Kariyerinizi Çöpe Atma Rehberi #3: Para Para Para
Önceki bölümde...
Kate, adanın yakışıklı çocuğu Sawyer'a göz kırpmış, Walter White Junior yine her şeyden habersiz biçimde kahvaltı etmişti. Biz ise piramidi tırmandıkça değişik tuzaklarla karşılaşıyorduk:
Güvence arayışı ve açgözlülük
Rahata batmak ve aşırı tüketim
Statü bağımlılığı ve egonun kendini vazgeçilmez görmesi
En sonunda da, çocuklarımızı bahane ederek hayatımızı sorgulamayı bırakmak
Aşağıdaki podcast bölümünün ilk yarısı bu yazının içeriğine denk geliyor…
Hayal Tacirliği
Somuttan soyuta giden bu zincirin herhangi bir halkasındayken duyduğumuz farklı farklı tatminsizlikleri, üç Nobele yetecek kadar analojiyle anlatmaya çalıştım, şimdi açıkça tekrarlayayım:
Herkes için doğru olan tek bir yol yok.
Çoğunluk için hayat, maddi ve gündelik bir mücadele olarak başlayacak ve öyle bitecek. Bu düzen içinde bir anlam bulmalı insanlar. Onlara "niye bu kadar materyalistsin?", "niye statüye önem veriyorsun?", "niye çocuğunun illa özel okulda okuması lazım?" demenin alemi yok. Tepeye tırmanmak zorundalar.
Kişisel gelişim endüstrisinin çoğundan, bu hayal tacirliği nedeniyle nefret ediyorum. İnsanları yanlış yönlendirmekle kalmıyorlar, yanlış insanları yanlış yönlendiriyorlar. Riskte olan birçok gencin “hayallerimin peşinden gideceğim” deme lüksü yok. İşlerini kaybedip, saçma yerlere sürüklendiklerinde belki aç kalmamayı başaracaklar, ama çocuklarına nasıl bir gelecek verecekler, çocukları olmasa bile kim bakacak ana babalarına? Hayatta size bağlı olan birçok insan var ve ilerde daha fazlası olacak; öyle basıp gitmek sadece sizi ilgilendiren bir karar değil.
***
Ama daha önemlisi, hayatının çoğu maddi mücadeleyle değil de felsefi sorgulamayla geçenlerin de illa varması gereken bir zirve yok. Varsa da ben bilmiyorum. Bu dizinin "tüm bu yollardan geçip doğruyu buldum ve şimdi size Facebook profilinize koyabileceğiniz bir formatta sunacağım" şeklinde bitmeyeceğini söylemiştim. Nasıl biteceğini ise hala bilmiyorum, materyalist senaristlerim alacaklarını bahane edip kaçtılar.
1 Milyon Dolarım Olsaydı Ne Yapardım?
Şartları zor olanlar için sorunun kendisi, hayatı daha tanımamış gençler içinse cevaplar anlamsız. Yine de, biraz derine dalınca, önceliklerimizi tanımamızı sağlıyor.
"Yarısıyla gayrımenkul alır, kalanının 3/5'iyle fındık işine girerdim" gibi yatırım tavsiyelerinden bahsetmiyorum. Onları asıl soruyu cevaplamıyorlar. "Fındık işinden de 100 milyon dolar kazandın, ne yaparsın?" sorusuna erteleme yapıyorlar sadece.
"Annemi tatile çıkarırdım" gibi şirinliklerden de bahsetmiyorum. Hayatının kalanını günde 8-10 saat boyunca anneni tatile çıkararak mı geçireceksin? Bunlar bir anda piyango kazanan birinden toplumun yapmasını beklediği şeyler. Ben, kendimle başbaşayken ne yapacağımı merak ediyordum.
Bir süre düşündüm ve sonra kendimle başbaşa olmayı sıkıcı bulup, Sophie Marceau'yu davet etmek için 100 bin dolarlık dolarlık bir bütçe ayırdım (bunun yarısı, kızarkadaşıma gidecek bonservis bedeli). Şu kadın konusunu sonsuza kadar ve hesaplı biçimde halletmenin yolu, zirvede bırakıp gitmeyi bilmekten geçiyor.
Geriye kaldı 900 bin dolar. Bununla 24 saatimi nasıl dolduracağımı düşünürken, aklıma gelenler gayet rutin şeylerdi: Resmen belgesel izlemek ve podcast dinlemek ilk sırada, bu kadar klişe olunur.
Fazla fularlarımdan kurtulmak için biraz daha çabaladım: Spor yapmak, iyi yemek yapmasını öğrenmek, doğada vakit geçirmek, şu Fransızca eziyetini bir zevke dönüştürmek. Hiç yazmadığım kadar yazmak, gönüllülük yapmak, seyahat etmek, gönüllülük yaparak ve yazarak sehayat etmek? Dahiyane fikirlerin ardı arkası kesilmiyordu.
Listesini yaptığım şeylerde sabit bir tema vardı: Ağır yaşam.
"Şu yürüyüşü yapana kadar kaç tane email cevaplar, düğün davetiyesi hazırlar, çocuk yuvası araştırır, tatil rezervasyonu yapar" gibi şeyler düşünmeden ağır ağır yürüyebilmek, ağır okuyup, ağır gezebilmek. En büyük lüks, acele etmemek olmalı.
(Bilimkurgunun güzel bir yanı var, dandik hikayelerde bile bir iki güzel fikir oluyor. Epey dandik bir film olan Out of Time'ın bence en iyi sahnesi, zenginlerin şehrine gelen fakir ama gururlu kahramanımızın, herkesin ne kadar ağır yemek yediğine şaşırmasıydı. Çünkü o dünyada vakit, kelimenin tam anlamıyla nakitti.)
Özgürlüğün Muhasebesi
Listeme bakınca basit bir şey farkettim. Konumuz için bir belgesel niteliğinde olan Office Space filminden gelsin:
"Bunları yapmak için 1 milyon dolara ihtiyacın yok ki".
Peki tam olarak ne kadara ihtiyacım var?
Şu para konusuna bir el atalım, zira en müthiş felsefeler ve en baba sözler dahi, basit matematiği eğip bükemez. Zaten bir mühendis olarak illa rakam görmem, bütçe yapmam lazım. O son otel kahvaltısı üzerinden en fazla birkaç şehir ve birkaç başka otel geçmişti ki, bir müşteri toplantısı sırasında hesap kitaba dalmıştım:
ABD'de ne kadar harcıyordum? 1000 dolar kira, toplam 2000? Ama standardımı düşürebilirdim.
İstanbul'da yaşasam ne kadar harcarım? 1000 lira kira, ayda toplam 2-3 bin? Ne bileyim, konforuna bağlı.
Peki seyahat edersem? Hiçbir fikrim yok, 250 euro da olabilir 2500 euro da.
Mars? Oksijen yüzdesine bağlı.
Anlaşıldı, bu böyle olmayacak. ilk iş, bir minimum hayat standardı belirlem....
-"İmmanuel bey, siz ne düşünüyorsunuz bu proje takvimi hakkında?"
Bu bey lafına hala alışamadım. Sanırım kadın olduğum için. (Şaka şaka, şimdi yavaşça o mesaj butonunu yere bırak). Ne yazık ki Türkiye'de, "bilmemne bey"den "enseye parmak, göte şaplak" moduna geçiş en fazla 3 gün alıyor. Bozmayalım..
-"İmmanuel bey?"
-"Benim üstünde düşündüğüm en son takvim, Pirelli takvimiydi. Çok güzel şeyler düşündüm onun hakkında".
-"Efendim?"
-"Diyorum ki deveyi pireyi yakmak için, yorganı ayağımıza göre uzatmak...benim midem bozuk galiba, izninizle bir tuvalete gideyim"
(Bozuktu da hakikaten, her gün 50 bardak çay dayıyorsunuz misafirperverlik adı altında. "Teaboarding" diye bir işkence çeşidi olmalı).
***
Tuvalette hesaplara devam: Şanslıyım ki borç yok, hastalık yok, ailenin bir ihtiyacı yok. Çoğu insan daha bu noktada batıyor, hayata negatiften başlamışlar.
Ev yok, araba yok, mobilya yok. E zaten epey hafifmişim. Mücevher yok, kıyafet yok... Ulan hiçbir şeyim yokmuş benim, çıplak mıyım yoksa? O yüzden mi toplantıda sürekli “büyüme”den konuşuyoruz?
Ana giderlerim kira, yiyecek ve sigorta olacak. Son ikisi fazla değişmiyor ama ilkini azaltmak için ucuz bir şehre taşınmalı. Bu şehirden beklentilerim ne? Sophie Marceau gibi kadınlar tabii ki. (Hayır, unut onu artık, seninle sadece paran için birlikte oldu, üstelik o da hayalindeydi. Hayalinde bile seni sen olduğun için sevmiyor. Nasıl bir boyutlararası losersın sen.)
Onun dışında Internet, sıcak su, toplu taşıma, az kalabalık, zengin kültür, doğaya yakınlık. Arada sırada halka açık festivaller. Mümkünse dini sektler arası savaş olmasın. Evet paket olacaktı.
***
Bu kriterlere uyan yerlerde, lüks içermeyen ama rahat bir hayatın etiketini aylık 500-1000 dolar olarak tahmin ettim. Geleceği de düşünmek lazım, zira yaşlandıkça konfor isteği artıyor. Her sene giderleri %10 arttırdım bunun için. Belki bir çocuk? "Benim çocuğum en iyisine layık" kafasında olursam, giderlerim %500000 artacak, aksi halde %50.
Excel tablom şimdi birşeylere benzemeye başladı. Şu köşeye mutlu bir pivot table koyalım, şu kolonun da net present value'sunu aldık mııı....
-"İmmanuel bey, tuvalette işiniz daha sürecekse toplantıyı yeniden set edeyim"
-(Hay settir git ulan) "Ya kusura bakmayın, şimdi geliyorum".
Yine Karşılaştık Bay Maslow
Giderleri biraz anladık, peki gelir tablosu nasıl olacak?
Daha boş olacağı kesin. Bir birikim şart, yoksa değil kariyerinizi bırakmayı, bir iş değiştirmeyi düşünmek bile stresli. İnsan anında evrim çizelgesinde 2 milyon yıl geriye, Maslow piramidinde 7 kat dibe vurup, "yarın karnım doyacak mı?" moduna giriyor. En iyi ihtimalle "ailem halime üzülüp verem olacak mı?" endişesi var.
Bu seviyedeki sorunlar, hayata bakışınızla değil, objektif gerçeklikle ilgili sorunlar. Çözüm de TED konuşmalarında veya kitaplarda değil, banka hesaplarında saklı. Hint fakiri gibi yaşamayı göze alamayacaksanız, özgürleşeceğim diye daha da büyük bir esarete, yani temel endişelerin esaretine girmiş olursunuz.
18 yaşındayken bu tip değişimlerin riski az elbette. Hem sefalet çekebilirsiniz, hem gelecek kaygısı yok. Bir başka deyişle, cesaret ve cehaletin çarpımı, varacağı en yüksek noktada. Oysa kariyerinin ortasındaki bir insanın böyle bir rahatlığı yok. 20'sinde sefil olana toplum "maceracı" der, 40'ında sefil olana ise "ahmak".
***
Ben birikimimi sihirli bir yoldan elde etmedim. İyi maaşlı işlerde yıllarca çalıştım ve aptal gibi para harcamadım, o kadar. Bu "maaş biriktirme" ve "aptal gibi harcama" konusunu biraz açayım, yanlış anlaşılmaya müsait çünkü.
İlkin, birikim dediğim şey zenginlik değil, zira zenginlikle ilgili basit bir kural var: Kimse maaşla zengin olmaz.
Avukatlar maaşla değil ortaklıkla zengin olurlar, doktorlar özel muayeneleriyle, yöneticiler hissedarlıkla, mühendisler start-uplarla, sanatçılar prodüksiyonla, öğretmenler dersanelerle, politikacılar rüşvetle ve kalan herkes de gayrımenkul spekülasyonuyla.
Eskiden, ABD'de orta direk bir erkek, 4 kişilik ailesini geçindirir ve çocuklarını okuturken, bir yandan da ev sahibi olabiliyordu. Veya Türkiye'de emekli ikramiyesi ile mütevazi bir daire alınabiliyordu. Aradan geçen zamanda, paradoksal biçimde, çoğunluğun yaşam standardı yükselirken bu tip bir finansal özgürleşme zorlaştı. Ücret karşılığı emeğini satan biri, ancak yakasının rengini değiştirebilir.
(Bunun bir istisnası, entelcede arbitraj denen şey. Yani Dubai'de çalışıp biriktirdiğin parayla Pakistan'da zengin olabilirsin)
***
İkincisi, artan maaşın çoğu, genelde işin kendisiyle birlikte değişen hayat stilini finanse etmeye gider. Bunu sadece artan sabit giderler ile kısıtlamayın. Kastettiğim asıl şey, kaliteli boş zamanın çok ender oluşu.
Ellerimin ve kafamın işle meşgul olmadığı, bana bir şeyler katacak aktivitelere ayrılan zamandan bahsediyorum. Burada temel arz-talep mekaniği işliyor. Yani insan, giderek küçülen bu zaman diliminden maksimum fayda sağlamaya bakıyor ve bunu da bildiği tek yolla, o zaman dilimlerine büyük paralar gömerek yapıyor.
Arkadaşlarla yemeğe mi çıkacağız kırk yılın başı? O zaman en baba yerde yiyelim de zevkini çıkaralım. Kültürümüz kaldırmayabilir ama cüzdanımız kaldırıyor.
***
Çevrendeki herkes aptal gibi para harcayınca, sen de bundan etkileniyorsun. Onlar iyi bir restorana giderken, sen evde oturup Skype'la bağlanacak değilsin. Sana iyi bir doğumgünü hediyesi alanların doğumgünü gelince "ben bu işleri fazla materyalist buluyorum" diyecek değilsin.
Bir süre sonra da bu aşırılık, başlarda bahsettiğim lüks ve statü tuzağıyla elele gidiyor: "Pahalı şarap seçemeyeceksem ne diye o kadar çalışıyorum? Madem o kadar çalışıyorum, o zaman en iyi şaraba layık değil miyim?"
Halbuki o şaraptan zevk almanı sağlayacak kültürü edinmek için gereken zamanı satın alamazsın, onun bir kısayolu yok. Kültür ve zevk, zamanla edinilir, parayla tüketilirler. Çok zamanda kazanılan parayı, az zamanda harcayarak hayatı "hacklemek" ve kaliteli yaşamak mümkün değil, bu bir yanılsama.
Piyasayı Yenemezsiniz
Finansal yatırımın mantrası diversification kavramıdır, yani tüm yumurtaları aynı sepete koymamak. Benim yumurtalar da görünürde farklı sepetlerdeydiler.
Modern insan, bu sepetlerde altın yumurtalar değil sanal rakamlar biriktiriyor. Çalışma hayatımdan arda kalan her şey, bilgisayardan gerçek zamanlı izlediğim bu sayılarla ölçülüyordu. Ve günün birinde, hepsi gözümün önünde saatbaşı erimeye başladı. Ne oldu? Kimsenin önceden tahmin edemediği ama olduktan sonra herkesin uzman kesildiği piyasa krizlerinden biri daha işte.
***
Bunun psikolojik etkisi büyük oldu. Zira kariyerimi bırakma planlarım somutlaştığından beri, birikimimi dolar cinsinden değil, özgürlük cinsinden hesaplamayı alışkanlık haline getirmiştim.
Ne kadar param vardı? Kusursuz omlet yapmasını öğrenene kadar, Fransızca'yı sökene kadar, bir türlü bitiremediğim kitabımı yazana kadar, vs.
Dolayısıyla gözümün önünde azalan rakamlar, rahat ve üretken biçimde geçireceğim bu günlerin sayısıydı. Bilmemne fonu %10 düşmüş, gitti 6 aylık güzel ve üretken bir hayat.
Bu saçma sanal strese yenilip panikleyerek, kalan varlığımı düşen fiyattan satabilirdim, satmadım, birkaç haftaya da herşey eski haline döndü. O arada voliyi vuran vurdu, olan da piyasayı yenebileceğini sanan ufak yatırımcılara oldu. Yani tam zamanında alıp, tam zamanında satmaya çalışan aklıevvellere.
Wall Street'te doğup büyümüş kodamanların milyarlar kaybettiği bir dünyada, senin benim gibilerin piyasa ortalamasını yenmeye çalışmaları aptalca bir rüyadır.
***
Bu çalkalanma bana, ananemin bile bildiği bir şeyi hatırlattı: Elinle dokunabileceğin bir şeyin olsun. Daha fazla getirisi olduğu için değil, bu spekülatif stresi önleyeceğinden. En azından benim bünyem kaldırmıyor o stresi. Herkes kendi limitlerini öğrenmeli.
Arbitraj denen adaletsizlik sağolsun, gidip ucuz bir şehirden bir daire aldım. Kirası, öngördüğüm giderlerin yarısını karşılıyordu. Kalan fonların çoğunu nakte çevirip bankaya koydum. Faizi neredeyse yok ama sigortalı. Tüm sistem çökmediği sürece kafam rahat. Tüm sistem çökse de kafam rahat, zira öyle bir Mad Max dünyası olacaksa zaten yaşamak istemem. Bir litrelik çamurlu içme suyu için bir düzine adam öldürmeye üşeneceğimi tahmin ediyorum.
Artık işler az çok yolundaydı. Annem dışında kimse almasa dahi, belki iki üç kitap yazacak kadar zengindim. Tabii kıdem tazminatını alabilirsem...
Doğru Yer, Yanlış Zaman
Tüm bu hesapları, o kıdem tazminatı varsayımıyla yapıyordum. Sürekli ülke değiştirdiğimden, tam olarak hangi kanunlara göre ne kadar tazminat alacağım tam bir bilmeceydi. En iyisi bir Excel tabı daha açay...
-"İmmanuel Bey, 3 haftadır o tuvalettesiniz, şirketi sattık bitti gitti her şey."
-”Madem öyle artık senli benli konuşalım."
-"Tamam. Çık git ulan artık!"
Evet, cevap buydu, bizim şirketin satılması. Böyle bir dedikodu vardı hakikaten. Eğer resmi satış tarihine kadar kovulmamışsan, normalde yıllar sonra hak kazanacağın hisselere anında hak kazanmış oluyordun. Bu hisseler, kovulma tazminatından daha yüksekti, birikimim artacaktı. Dördüncü bir kitap? Vallahi hiç acımaz, direkt bilimkurgu yazardım.
Neyse, hayallere dalmayayım. Yapmamam gereken tek şey bir şey vardı, istifa etmek. Zira o zaman ne tazminat, ne de hisse verirler. Fakat tabii ki dedikoduların ortaya çıkışından önceki hafta tam olarak da bunu yapmıştım: "Siz kovmuyorsunuz, ben gidiyorum. Bennn Yaşar Usta, onca yıldan sonra çekip gidiyorum!" demiştim.
Bunu geri almanın bir yolu olmalıydı yoksa savaşta ateşkes imzalanmadan önce ölen o son askerin yaşadığını yaşayacaktım: Bok yoluna gitmek…
(Devamı: #4: İstifa Macerası)