Kariyerinizi Çöpe Atma Rehberi #6: "Wanderlust"
Önceki bölümde işi bıraktıktan sonraki ilk günlerde gelen tepkilerden ve uzun vade hedeflerin riskinden bahsetmiş, ayaküstü kişisel gelişim endüstrisine de gereken lafları çakmıştık. Tam bir düzen oluşmuştu ki, uzun zamandır planladığım seyahatler geldi çattı...
Aşağıdaki podcast bölümünün ilk yarısı bu yazının içeriğine denk geliyor…
Toprağın Dervişi
Olur olmadık herkesin dilindeki kelimelerden biri wanderlust. Tatmin edilemeyen bir yolculuk isteği.
Çoğunluğun derdi, gerçekten bilinmeyeni kovalayıp kendini geliştirmek değil, alıştıkları şeylerin az biraz değişik versiyonunu yaşayıp, sonra konforuna dönmek. Tam ayarında, tam Instagramlık gezmeler yani.
Bana da hayallerim sorulduğunda, "e dünyayı gezmeeek" demiştim yıllarca ama bu hayalin altını hiç doldurmamıştım. Hiç düşünmemiştim kaç günden sonra bir yeri gezmiş sayılacağımızı, kaç meşhur binayı gördükten o yeri "bitirmiş" olacağımızı.
***
Bu soruları, yıllar önce ağırladığım biri sordurmuştu bana. O aralar Couchsurfing'e sardığımdan, evim kelimenin gerçek anlamıyla bir yolgeçen hanıydı; her hafta bir düzine insan kalıyordu. Fakat bu bahsettiğim kişi, diğer yüzlercesinin aksine, yürüyerek gelmişti. Sadece eve değil, şehre yürüyerek gelmişti. Ve yürüyerek başka bir şehre gidecekti.
Daha önce de aylarca yürüyen, sadece acil durumlarda otostop çeken çılgınlar tanımıştım ama onlar eninde sonunda normal hayatlarına dönüyorlardı. Bu arkadaşın ise normali buydu. Geldi, kendini temizledi, tam bir öküz gibi yedi ve uyudu.
Biraz daha uyudu…
İlk konuşmamız iki gün sonra gerçekleşti. Herkesin ona aynı soruları sorduğunu tahmin ettiğimden, sanki sanayileşmiş bir kıtayı yürüyerek yaşaması çok normalmiş gibi, bambaşka şeylerden konuştuk. Ama birkaç saatin sonunda dayanamayıp patladım:
"Ya hacı, Allah aşkına senin olayın nedir?"
Adam tam bir fıçısız Diyojen gibi cevap verdi:
"Asıl senin olayın ne, niye senin yaşamının normal olduğunu düşünüyorsun?"
Diyemedim ki "sistemin içinden beslenip, onun dışındaymış gibi atıp tutmak kolay. Yattın, yıkandın, yedin, içtin. Yarın başka yere gidip aynısını yapacaksın, yine benim gibi birisinin misafirperverliğiyle. Üç kuruşunda gözümüz yok zaten de, bari artistik yapma" (Nasıl ukte kalmışsa içimde artık).
Tabii bu eleştirim adil değildi. Adam dağa çıkıp, ot yiyerek kendi kendine yetmeyi savunmuyordu, sadece kendi normalimi sorgulamayı tavsiye etmişti. Çok geçmeden ekledi:
"Ben meşhur anıtları fotoğraflamak istemiyorum, TripAdvisor'da gözükmeyen şeyleri istiyorum. İnsanlardan hikaye alıp, başkalarına satan bir tüccarım aslında. Ama bundan para kazanmadığım için, tüccarların yüzkarasıyım"
Kaç binasını gördükten sonra değil, kaç insanını tanıdıktan sonra bir yeri gezmiş sayılırız acaba?
Internet Dervişi
Biraz ileri saralım: Aradan yıllar ve yüzlerce turist geçtikten sonra bir başka gezgine rastladım. Internet sayesinde bu işten para kazananlardandı bu. Facebook hesabına bakınca kıskanmamak elde değil: Bir gün orada bungee jumping yapıyor, ertesi gün şurada güzel bir binanın önünde poz veriyor, vs.
Binlerce "arkadaşı" gibi onu Facebook'tan takip etmek yerine, bir gün peşine takıldım. TripAdvisor'da çıkan her anıta, her saraya, her manzara noktasına gittik. İşi icabı çekilen selfielerden ve sponsorları için yapılan sosyal medya maymunluklarından arta kalan zamanda biraz bakınabildik etrafımıza. Sonra alelacele bir kafe bulup, bir sonraki durağına gidişini ayarladık. Hemen her gününü böyle yaşadığını düşündükçe benim başım döndü.
***
Tüm gün beraber olmamıza rağmen belki 10 dakika konuşmuşuzdur. Hikayeleri arasında Instragram'a sığdıramadığı hiçbir şey olmadığından, konuştuğumuz o kısa sürede de bana anlatabildiği tek hikaye, yaşam stilinin kendisiydi. Bir ofiste tıkılıp kalmamanın, özgürlüğün, belirsizliğin güzelliği hakkında güzellemeler... Gezdiklerini sindirmeye vakti olmadığından, sadece meta-anlamından ibaret bir gezginlik.
Bu da gezginlerin yüzkarası bir tüccar olsa gerek.
"Tourists don't know where they've been, travelers don't know where they're going"
- Paul Theroux(Turistler gittikleri yeri, gezginler gidecekleri yeri bilmezler)
- K. Atatürk
Doyasıya Zevk
Kariyeri bıraktığım gün de kafamda seyahat vardı ama artık bunun altı doluydu. Önce neyle dolu olmadığından bahsedeyim. Mesela "hayatı doyasıya yaşamak" için gezmeyecektim.
Bu istek, hem özgüven eksikliği yüzünden etrafımızdakiler için yaşamaktan kaynaklanıyor (sosyal medya profillerini süsleyen "wanderlust"lar, Internet dervişinin bitmek bilmeyen selfieleri, vb) hem de tüketim kültürüyle bağlantılı o Hedonist baskıdan:
"Anı yaşa"
"Doyasıya yaşa"
"Tadını çıkar"
“Hayatının son günüymüş gibi…”
Hedonist olmak Antik Yunan'da kolay olmalıydı: Evinde yere uzan, üzüm şarap müzik muhabbet, ohhh. Şimdiyse o kadar çok seçenek var ki insan şaşırıyor. Hepsi de çılgınlar gibi eğlenen genç ve güzel insan imajlarıyla destekli. Bunları aşmak ve kendine güvenle ayaklarını yere sağlam basmak zor. Zaten "kendinize güvenin"in ne kadar boş bir öğüt olduğundan bahsetmiştim. O yüzden gençlere tavsiyem şu:
Ben neyi tavsiye edersem edeyim, sizin derdiniz maksimum seyahat, selfie ve seks olacaktır. Dolayısıyla imkan bulur bulmaz gidin gezin, planlı plansız farketmez, hevesinizi alın. Her gördüğünüz şey yeni olacak, her tanıştığınız insan ilginç gelecek zaten. O yaşlarda ucuza da getirirsiniz, iki kuruş vermemek için tren istasyonlarında sabahlamak koymuyor insana. (Yarın gece bir havaalanında sabahlayacağım).
Ben bu süreci, hızlı hızlı bir sürü ucuz bira içmekten, ağır ağır içilen kaliteli bir biraya geçişe benzetiyorum. 18 yaşındaki birinin derdi çabucak sarhoş olmak ve -özellikle erkekse- etrafına ne kadar içebildiğini göstermek. Bira bu amaçlar için kullanılan bir araçtan ibaret. Hayatın tadını çıkaracağım derken, ertesi sabah midenizde ne varsa çıkarırsınız. Ama insan bu safhadan geçecek ki, sonradan biranın kendi zevki için içilecek bir şey olduğu keşfetsin. Sonuçta dış dünyadan gelen baskıyı insanüstü bir iradeyle yenmek yerine, kontrollü biçimde ona kapılıp, o evreyi kapamak daha mümkün.
Hayatın Anlamı Malezya'da
Birçok insan umutsuzca, delice bir arayış içinde yola çıkıyor. Şu anda bu satırları yazdığım kutsal şehir, bu şekilde gelip gurulardan, babalardan medet umanlarla dolu. İki adım ötesindeki boku temizleyemeyenlerden neyi öğrenecekseler artık.
Eh, her köşe başında aradığın bir şeyi, yeterince köşe sonrası illa ki göreceksin. Yahut gördüğünü sanacaksın. Peki kaçıncı turist kazığını yedikten sonra o peşinde koştuğun egzotik yerin burası da olmadığını anlayacaksın? "Aradığımı burada da bulamadım" hissini yaşayacaksın ama "ne arıyordum ki" sorusuna cevap veremeden.
***
Malezya'nın Penang adasında, sahil boyunca uzanan otoyolun bir noktasında, ağaçların 20 metre içine girince, karşınıza ayrı bir dünya çıkıyor:
Ahşap bir kulübe, muhteşem bir bahçe ve adanın en güzel koyu. Zamanında burası da her yer gibi tropik ağaçlarla kaplıymış ama tek bir adam ortalığı temizlemiş, o kulübeyi yapmış.
O adamla tanıştık. Güneşten yanmış ve buruşmuş bir derinin altında, epey sıkı bir vücut ve yaşını gizleyen bir zindelik vardı. Koydaki kulübe onun evi. Kulübeden geldiğimiz yöne doğru bakıyorum, hemen otoyolun diğer tarafında 30 katlı lüks binalar gözüküyor. Medeniyetin ortasında görünmez kalabilmiş bir cennetteyiz.
***
Evsahibimiz olan Robinson Crusoe, aslen Avrupalı bir biyolog. Patentlerinden büyük paralar kazanınca, hayatın gerçek anlamını bulacağım diye buralara gelmiş, yıllarca dolanmış, tık yok. Sonra pes edip bir yere çökmüş, evlenmiş, çoluk çocuk. Para da bitmiş, elinde bir tek ev kalmış: Koydan gördüğüm o 30 katlı binadaki bir daire.
Zamanla dalışa merak sarmış ve bu koya taşınmış, biraz karısından bıktığı için, biraz da denizle içiçe olmak için. Bazen adanın yerlileri, buna acıyıp yemek veya kıyafet bile getiriyorlarmış, bizimki de hiç çaktırmıyor evsiz olmadığını.
Ve bu haldeyken bile, yeni rolüne bu kadar adanmışken bile, bana dediği şuydu: "Ben bu dalış işiyle, hep kaderimde olan bir mutlu sonu keşfetmedim. Bir sürü çıkmaz yola saptıktan sonra kendime bir anlam yarattım, şimdi yeterince mutluyum".
Önceki bölümde, yazmanın bir hedef değil, bir yol olduğunu söylemiştim. En sonunda 30 dile çevrilecek bir başyapıt yaratma hedefiyle, ne idüğü belirsiz bazı "gerekli şartlar"ın oluşmasını yıllarca beklememeli kimse. Seyahat için de fikrim benzer: Sonunda ulaşacağınız bir hayat iksiri yok, yolculuğun kendisi için yoldasınız ve bu süreçte bazı anlamlı şeyler yapabilirsiniz.
Gönüllülük
Ben de yıllarca başkaları için veya "carpe diem" için geze geze, sonunda kendim için anlamlı bir amaç buldum. Toprağın dervişinin, insan hikayelerine olan yaklaşımı hoşuma gitmişti ama kendisi sürekli yolda olduğu için, bu hikayeleri dışardan gözlemliyordu. Ben o hikayelerin yeşerdiği hayatların da içinde olmayı istedim, en azından geçici bir süreliğine. Bu yüzden gönüllülük yaparak seyahat ediyorum. Yani Rahibe Teresa olduğum için değil, merak ettiğim hayat kesitlerine ulaşmak için gönüllülük yapıyorum.
Bunu yapmanın tek bir yolu yok elbet. Mesela bazen eski hayatımdaki benle karşılaşıyorum. Yani işi gücü parası bol, zamanı az olan insanlarla. Değişik bir şeyler yapmak için, kendilerini zorlayarak "voluntourism"i bulmuşlar. En fazla 1-2 haftaları olduğundan, her şeylerini organize eden şirketler aracılığıyla gelip, bir köy okulu inşasına yardımcı oluyorlar, sonra bir sürü fotoğrafla yüklenmiş ve birkaç bin dolar hafiflemiş şekilde eve dönüyorlar. Kendilerini çok ciddiye almadıkları sürece sıkıntı yok, üstelik verdikleri paralar da o programları desteklemeye gidiyor.
Zamanı, parasından bol olanlarsa, bunun daha az endüstriyelleşmiş bir şeklini yapabilirler. Bazı yerlerde STÖ'leri sizi yönlendiriyor, bazı yerlerde ise sistem "peer-to-peer" işliyor, yani kişiler birbirlerini buluyorlar (örn: workaway, helpx, wwoof).
Genelde işler part time oluyor ve ortada para dönmüyor. İşten kalan zamanınızda turistlik yapmazsanız, Hindistan'daki masrafınızla, Japonya'daki masrafınız hemen hemen aynı olacak, yani günde bir kaç dolar.
Bazen düşünüyorum, önceki hayatımda şirketim beni bir yere danışmanlığa gönderdiğinde, günlüğümü 1500 dolar üzerinden faturalandırıyordu. Şimdiyse, bu parayla aylarca yaşayabilirim sefalet çekmeden. Vizeler, sigortalar, biletler, biraz turistlik, yani herşeyi işin içine katınca aylık 500 dolar masrafımız var.
Hiç işime yaramayan dandik bir takım toplantısı için, Bahreyn'de 3 gün kaldığım otele şirketin verdiği çılgın paraları hatırlayınca dellenmemek elde değil.
***
Bazen en beklenmedik yerde öyle güzel şeyler oluyor ki...
Bilgisayar kullanmasını öğrettiğim köylü kızın, ertesi hafta annesinin arkadaşlarını etrafına toplayıp onlara Internetten şarkı dinlemesini öğretmesini, kadınların yarı şaka, yarı ciddi bu kıza kulak kesilmelerini görmek gibi.
Bana yemek yapmasını öğreten bir yaşlı kadının, ertesi ay cenazesine gidip konuşma yapmak gibi.
Bir Japon köy pazarında meyve sebze satarken tanıştığım teyzelerin, ertesi gün bana kurabiye yapıp getirmeleri gibi... Bunlar parayla alınacak tecrübeler değiller.
***
Bazen bu gönüllülük tecrübelerinin yüzeysel kaldığı da oluyor. Mesela bir çiftlikte alt tarafı bir haftalığına çalışan düzinelerce turistten birisin, yerel hayatla kaynaşamıyorsun, ev sahibini zar zor görüyorsun.
Bu tip durumlarda benim büyük bir şansım var, o da yazarlığın ve gönüllülük bazlı seyahatin, birbirlerini tamamlamaları. İlki uzun dönem bir amaç getiriyor, ikincisi ise gündelik hayatı anlamlı kılıyor. (Ayrıca hikayeleriyle belki ilerde yapacağım bir projeye malzeme oluyor).
Eğer 20 yaşında, enerji, hırs ve fikir dolu biri olarak, haritaların unuttuğu bir köyde çalıssaydım, günün kalan saatleri bana bir vakit israfı gibi gelebilirdi. Belki ilk ay değil ama üçüncü beşinci ay, bu histen kaçmak iyice zorlaşabilirdi. Şimdiyse deliye her gün bayram, bana her yer ofis.
(İşin komik tarafı, asıl 20 yaşındayken zamanınız bol ve muhtemelen zaten onu israf edeceksiniz. Yani her halükarda korkacak pek bir şey yok)
Ahlaksız Teklif
Bu seyahatlerin detayından başka yazılarda bahsedeceğim, şimdi oralara girersek bu dizi bitmez. Ama senaryoda son bir sürpriz kaldı:
Yolculuğumun ilk durağı bir düğündü (benimkisi değil, bir arkadaşınkine bakıp çıktım). Oradaki görece konfordan sonra, sıcak suyun olmadığı, diş macununun lüks sayıldığı ve hamamböceklerine isim vermenin adet olduğu (o kadar büyük olunca "aaayyyyy bu neeee!" diye hitap etmek ayıp oluyor, alınıyor hayvan) bir hayata geçişin zor olacağını düşünmüştüm. Ama kısa sürede alıştık. İnsan kolay kolay beğenmiyor ama kolay alışıyor.
Tam bu yeni hayatın zevkini çıkarmaya başlayacaktım ki, yakın geçmişten bir yankı duydum: Eski bir müşterim, onlar için serbest çalışmamı istiyordu. Cazip bir teklifle gelmişler. Sıfırladığım hayatıma tekrar bol sıfırlar sokmaya çalışıyorlardı. Ve ben hayır diyemedim...
(Devamı: #7 Dağlar Dağlar)