Kariyerinizi Çöpe Atma Rehberi #4: İstifa Macerası
Önceki bölümde, kariyeri çöpe attıktan sonra hayatımızla yapılabilecekleri düşünürken, epey zamansız bir istifa talebiyle finansal hesapları altüst etmiştik.
Aşağıdaki podcast bölümünün ikinci yarısı bu yazının içeriğine denk geliyor…
Gayet Dünyevi
Şu istifa işinin arkasını biraz doldurayım, çünkü konu bir "rahat batması" kadar basit değil. İlk bölümden beri birkaç ayrı şeyden paralel olarak bahsediyorum:
"Rahat" ile tanışmadan önce bile duyulan bir arayış (her limana yalandan demir atmak)
Aynı anda hem rahatın batması, hem de rahata batmak (ego tuzakları)
Ve başkaları gibi bir denge tutturamamadığım için, çalışma şartlarının dışardan göründüğü kadar "rahat" olmaması (kaliteli boş zaman eksikliği ve sağlıksızlık).
İstifa talebimin ardında bunların hepsi vardı. En dünyevi olanını, yani çalışma şartlarını biraz açarak başlayalım.
***
ABD'de İşler Nasıl
ABD'deki sistem, işinle alakasız şeylere kafanı yormanı önlüyor. "Ne kadar ölücülük yapacaklar, dolar kuru fazla oynamadan şu iş bitecek mi, sattıktan sonra parayı ödeyecekler mi, müdüre para yedirmemiz gerekiyor mu, anlaşmayı imzalamadan önceki gün genel müdürü içeri alacaklar mı" gibi şeylerle uğraşmıyorsun. Şeytani CEO'lar dışında kimsenin bunlarla uğraşmaması lazım.
Benimse Rusya'daki dolar kuruyla, Doğu Avrupa'daki ölücükle, Yunanistan'daki rüşvetle, Ortadoğu'daki ödemelerle ve Türkiye'de hepsi + siyasi polis operasyonlarıyla kafamı yormam gerekmişti. Danışman mıyım, adalet bakanı mıyım belli değil.
***
Buna ek olarak, ABD iş kültürüne şeffaflık ve meritokrasi hakim olduğu için (insan doğasının izin verdiği ölçüde tabii), insanlar bildiklerini kolayca paylaşıyor. Ofis politikası gütmeden, kimseyi yalamadan, istediğin rasyonel olduğu sürece olumlu cevap alıyorsun.
Buna üniversitedeyken alışmıştım. Profesörlerimin her biri 2-3 şirket kurmuş, alanlarına öncülük etmiş insanlardı. Ve ben bir hiç olarak, bunların ofisine gidip onları sorularımla rehin alabiliyordum.
Aya ayak basanların yahut Internet'in mimarisini tasarlayan insanların, seni en azından bir süreliğine adam yerine koyması müthiş bir şey. Bu alışkanlık, yıllar sonra iş dünyasında yönetici olanların, bir sonraki nesle karşı davranışını olumlu yönde etkiliyor. Bu kültür farkını, biraz abartarak da olsa, şöyle özetleyebilirim:
ABD'de, yeni yetme bir mühendis olarak yöneticimin fikrini eleştirebilirim, konuya odaklı kaldığım sürece sorun yok.
İngilizlerde de aşağı yukarı böyle ama "konuya odaklı kaldığım sürece" kısmını "aşırı kibar olduğum sürece" ile değiştirirsek.
Güney Avrupalılarla yapılan her toplantıda, her konuda bir fikir ayrılığı oluyor, her biri bağırış çağırışla tartışılıyor ama sinirler çabuk yatışıyor (Bu toplantılara katılan Amerikalıların şaşkınlıkları çok eğlenceliydi).
Türkiye'deki toplantılarda ise daha ağır bir hava hakim. Bir fikir ayrılığının uzun uzun konuşulduğunu nadir gördüm, hele en modern kurumların dışındaki yerlerde. ABD'ye kıyasla ast-üst ilişkisi daha belirgin, Avrupa’ya kıyasla da iş güvencesi daha az olduğundan, millet olayın kişiselleşmesinden korkuyor.
Yine de Japonlara ve Güneydoğu Asya'lılara yaklaşmamız sözkonusu değil. Oralarda "hayır" kelimesini kullanmak anayasaya aykırı olduğu için rasyonel bir toplantı yapmak imkansız. Mars'a dükkan açalım desen, kimse seni bozmayacak.
***
Üçüncü bir fark, olgunlaşmış piyasalarda etrafında bir ekip olması. Bayi belli, sigorta belli, destek belli. Hele ABD'de isen, en iyi mühendislerden destek alabiliyorsun. Sonuçta ne kadar outsourcing de yapsalar, ileri ar-ge ABD içinde kalıyor.
Gelişmekte olan piyasalardaysa, etrafında sana adanmış bir destek ekibi olmadığından, her iş ayrı bir macera. İşviçre çakısı gibi olman lazım. Ben aynı gün içinde bodrum katına 50 kiloluk sunucu taşıyıp (hamal), kurulumunu yapıp (müyendiz), hataları giderip (teknik destek), sonuçları değerlendirip (danışman), günün sonunda siyah boğazlı kazağımı giyerek yönetime sunum yapıyordum (Steve Jobs).
(Sınıf ayrımının katı biçimde uygulandığı bir trende geçen Snowpiercer isimli bilimkurguda, kötü adam Ed Harris'in kahramanımıza bir lafı vardı: "Bu trenin tüm vagonlarını baştan sona gören ilk kişi sensin, onun sahibi olmama rağmen ben bile görmedim". Eminim bu yöneticiler de, benim yaptığım gibi o şirketin bodrumundan terasına kadarki her katını görmemişlerdir)
***
Sertifika Değil, İngilizce
Bu koşturmaca uzmanlaşmayı da zorlaştırıyor. Sürekli yangın söndürürken, geleceğe yatırım yapmak imkansız. Zaten yorgun argın eve gelmişsin, günün belki 4 saatini kendine ve varsa ailene ayırabiliyorsun, bir de bilmemne sertifikası için mi çalıcaksın?
Fakat eğer derdiniz, herkesi iki tarafından yakılmış bir mum gibi çabucak tüketen bu düzenden, kariyerini çöpe atmadan çıkmak ise, basit bir tavsiyem var: Bir teknik sertifika daha almadan önce, topluluk önünde İngilizce konuşmasını öğrenin.
Benden teknik olarak daha kalifiye insanlar, benim yaptığım işi nasıl yapabileceklerini sorduklarında aklıma gelen tek şey buydu: Karşındaki topluluğa göre mesajını ayarlayarak iletişim kurabiliyor musun?
***
İngilizcesi iyi olanlar bile, ufak bir grup içinde, hele hele büyük bir grup önünde konuşamadıklarından, gereken sıçramayı yapamıyorlar. Halbuki bu öğrenilebilen bir yetenek, kimse annesinin karnından bunu bilerek çıkmıyor zaten.
Derdini müşteriye, yöneticine veya takım arkadaşına anlatamazsan, hem uygun iş çeşidi azalıyor hem de o işlerde karşılacağın rekabet artıyor. İşsizlik had safhadayken, ortalık üniversite mezunu kaynıyorken, bizim aylarca uygun eleman bulamamızın ana nedeni buydu.
Daha da bariz olsun diye bir itirafta bulunayım: Oldukça teknik ve revaçta olan, "cutting-edge" denilecek bir alanda, uluslararası kuruluşların krem tabakasına hizmet veriyordum ve tek bir sertifikam bile yoktu. Hiç olmadı. Paraşütle atlama sertifikam var sanırım ama onu da kaybettim. Bu halimle, Cisco über-nerd sertifikalı insanlara, işlerini nasıl yapmaları gerektiğini söyleyerek geçim sağlıyordum.
Madalyonun Öteki Yüzü
Peki ABD'den ayrıldıktan sonraki kariyerimin hiç mi sevmediğim bir yanı olmadı? Oldu tabii. İki noktadan bahsedeyim:
İlki genel olarak danışmanlık gibi işlerle alakalı. Bunun biraz antropolojik bir yönü var. Birçok değişik hayat yaşıyor, sanki her hafta başka birinin kılığına giriyorsun. Müşterilerinin servisleriyle işe geliyor, yaka kartlarını takıyor, masalarına oturuyor, öğle tatillerine birlikte çıkıyor, toplantı odalarında osurup suçu onlara atıyorsun. İş çıkışı veya bazen haftasonları beraber takılıyorsun.
Başta biraz direnç olsa da yeterince alçakgönüllü olur, Amerikan kovboyu gibi davranmazsan, insanlar sana açılıyorlar. Neredeyse uçakta veya trende yanına oturan birine açılmak gibi bu: O kısa zaman zarfında en yakınında bu insan var ve onunla bir daha görüşmeyeceksin. "Rezil olurum" kaygısı gütmeden, anlat anlatabildiğini.
Ben de bu şekilde birçok alternatif hayat tattım. Bugün yaptığım gönüllülük seyahatlerinin temelinde de bu var aslında.
***
Diğer bir artı ise, gelişmekte olan piyasalarla alakalı. İnsanlar buraların çilelerine katlanıyorlar, çünkü büyüme potansiyeli büyük. Bir sene içinde 10-20 kişilik bir takım kurup, kariyer basamaklarını çifter çifter çıkmak olası. Bunu olgunlaşmış bir piyasada yapamazsın.
Bakir piyasalarda çılgınlar gibi satarak, komisyon yoluyla iyi kazanmak mümkün. İşler yolundayken takımdakiler aylık 10-15 bin dolar kazanıyordu. Kendi işini yapmayanlar için büyük bir rakam. Amerikalılar için bile büyük bir rakam: Bırak maaşı, ülkenin yarısından fazlasının banka hesabında o kadar nakit yok.
Ama hemen gaza gelmeyin, bu fazla sürmüyor. Satışları %100 arttırdığın bu başarılı sene sonunda kısa bir kutlama yapılır, sırtın sıvazlanır, sonra sana bir sonraki senenin kotasını, yani yeni normali dayarlar. Ne tesadüf ki, o da %100 artmıştır. Geçen seneki kadar satabilsen bile o komisyonun yarısını alacaksın. Halbuki o kadarını bile başarman şüpheli, çünkü piyasa doydu. Artık alıştığın gelirin maliyeti, iki kat fazla stres.
İngilizce'de bu durumu anlatan güzel bir deyim var: "Victim of your own success". Kendi başarının kurbanı olmak.
Blöf
Sözde geçici olan bu tempo hiçbir zaman azalmadı. Sonuçta her satış başına, belli bir miktar destek de ayırmalısın. Tıpkı her sattığın otel odası başına, belli sayıda tuvalet, yemek masası, park yeri, vs inşa etmiş olman gibi. Bu yatırım olmayınca, uzun vadede çıkacak sorunların yükü sahadaki çalışana biner.
Bir blöf olan istifa isteğimin arkasında, sadece başlarda bahsettiğim soyut nedenler değil, bu somut gerekçeler de vardı işte. Planım, şirketin bunlara bakıp beni haklı bulması ve anlaşmalı olarak ayrılmasıydı. "Sorun sende değil bizde" diyeceklerdi ve el sıkışacaktık.
Fakat bir Monty Python skecindeymişçesine, blöfüm fazla başarılı oldu ve şirket beni salmak yerine, müdürlük teklif etti. Altımda 15-20 kişi, cebimde daha güzel bir kartvizit. Temel sorunların hiçbiri düzelmeyecekti ama kariyerimin ambalajı iyice parlak olacaktı.
Bu gerçek bir testti. “Davamı” satacak mıydım? Hani istediklerimi yapmak için milyon dolarlara ihtiyacım yoktu? İnsanın iş değişimi yüzünden kazancının düşmesi başka şey, benim yaptığım şey, yani teklif edilen binlerce dolardan SIFIR dolara çakılması başka. (Sıfır diyorum, sonuçta Türkçe yazarlık, muhtemelen gönüllülük kadar para getirecekti,).
Reddettim.
Eğer çelik gibi sinirlere ve disipline sahip olsaydım, "sık dişini 3 sene daha, keşiş gibi yaşayarak maksimum para biriktir, bu fedakarlığın ilerde belki 10 sene seni finanse edecek" diye hesap yapardım. Ama herkes bunu yapamaz, ben de kendime inanmadım. Körfez ülkelerinde çokça gördüğüm o AVM yaratıklarından birine dönüşüp orada kalmaktan korktum. Lüzumsuz bir pazar brunch'ında, benim gibi bir expat hatunla tanışıp çoluk çocuğa karışmaktan, sonra iş arkadaşlarım gibi, o çocuklar için yıllık 25-30 bin dolar okul masrafı yapmaktan ve oraya kalıcı bir demir atmaktan korktum.
Ve korkudan aldığım bu kararımı, müthiş bir karakter gösterisiymiş gibi, herkesin önünde gururla bildirmeye fırsatım olmayacaktı. Zira bu müdürlük teklifini düşünürken, şirketin satılma dedikoduları gerçeğe dönmüştü.
***
Alım sonrası bir şirketin kısmen içini boşaltarak, kısa vadede kağıt üstündeki kar marjlarını yükseltmek ve başka bir alıcıya kakalamak epey yaygın bir taktik. Kalıcı bir değer yaratmadan, hatta yaratılmış değerleri eriterek, yüzmilyonlarca dolar kar etmenin yolu bu. Bunu akıl edenlerin motivasyonunu korumak için, kovulmadan yeni şirkete geçebilenlere büyük bir bonus verileceği açıklandı.
İnsanlara ufacık da olsa bir umut verdin mi, kendi şanslarını gerçekte olduğundan epey fazla görüyorlar. Kimse üç ay daha dişini sıkmadı diye, büyük bir hediye kutusunu kaçırma ihtimaline dayanamıyor ve it gibi çalışıyor. Halbuki çoğu, buna hak kazanamadan kovulacaktı. Ben dahil.
Zira daha yeni müdürlük teklif etmiş olan şirket, biraz kem küm ettiğimi görünce, beni kötü performans gösterdiğim için mercek altına aldığını açıkladı. Bu mercek gayet sıkıntılı bir süreç aslında. Şirketler, işten çıkarılma davalarının riskini azaltmak için, kovacaklarını bu sürece sokarlar, herşey dokümante edilir. Dolayısıyla dedikleri şu: "O bonusu sana yedirmeyeceğiz, seni başkan yaptırmayacağız, bu işkenceyi çekmenin manası yok, uzatmadan istifa et".
Aslında başladığım yere geri dönmüştüm ama bu psikolojik olarak tam bir yenilgiydi. Sadece kaçacak tazminatı değil, kaçacak bonusu da düşünüp kafayı yemek işten değil.
Bu saçmalık da uzun sürmedi neyse ki. Şansına bu muhabbetler esnasında ufak bazı usulsüzlükler oluştu şirket aleyhine. Bunların farkında olmamama rağmen, şirket farkında olduğumu sandı ve istifa isteğini geri çekti.
Ertesi günlerde, olanların detayını bilmediğimi sanan bölge müdürü, bir lamba cini gibi yanımda bitivermiş, beni çok sevdiği ve haklı bulduğu için, tammmamen iyi niyetinden kaynaklı bir tazminat teklifiyle geldiğini açıklamıştı. Kısacası hepimiz ayrı salaktık. Bu tiyatroyu oynadık birbirimizin gururunu incitmeden, ve sonunda makul bir tazminatla ayrıldım, kovulmadan savuşturuldum.
Jübile
Belki de işin en saçma tarafı şuydu: Anlaşmayı noktaladığımız gün, epey önceden ayarlanmış bir iş organizasyonu için ABD bileti geldi şirket kuryesinden. Otel rezervasyonunu iptal etmişlerdi ama uçak bileti iadesiz olduğundan, çaresiz beni gönderdiler.
Olgunlaşması yıllar sürmüş hisler, planlar ve hesaplar kafamda dolanırken, sadece bir iki hafta içinde yaşadığım dönemeçler sonunda, resmen işsiz kalmıştım. Ve kulübüm bana, istemeden de olsa, bir jübile düzenlemişti. (Tabii bölge şefim, bu yolculuğun da kendi kıyaklarından biri olduğunu iddia etmekte gecikmedi.)
Eski hayatıma böyle muhteşem bir şekilde veda edip döndükten sonra, hiç vakit kaybetmeden istifa sonrası (İ.S.) hayatımı kurmak istiyordum. Fakat bu hayatın, pek de "kurulacak" bir yanı olmadığını öğrenecektim...
(Devamı: #5: İ.S. 1)