Kariyerinizi Çöpe Atma Rehberi #2: Bullshit Danışmanlığı

Kariyerinizi Çöpe Atma Rehberi #2: Bullshit Danışmanlığı

Podcastte 15. dakikadan sonrası


Önceki bölümü bıraktığımızda, tası tarağı toplayıp gittiğimi sanmıstım

Bülbülü Altın Kafese Koymuşlar…

…"bunun platinyumu yok muydu?" demiş.

Yeni işim olan uluslararası danışmanlık, uluslararası ajanlığa epey benziyor. İkisi de aynı miktarda pasaport, uçuş mili, vodka martini, lüks otel, yalan dolan ve -özellikle finansal çeyrek sonlarında- gerilim içerir. Tek fark, danışmanlıkta %100 daha az seks ve %50 daha az cinayet var.

Aslında üniversitedeyken tam da hayalini kurduğum gibi bir işti: Ben dahil kimsenin anlamadığı ama kimsenin de anlarmış gibi yapmaya cesaret edemediği bir teknik tarafının olması, bana bir saygınlık kazandırıyordu. Bir yandan da herkesin anlarmış gibi yaptığı ve bullshit ilimler* diye tabir edebileceğim satış, pazarlama, eğitim gibi kısımları vardı.

(*) Tolstoyevskinin 3 bullshit yasası:

  1. Bullshit, hidrojen ve helyumdan sonra evrendeki en yaygın elementtir ve entropi gibi, sürekli artar.

  2. Teknik işlerin %50'si, kalan işlerinse %90'ı bullshittir. (Bunlar taban rakamlar; proje teslim tarihi yaklaştıkça pişmanlık ve ishal ile birlikte yükselirler).

  3. Bullshit, kazancın karesiyle ile doğru orantılıdır. Yetişkin, C-seviye bir yönetici günde 300 emaillik bullshit üretebilir. (Fakat sekreterinin işinde bullshite pek rastlanmaz, çünkü hata yapınca suçu atacak bir başkası yoktur.)


Benim işim, saygınlık kılığına girmiş bir yığın bullshit idi.  

Zaten asıl tehlike bu saygınlıkta yatıyor: İnsan sigaranın kendisine değil de, içindeki nikotine bağımlıdır ya. Sigara içme fiili, alt tarafı mekanik bir alışkanlıktır. Bence işimiz ve harcamalarımız da mekanik alışkanlıklar. Aynı arabalar, aynı restoranlar, aynı tatiller...Asıl bağımlı olduğumuz şey ise saygınlık ve statü. Kazancımızdan yüksek kredi kartı limitleri istememiz gibi, hepimiz haketmediğimiz bir saygınlığın peşindeyiz.

"Masif makam odası" imiş bu. "Massive bullshit" nutukları çekmek için ideal.

"Masif makam odası" imiş bu. "Massive bullshit" nutukları çekmek için ideal.


"Makam" denen o iğrenç kelime (daha doğrusu Türkiye'de yaşamanın iğrençleştirdiği o kelime) bu delüzyonun en somut hali. Statünün, yetenekle beraber arttığı sistemlere meritokrasi deniyorsa, yalakalık ve sadakatla arttığı sistemlere de "makamokrasi" denmeli.

Büyük odalarda, büyük masaların ardında oturan küçük adamlara yıllarca "evet sayın genel müdürüm" demek zorunda kalmışsan, elbet günün birinde sırf bu istikrarın yüzünden artık o koltukta oturmayı hakettiğine inanırsın. Ve döngüyü sürdürürsün.

(Askeriye de ilk bakışta benzer. Ama orada makam sahibini yüceltmek yerine, makamın kendisini yüceltiyorsun. Ve disiplin yoluyla, bunu sadece tependeki makamlar için değil, kendi makamın dahil hepsi için yapıyorsun. Bu "ufak" farklar, kurumsal kültürü kökten değiştiriyor)

***

Çürük devlet kurumlarında "makam" peşinde koşanları aşağılamak kolay ama statü bağımlılığı, bize daha sinsi yollarla da bulaşıyor. Şirketim bir süre sonra bana "danışman" yerine "senior professional bilmemne manager" demeye başlamıştı. Maşallah, kartvizitin sonu gelmiyor: "First of his name, king of Andals, Rum kayzeri, iki cihanın hükümdarı..." 

Ama iş aynı, insanlar aynı, maaş aynı. Öyleyse niye göğsüm biraz daha kabarıyor, isteklerim biraz daha emrivaki oluyor? Bullshitlerin en büyüğü olan statü masalına ben de mi inanmaya başlıyordum?

Parasını veren herkes o koltukta oturabilir ama kimse bu muameleyi “hak” etmiyor.

Parasını veren herkes o koltukta oturabilir ama kimse bu muameleyi “hak” etmiyor.


Ünvanımı güncelleyen sadece şirket değildi. THY'ye göre artık "elite plus" idim. Nasıl bir kandırmaca ki "elit" bile avam kalıyor yanında. Zaten en küçük kahvenin "tall", en dandik odanın "premium" olduğu bu hayata, herkes kafadan "gold" kartla başlıyor.

(Platon'un Akademi'si bu devirde kurulsa, muhtemelen girişinde "Geometri bilmeyen giremez...Elmas öğrenci girişi yan taraftadır" yazardı)

Ama alışıyor işte insan zamanla. Kanıksıyor daha doğrusu, içselleştiriyor.

Havaalanı salonlarında tıka basa yiyen diğer yüzlerce elit, elit+, elit kare, elitoğluelit beyefendiye ve hanımefendiye aldırmadan, ayrıcalığıma inanıyorum. Kitlesel eğitimi, üretimi, ölümü anladık da, kitlesel ayrıcalık fikrine kendimizi inandırmamız inanılmaz.

***

Uçaktan indiğimde toplu taşımayla uğraşamam, toplum binsin toplu taşımaya. Beni ismimle karşılayan komik şapkalı adamlar götürecekler otelime. Resepsiyonda, bir sihirbaz gibi cüzdanımdan başka bir kart daha çıkaracağım, üstünde "elmas üye" yazan. Böylece daha da büyük bir oda, daha da ısıtılmış havlular, daha da buzlanmış bademler verecekler. Kıç kadar resepsiyonda ayrı bir kulvar var, oradaki halıda "sadece elmaslar için" yazıyor, o halıda durup kaliteli statik elektrikle yükleneceğim.

Ertesi gün iş yemeği için şehrin en iyi ikinci, bilemedin üçüncü lokantasına gideceğiz. Girişteki bakışların soracağı tek soru:

"Senin burayı kaldıracak bir cüzdanın var mı?"

Kimse de demeyecek ki:

"Senin burayı kaldıracak bir yemek kültürün var mı?"

Hadi başkasının soramamasını anlarım, piyasa ekonomisi sonuçta. Ama asıl bunu kendime sormayı ne zaman bıraktım?
 
 

Memento Mori

Antik Roma'nın muzaffer komutanları, seferden döndüklerinde triumph denen bir törenle ödüllendirilirlerdi. Silahlarını bırakmış ama ganimetlerini sergileyen gururlu lejyonlarının başında, bir savaş arabası üstünde, coşkulu kalabalıkları selamlarlardı. Her muzaffer komutana da nasip olmazdı bu, çok istisnai bir onurdu. Dolayısıyla, gaza gelip kendilerini Herkül veya Mars sanmasınlar diye, Senato'yu küçük görmesinler diye, arabadaki bir köle kulaklarına sürekli şunu fısıldardı:

"Unutma, sen sadece bir ölümlüsün."

(Memento mori, yani "ölümü hatırla")

Bunun Osmanlıcası da var:

"Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var". 

Halbuki bize "sen elit, platinyum, elmas filan değilsin, 7-8 milyar kişiden birisin ve sahip olduklarının pek azını hakettin" diyecek kimse yok. Ayaklarımız bir Roma imparatorununkiler kadar yere basmıyor. Kulağımıza fısıldanan tek ses, televizyondan geliyor:

  • "Harcadıkça kazanın"

  • "Yedikçe zayıflayın"

  • "Yaşlandıkça gençleşin"

Bu paradoksal sloganlar birer kontrol aracı. Tıpkı "savaş barıştır", "özgürlük köleliktir", "cehalet güçtür" sloganları gibi. Fakat biz Orwell’i çoktan aştık. Bizim çiftdüşünlerimiz, özgür seçim kılığına girmiş bağımlılıklar üzerinden çalışıyorlar.

***

Bu tuzaklara ne kadar düştüm, bugün bile emin değilim. Aslında "düşmekten" bahsetmek komik, zaten bu tuzakların içine doğduk ve orada yaşıyoruz. Yapı itibariyle gösteriş meraklısı olmasanız bile böyle bir akıntıya karşı yüzemezsiniz.

İlginç bir şekilde, bu akıntının farkında olmak, bazen ahmaklıktan bile tehlikeli. Herkesin aksine bunlara bağışıklıymışız sanrısı yaratıyor. 

Evet, elmas, platinyum veya başka bir değerli bir maden olduğuma birkaç dakikadan fazla inanacak kadar ahmak değildim. İş yemeğinde masayı donattım diye, babam yaşındaki garsona hizmetçi muamelesi yapacak kadar ahmak değildim. Ama "kendini vazgeçilmez sanma" hastalığına bağışıklı olacak kadar bilge de değildim.


Egoma Oynayan Kazanır

Her şirket gibi, bizim de büyüme hayallerimiz, gerçekçi imkanlarımızın ötesindeydi. Herkes 80 saat çalışırsa anca varılabilecek hedefleri de "zoru başarırız, imkansız zaman alır" gibi aptal sloganlarla yiyecek değildim. Ama egomun başka planları vardı. Gerçekdışı satış kotaları için uğraştıkça, kendimi o ufak evrenin merkezinde görmeye başladım. Sanki her toplantının olmazsa olmazıydım. Satış, bayi eğitimi, genel vizyon, teknik detay, tasarım... her şey. Yahu bir danışman, code review toplantılarına niye girer?

Kimsenin getiremeyeceği bir perspektif getirdiğimi düşünüyordum herhalde. Mesela önemli bir müşteri üründen şikayetçi mi? Herkesin standart bullshit'inden sonra mikrofonu alıp, "Geçenlerde ar-ge bana bunun 6 ay sonra alacağı hali gösterdi, mik-kemmel bir teknoloji. Hatta dün pazarlamanın rakip analiz raporu elime ulaştı, uzun vadede açık ara öndeyiz" gibi detaylar vererek günü kurtarmanın, yılın liberosu seçilmenin hafifliği dayanılmazdı.

einsteinego.jpg


 

Egonuzu ezmeye çalışan ilkel sistemler sizi baskılar, size "Cumartesi çalışmazsam işten atılırım" dedirtir. Egonuza oynayan akıllı sistemler ise "Cumartesi çalışmazsam arkadaşlarım işten atılır, şirket de batar, her şey bana bağlı" dedirtir. Böylece her seferinde tekrar ikna edilme veya korkutulma gereği olmadan, gönüllü olarak çalışırsınız.

Kendini vazgeçilmez hissetmek, statü merakına kıyasla, daha rafine bir bağımlılık. Ama yine de bir bağımlılık. Büyük sistemlerde ufak çarklar olmamız gerçeğini kendimize böyle yediriyoruz. 

İşin acı tarafı, bunu yaptıkça, ister istemez organizasyon bize daha bağımlı hale geliyor, kırılmaz bir döngü oluşuyor. Ancak bu ilişkiden zorla koparsak (ciddi bir hastalık yüzünden mesela) gerçek etkimizi görüyoruz: Koca bir göle atılmış ufacık bir taş. İlk dalgalanmalardan sonra her şey eski haline dönüyor. Şanslıysanız, belki sonunda gölün derinliği bir milim oynamış, şirketin hisse değeri bir sent değişmiş olur.


Çocuk Seçimi

Egoyla alakalı ama daha tehlikeli bir başka tuzak var: Seçim bolluğu

Mesela süpermarketlerde -ürüne bağlı olarak- 6 ila 10 arasından fazla çeşit olursa müşterileri sıkıntı basıyor ve -inanılmaz biçimde- daha az şey alıyorlar. "10 çeşit tuvalet kağıdı olması satışı arttırmıyor" demiyorum, "o rafta 10'dan fazla markayı görünce eve elimiz boş, kıçımız boklu gidiyoruz" diyorum. Çünkü daha iyisini kaçırdığımız hissi dayanılmaz hale geliyor.

(Tuvalet kağıdı için geçerli olan mekanizma, eş seçiminde de geçerli. Hayatımın en mutsuz günlerini, Playboy Mansion'da yaşarken geçirmiştim)

Bizim şanssızlığımız, eskiye nazaran belki ortalama %10 daha fazla reel imkana sahipken, 10 kat daha fazla alternatif hayatın farkında olmak. Her yanlış kararın, her korkaklık sonucu kaçan fırsatın gölgesinde, yaşayamayacağımız tüm olasılıkların ağırlığı altında eziliyoruz.

Bu da bizi esas konumuza getiriyor…

***

<gerilim müziği> Çocuk yapmak, öncelikleri değiştirdiğinden, insanı bu seçim eziyetinden kurtarıyor. </gerilim müziği>

Çocuk yapmanın kendisinde sorun yok, onu bahane ederek kötü seçimlerde ısrar etmekte sorun var. Etrafımda işinden memnun olmayanların bir numaralı açıklaması "napalım, çocuk için katlanıyoruz" idi. Bu insanların pek azı piramidin altındalar, pek azı gerçekten de seçimsizlik yüzünden sevmediklere işlere, eşlere, şehirlere, çocukları uğruna katlanmak zorundalar. 30 milyon dolar ciro yapan patronlar tanıyorum, onlar bile ironi yapmadan buna inanıyorlar.

Peki bu tutsaklık niye bu kadar kuvvetli? Sanırım bir noktada, zor sorularla yüzleşmenin zorluğuna, çocuklar üzerinden ego tatmini yapmak da ekleniyor: "Ben hayatımı nasıl yaşayacağımı çözemedim ama bildiğim bir şey var, çocuğum her şeyin en iyisini hakediyor".

Özel okul, özel hoca, özel hastane... Kendimiz için çok şey isteyince açgözlü olarak mimlenebiliriz ama çocuklarımız için sonsuzluğu dahi isteme hakkımız var nedense. Sanki gizli bir toplumsal sözleşme uyarınca, bu iştah açgözlülük olarak değil, sevgi olarak görülüyor. Bu iştaha 30 milyon dolar dahi yetmez tabii.

***

Halbuki nesilden nesile ilerleme, sonu olmayan bir zenginlik birikimi ve aktarımıyla sınırlı olmak zorunda değil. ABD'nin kurucu babalarından John Adams, bağımsızlık savaşı sırasında, karısına bir mektupta şunu diyor: 

"Ben savaş ve siyasetle uğraşmalıyım ki çocuklarım matematikle, felsefeyle, denizcilikle, tarımla uğraşabilsinler. Bunlarla ugraşsınlar ki onların da çocukları resimle, şiirle, müzikle, mimariyle uğraşabilsin".


Yoksa şunu da diyebilirdi:

"Ben savaş ve siyasetle uğraşıyorum, inşallah çocuklarım da savaş ve siyasetle uğraşırlar, bu böyle 7 göbek aynen devam eder, taa ki 8. John Adams isimli şımarık bir zibidi, ailenin tüm birikimini kumarda kaybedene kadar".


Bir ebeveyn için ne kadar üzücü olmalı, zamanı gelince aynı soru ve seçimlerle yüzleşen çocuklarının, “ne yapıyorsak çocuklarımız için”den başka verecek cevabı olmaması.

johnadamsquote.jpg

Dönüm Noktası

Bu tuzaklar, rahatlıklar ve çelişkiler arasında, yoldan tam olarak ne zaman çıktım bilmiyorum. Öyle belli bir tarih ve saat olduğunu da sanmıyorum. Ama kendime anlatabileceğim derli toplu bir hikayem olması için, iki tane dönüm noktası seçtim anılarım arasından.

Bunlardan ilki, iyi performans gösterenlerin ödül olarak gönderildiği bir şirket tatiliydi. Normalde bu grup içinde olmamam gerekiyordu ama bir dizi bürokratik saçmalık -ve karar gecesi bölge şefiyle içtiğim bir dizi martini- sayesinde araya kaynamıştım. Durum o kadar ironik ki, o gece bölge şefiyle otelin barında karşılaşmamın tek nedeni, gün boyunca müşterilerle ilgilenmek yerine, dışarı çıkıp arkadaşlarla buluşmam, kafayı 1500'e çıkarmam, sonra odama dönmeden önce soğuk suyla kendime gelebilmek için bara yönelmemdi.

Kısacası sorumsuzluk + kaliteli ot + iyi zamanlama + "o son martiniyi içmeyecektik" = bonus tatil.

(Tabii epey çalışmıştım sene boyunca ama orasını boşver; kısmen güzel bir hikaye, tamamen gerçek bir hikaye kadar değerlidir).

***

Tatile gittik. 5 yıldızlı devasa bir çiftliğe yerleştirilmiş bir sürü "Type A" kişilikli adam ve onları destekleyen hırslı kadınlar canlandırın gözünüzde. Herkes birbirine savaş anısı anlatır gibi satış anılarından bahsediyor.

Type A- adam: "Bro, çeyrek kapanmadan iki saat önce iki milyon dolarlık servis sattım"
Type A+ adam: "O da bir şey mi, ben iki yüz bin dolarlık striptiz hesabı kakalamıştım onlara, hahaha"
Type A+ karısı: "Helal olsun arslanıma....bana da helal olsun"


Bahsettiğim bürokratik saçmalıkların bir yan etkisi olarak, satış kotamı %500 ile aşmış görünüyorum ekranlarda fakat kimse beni tanımıyor. Benim tüm arkadaşlarım Type C, D, mümkünse Z kişiliklerdi. Oraya gelmeye hak kazansalar bile uçağı kaçırırlardı. Ben de zamanımı bu testosteron orjisinde tek başıma geçirmek yerine, yakındaki kasabada İspanyolca pratiğiyle geçirdiğimden, kimse beni bulamıyor, efsanem giderek büyüyor.

"Buenos noches efendiler, yo soy Pablo Escobar, dinero por favor. Ahora ulen!"


Bir noktada bizzat CEO ve dadaşları bana ulaşıyorlar. Biraz iş biraz geyik konuşarak havuza giriyoruz. İyi ve rahat insanlar ama bir deja vu kadar esir edici olan bir yabancılaşma hissi yaşıyorum: Ellerinde kokteyllerle suyun içinde dolanan bu obez vücutlara, güneş altında şişmiş bu suratlara, sanki çok uzaklardan elf gözlerimle bakıyorum.

Milyar dolarlık şirketin muhtemelen %20-30'unun hissedarları o an yanımdalar. İşimin zor tarafları aklıma geliyor. Ve her kapı, "ne yapıyorsak çocuğumuz için"e değil, "işte bu adamlar zengin olsunlar ve daha fazla kokteyl içsinler diye çalışıyoruz"a çıkıyor. Bu bir film olsaydı, gururlu bir şekilde kapıyı vurup giderdim (ve havuzun da kapısı olsaydı) ama bir kokteyl de ben alıyorum, zihnimdeki bu rahatsız yabancıyı uyutmak için. 

***


Ödül tatilinden beri birkaç ay geçmiş. Ortadoğu'dayım. Her zamanki gibi, gece ucuşuyla saat 3-4 gibi varmış, belki bir saat uyuduktan sonra, toplantı öncesi kahvaltıya inmişim. Körfez'deki çoğu şey gibi, otelin açık büfesi de aşırı lüks. Uykusuzluktan ölüyorum ama içimdeki domuz, tabakları tepeleme doldurmuş, "işte bunun için çalışıyorsun, şimdi uyumak yerine bunların zevkini çıkar" diyor.

Önümde laptop açık. Bir yandan email cevaplamadan yemek yemeyi çoktan unutmuştum. Aslında bir yandan email cevaplamadığım her normal aktivite bir zaman kaybıydı artık. Sevişirken kızarkadaşımdan “geliyor musun” diye email alsam yadırgamayacaktım.

Bir ara kafamı kaldırınca korkunç bir şey görüyorum: Tüm restoran benim klonlarımla dolu.

Veya ben onların klonuyum, belli değil. Her masada aynı ekranlara bakan aynı uykusuz gözler. Zevkini çıkaramadıkları bu kahvaltıdan sonra gidecekleri toplantılara hazırlanıyorlar. Ortada bir tek aile, bir tek turist, bir tek çocuk veya ihtiyar yok.

***

Başkasında kendini görmek, aynada kendimle yüzleşmekten çok daha kolay. Ne kadar sağlıksızmışım meğer. Çökmüş suratlarıma bakıyorum her bir masadaki. "Bu hayata daha ne kadar katlanabilirim" diye soruyorum kendime. Lükse katlanmak! Daha kötü şartları gördüğümden, bu laf bana saçma geliyor. Ama artık çaresiz değilim ki. Bu açık büfeler ve gümüş çatallar olmadan da yaşayabilirim. Bir daha bu kadar yalnız ve manasız bir kahvaltı etmek istemiyorum, hepsi bu.

Elde ettiğim ufak avantajlar karşılığında "sattığım" asıl kaynakları düşünüyorum: Sağlığım ve zamanım. Bunlar yenilenebilir kaynaklar değiller. Kalan kısımlarını en iyi şekilde kullanmak için bir plan yapmam gerek.

Çalışmak zorunda olmasaydım ne yapardım? Dünya’da büyük bir fark yaratacak kadar değil de, yeterince özgür olacak kadar zengin olsaydım yani. Mesela, 1 milyon dolarım olsaydı... Hakikaten, hayatımla ne yapardım?
 

(Devamı: #3: Para Para Para)


Kariyerinizi Çöpe Atma Rehberi #3: Para Para Para

Kariyerinizi Çöpe Atma Rehberi #3: Para Para Para

Kariyerinizi Çöpe Atma Rehberi #1: İkinci El Fordunu Satamayan Bilge

Kariyerinizi Çöpe Atma Rehberi #1: İkinci El Fordunu Satamayan Bilge