan Hawke’ın oynadığı esas oğlan, kendisinden her bakımdan daha üstün olan kardeşini yüzmede nasıl yendiğini anlatırken, "dönüş yolu için enerji bırakmamıştım" diyor. Ethan Hawke gibi risk hesabı yapmayın. Gattaca 100 kere çekilse 99'unda boğulurdu. Verilmiş sadakası varmış, haberi yok.)

Gattaca

Jude Law'un, sakat olsa bile, tüm erkeklerin %99'undan daha çekici olacağı hakkında bir film

Bu açılardan bakınca, seçimim eskisi kadar dramatik gözükmüyor, ilham endüstrisinin istediği seksi ölçülere girmiyor. Olsun. Bu "sıkıcı" haliyle de olsa, ilk sene sonunda seyahat planları bitmiş, aksiyon safhasına geçilmişti. Günlük rutinimi, yeni dostlarımı, güzel şarapları, temiz içme sularını bırakıp, tekrar yollara düştüm.

İstikamet: Japonya'nın köyleri, Endonezyanın ormanları, Nepal'in dağları... Yazacaklarımı oralardan da yazabilirdim. Zaten maymunlar, daktilo ve Shakespeare hakkındaki meşhur lafı biliyorsunuzdur.

(Devamı: #6: "Wanderlust")


Kariyerinizi Çöpe Atma Rehberi #6: "Wanderlust"

Kariyerinizi Çöpe Atma Rehberi #6: "Wanderlust"

Kariyerinizi Çöpe Atma Rehberi #4: İstifa Macerası

Kariyerinizi Çöpe Atma Rehberi #4: İstifa Macerası