Epikürcülük: Zevk, Ahlak, Ölüm ve Birkaç Atom
Helenistik Çağ'da, Kiniklerden sonra ikinci durağımız Epikür:
- Kinikler
- Epikürcüler
- Stoacılar
- Skeptikler
- Neo-Platoncular
"Epikürcü" deyince, biz fularsız entellerin aklına gelen ilk şey zevk-ü sefa ve ucuz bir carpe diem dövmesi. Halbuki arka cepte, acil durumlar için sakladığımız bir iki fularımız olsaydı, bu imajın tamamen yanlış olduğunu bilirdik. Epikürcülüğün başlıca derdi alem yapmak değil, huzur ve ahlak. Hayallerimiz HBO, gerçekler TGRT Huzura Doğru programı çıktı.
Ama merak etmeyin, o kadar sıkıcı değiller, çünkü ne Aristo'nun, ne de Tanrıların ahlakını takip ediyorlar. Hatta düpedüz kafirler ve determinizm hakkında söyleyecekleri de var. Kısacası, herhangi bir orgy-gurme cemiyetinden epey farklı bu Epikürcüler.
Peki tüm bunları başlatan ve ismi halen sıfat olarak kullanılan Epikür kimdir?
Epikür: The Man, The Myth, The Legend
Gayet şanssız biridir, çünkü yaklaşık 300 eser yazmış olmasına rağmen, sadece 3 kısa mektubu elimize ulaşmış.
Aynı zamanda epey şanslıdır: O mektuplarda havadan sudan bahsetmek yerine felsefi görüşlerini özetlemiş. Yazdıklarının %99'u kaybolmasına rağmen 2300 senedir ismi hatırlanan kaç kişi var acaba?
Hatırlanmak derken, ders kitaplarında isminin geçmesinden bahsetmiyorum: Marx'ın doktora tezi Epikür'ün atomculuğu hakkındaydı. Thomas Jefferson (ABD anayasasının yazarı) , Jeremy Bentham (faydacılık akımınun kurucusu) ve hatta Christopher Hitchens (yeni ateizm) gibi insanlar kendilerini Epikürcü olarak tanımlıyordu. Antik çağlarda olup bitmiş bir şey değil Epikürcülük.
***
Epikür M.Ö 340 yılında Samos Adası'nda doğmuş, 14 yaşında Atina'ya Demokritos'un yanına "staja" gitmiş. 18 yaşına gelince iki sene zorunlu askerlik yapıp, bir süre Interrail'le dolandıktan sonra Atina'ya dönüyor ve kendi okulunu açıyor: Bahçe.
Platon'un Akademi'sine epey yakınmış bu Bahçe. Şehirdeki tek kahvecinin karşısına gelip kendi kahvecini açmak gibi bir şey. Hatta daha da provokatif, çünkü diğer okullara kadınlar giremiyorken (çok nadir), Bahçe kadınlara tamamen açık. Yani Platon'un kıraathanesinin karşısına, kadınlı erkekli gruplarla dolu bir Starbucks kondurmuş Epikür.
Bahçe'ye "okul" diyoruz ama burası aslında bir özel mülk ve belli bir ders programı yok, millet gelip muhabbet ediyor, yiyor içiyor. Zamanla, Bahçe ve "şubeleri", komünal yaşayan arkadaş gruplarından müteşekkil oluyorlar. Mesela her sene Epikür'ün doğumgününde, tüm arkadaşlarıyla beraber bir ziyafet verilirmiş (öldüğünden sonra da bunun devamını vasiyet ediyor). "O kadar çok dostu vardı ki toplasan şehirlere sığmazlardı" demişler arkasından.
Bunlar tesadüf değil, zira arkadaşlık kavramı Epikürcülüğün merkezinde. Hatta bize gerçek anlamda zevk veren üç şeyden biri:
- Öğrenmek
- Ölçülü yaşamak
- Dostluk
E nerede şarap, üzüm, renk, dans, seks? Nerede sahalarda görmek istediğimiz Epikür?
Bu Zevk Başka Bir Zevk
Bugün İngilizce'de "Epicurean" kelimesi ile hedonist eşanlamlı kullanılıyor: Yastıkların üstünde yan yatıp üzüm salkımını ağzına sarkıtan bir sefa pezevengi imgesi yani.
Vasiyet ettiği senelik ziyafetin bu imajda etkisi olmalı. Bahçe'nin girişinde yazan mesaj da yanlış anlamaya müsait: "Ey yabancı, burada oyalanmakla iyi edersin, çünkü bizim için en yüce şey zevktir."
Halbuki Epikür'ün burada kastettiği şey baz zevkler değil, dinginlik veya iç huzur. Buna giden yolda bazı zevkler gerekli, bazılarıysa engeldir. Epikür'ün bu nüanslı görüşlerini anlamak için, zevk hiyerarşisinin altından başlayalım:
- İnsan bir ihtiyacını giderirken (açken yemek, azgınken sevişmek) kısa süreli ve yoğun bir zevk alır,
- ihtiyacı giderildikten sonraysa daha uzun süreli başka bir zevk yaşar (tokluk hissi gibi). Bu ikinci tip zevklere "statik zevkler" demiş Epikür ve onları aha üstün tutmuş.
- Bu fiziksel örneklerin üstüne bir kat daha çıkar ve mental zevk ve acılardan bahseder. Bunların da bazıları anlıktır (güzel bir şarkı veya aptal biriyle tartışmak),
- bazılarıysa kalıcıdır ve anın ötesine uzanır (sıcak dostluk anıları veya gelecek kaygıları).
Bu piramide bakınca, carpe diem sözünün nasıl yozlaştığını da görüyoruz. Bizler "yarını düşünme, anı yaşa, çılgın at, pantolonunu çok sevdim çıkar onu bebeğim" anlamlarında kullanıyoruz ama bir Epikürcü olan Horace'ın bu sözle kastettiği şey tam tersine, yarının düşünülmesi idi: "Gelecek kaygın olmaması için, umutlarının gerçekleşmesi ve huzuru bulman için, boş boş bekleme, bugünden icraate başla, yoksa hayallerin kendi başlarına gerçekleşmezler."
İstah Terbiyesi
Zevk piramidini kurduk. Bir sonraki adımda, bu zevklere ve acılara neden olan ihtiyaçları sınıflandırır Epikür:
- Doğal ve gerekli (açlık duyup ekmek yemek, eşinle sevişmek)
- Doğal ama gereksiz (ekmek yerine üzüm yemek, süpermodelle sevişmek)
- Doğal olmayan, kibirli ve boş şeyler (güç, zenginlik, şan, şöhret)
Zevke ulaşmak ve acıyı azaltmak için iki yolumuz var: Ya iştahımızı doyuracağız, ya da onu terbiye edeceğiz. Hangisini yapacağımız iştah çeşidine bağlı:
İlk tipteki iştahları terbiye etmemiz imkansız. İlla ki acıkacağız ve aç birinin de iç huzura kavuşması imkansız. (Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisi'ni andırıyor)
Üçüncü tip iştahları ise doyurmamız imkansız. Çünkü gücün bir sınırı yok. En aç insan bile eninde sonunda doyar ama güç ihtiyacı bitmez. Bitmediği için de hem etrafa zarar verir, hem de kişiye bir türlü o kalıcı huzuru sağlayamaz. Bunları yoketmemiz şart.
Gelelim ikinci tipe: Bizdeki hedonist imajıyla, gerçek Epikür'ün arasındaki en büyük zıtlık burada. Epikür bu tip ihtiyaçların terbiye edilmesini savunur. Örneğin Bahçe'deki yemekler hep basit, çünkü lezzetli yemeğin zevki geçince, ardında bir boşluk kalacak. O boşluğu daha çok lüks yemekle doldurmak mümkün değil.
İşte bu yüzden vur patlasın, çal oynasın değil de, ölçülü yaşamayı öğütler. Aristo'nun Altın Orta kavramı, Epikür için şudur: temel ihtiyaçların karşılanması acının ve korkunun çoğunu yokeder, basit yaşamak da karşılanamayacak ihtiyaçların yaratacağı acıyı engeller. Bu ölçülü yaşamın ot gibi kuru olmaması için de, onu dostlukla ve bilgiyle şenlendiririz.
Kıtlık Sonrası Toplumlar
Epikür'ün zevk anlayışı ile Budizm arasındaki benzerlikler ortada. Birindeki ruhsal acı, diğerindeki dukkha'ya denk.
Farklı insanlar, benzer şartlara benzer tepkiler veriyorlar. Hatırlarsanız, bu çağda şehir devletleri bağımsızlıklarını kaybediyorlar, o yüzden felsefe okulları siyasetten uzaklaşıp içe dönüyorlardı. Güçsüz kalanlar, tüketime ve otoriteye ihtiyaç duyulmayan bir felsefeye yöneliyor.
Bu ilişki, Epikür'ü otomatikman "yanlış" yapmıyor tabii, sadece felsefesinin popülerliğini etkiliyor. Çoğu insan Diyojen kadar uç bir tepki vermeye hazır değil ama en azından haline şükretmeyi öğreniyor ve o bir erdem olarak kültüre giriyor (Hrıstiyanlığın başlangıcında da materyal zenginliğe karşı bir düşmanlık var).
Fakat bu gözlemi siyasi-askeri güç dengesiyle kısıtlamak istemiyorum. O çağ, genel olarak bir kıtlık çağıydı. Hatta Tarım Devrimi ile 19.yy arasındaki her dönem, her coğrafya kıtlık coğrafyasıydı. Burada kıtlık kelimesini geniş anlamıyla kullanıyorum, her kaynak sınırlıydı. Atina bağımsız olsa bile, Epikür her gün lezzetli yemek bulamayacağını biliyordu. O zevklere alışması, bugün Suudi Arabistan'da eroinman olmak gibi bir şey olurdu.
Oysa biz sürekli lezzetli yemekler bulabiliriz. Internet'teki sonsuz alışveriş merkezlerinden sürekli yeni oyuncaklar alabiliriz. Epikür'ün çağında Netflix olduğunu düşünsenize: Aynı anda bin amfitiyatroda bin farklı oyun sahneleniyor ve tüm gün, hiç çalışmadan, bunları izleyebilen milyonlar var.
***
Hadi bugünün dünyasını boşver, şimdilik ancak %10'umuz böyle bir bolluk içinde. Fakat bazı şeylerin sınırsız olduğu bir gelecek ufukta gözüküyor. Ot ile kafa bulmak yerine, yahut seks ile orgazm olmak yerine, nanobotların beynin ilgili yerine gidip ortalığı ayağa kaldırdıklarını ve her tecrübenin en saf halini sürekli olarak yaşadığınızı düşünün.
Hele insan bilincini sanallaştırabilirsek, tüm bunlar bir kod parçasına bakar. Ve sadece ikinci tipteki ihtiyaçları değil, Epikür'ün "sonu yok" dediği üçüncü tip ihtiyaçları tamamen karşılar, çünkü herkes kendi sanal krallığına hükmedebilir.
Epikür ve Buddha bunları hayal edebilselerdi, böyle bir kıtlık ötesi geleceğe (post-scarcity) uzaktan el sallayabilselerdi bizim gibi, aynı şeyleri öğütlerler miydi? Bazı zevkleri daha üstün tutup, nefsini terbiye etmeyi da acıdan kurtuluş yolu olarak görürler miydi?
Belki onlar görürlerdi, belki gelecekte de bunları söyleyecek rahiplerimiz olacak, ama eskisi kadar taraftar toplayabileceklerini sanmıyorum.
Ahlak Anlayışı
Bu zevkler ve iştahlar meselesine çok vakit ayırdık, çünkü Epikür'ün ahlak anlayışı tamamen bunlara endeksli. Birçok düşünür erdemli olmayı (Stoacılar), adil davranmayı (Platon), bilgelikle en saf iyiliğe ulaşmayı (Aristo) öğütlerken, Epikür için bunların hepsi birer araçtır. Zevk peşinden gitmek (özellikle de acıdan kaçmak), başka bir şey uğruna yapmadığımız tek şeydir, dolayısıyla tek nihai amaçtır.
(Cicero, De Finibus Bonorum Et Malorum eserinde, yukarda ismini verdiklerimin ahlak öğretilerinin bir kıyasını yapmış. Bu arada bu kitabı farkında olmadan okumuş olabilirsiniz, çünkü web tasarımı yaparken kullanılan lorem ipsum metni, Cicero'nun bu eserinden.)
Epikür'ün ahlak terazisi gayet basit: Acıyı arttıran şeyler kötüdür, zevki arttıran şeyler iyidir. Eğer kısa süreli veya düşük seviyeli bir acı, daha kalıcı ve üstün bir zevke yolaçacaksa, o tip eylemler de iyidir.
Hafif fularlı olanlarınız, burada Jeremy Bentham'ın 18.yy'da geliştirdiği faydacılık (utilitarian) düşüncesinin kokusunu almıştır. Gerçi bu biraz farklı. Faydacılıkta, fayda-maliyet analizi sistem çapında yapılıyor. Bentham'a sıra gelince bakacağız ama şimdilik, örnek olarak, Ursula Guin'in The Ones Who Walk Away from Omelas hikayesini önereyim. Alt tarafı 4 sayfa, buradan indirin. Mutluluklarını tek bir çocuğun acısına borçlu olan bir şehir hakkında.
Epikür ise bu acı-zevk muhasebesini sadece birey ölçeğinde salık veriyor: Ahlaklı yaşamak, kendi acınızı azaltarak yaşamaktır. Bunun ötesine geçip, sistemsel hesaplara başlarsak, politika üretmemiz ve bunları millete dayatmamız gerekir. Oysa Epikür'ün hem siyasete alerjisi var, hem de dayatmaya.
Platon'a Zıtlık
Burada Platonculuğun bir başka reddini görüyoruz. Epikür'ün, Devlet adında bir kitap yazıp, toplumun nasıl yaşaması gerektiğini anlattığını düşünemeyiz.
Platon'un tepeden inmeci tasarım merakının altında İdealar Öğretisinin yattığını görmüştük: Uzayda bir yerde kusursuz bir adalet ideası varsa, ona bilgelik yoluyla ulaşan kişi, devleti o yönde tasarlamaya çalışacaktır. Epikür ise bizden bağımsız bir kusursuz adalet ideasına inanmıyor. Adalet, kişiler arasındaki anlaşmalardan ibarettir: "Sen bana zarar verme, ben de sana vermeyeyim". Kusursuz anlaşma diye de bir şey olmadığına göre, Platon'daki gibi bir tepeden inmeciliğin dayanağı yoktur.
Epikür'ün, bu anlaşmalar ve toplum için uygun gördüğü tek politika, karşılıklılık ilkesi: "Kendine yapılmasını istemediğin şeyi, başkasına yapma."
Bu Altın Kural, Antik Mısır'dan Hindistan'a kadar her coğrafyada, Yahudilikten Konfüçyüs'e kadar her felsefede kendini göstermiş. Guin'in hikayesine uyarlarsak, oradaki çocuğun yerinde olmak istemeyeceğimiz için ve o çocuk bir karşılıklı anlaşmayla o konuma getirilmediği için, bu tip bir faydacılık Epikür'e göre ne adil, ne de ahlaklı.
Özgür İrade ve Atomlar
Arkadaşlık, zevk, karşılıklı anlaşma ve ahlaktan bahsettik. Şimdi de her ahlak muhabbetinin varacağı yer olan özgür iradeye gelelim. Epikür'ün konumu bayağı ilginç, çünkü Demokritos'un eski bir öğrencisi olarak atomculuğu benimsemiş ama çoğu atomcu gibi determinist değil. Nasıl oluyor da oluyor?
Bunun sırrı, Demokritos ile Aristo arasındaki anlaşmazlıkta saklı. Hayır, tarla meselesini kastetmiyorum, o konu yargıya intikal etti zaten. Aristo Demokritos'a diyor ki, "kardeşim, her şey atomların birbirine çarpmasından ibaretse, bunlar ilk hareketlerine nasıl başladılar?". Aristo'nun cevabı olan "hareket etmeyen hareket ettirici" (unmoved mover) fikrini zaten biliyoruz. Yeniyetme Epikür'ün alternatif cevabı ise, atomların bir ağırlığı olması idi. Ve ağırlıkları yüzünden, doğal hareketleri aşağıya doğrudur. (Evrende aşağı diye bir şey yok ama Dünya'da yaşayan birinin aşağı-yukarı olmadan düşünmesi çok zor).
Bu sayede bir unmoved mover gerekmeden de hareket başlıyor. Fakat bu da yeni bir sorun yaratıyor: "Nasıl oldu da atomlar dümdüz aşağı düşüp, tek başlarına durmadılar da, birbirleriyle birleştiler ve büyük nesneleri oluşturdular?"
Epikür'ün çözümü: Sapma. Atomların doğal hareketinin düz olmadığını, başka bir atom çarpmasa bile, arada sırada rastgele biçimde sağa sola kaydıklarını hayal etmiş. Yani her atom, içinde bir rastgelelik barındırıyor. Bu bakımdan, Demokritos atomculuğun babasıysa, Epikür de kuantum fiziğinin babasıdır diyebilir miyiz? Biraz içersek diyebiliriz.
Peki irade, işin içine nasıl giriyor?
Determinizmin Zıttı Nedir?
O zamanlar insanlar beynin fonksiyonlarından emin değillerdi, Epikür'e göre bilinç göğsümüzde bulunan fiziksel bir organdı ve her şey gibi atomlardan oluşuyordu. Uydurduğu o "rastgele sapma" ile, bu atomları -yani düşüncelerimizi- sonsuza kadar geriye giden katı bir neden-sonuç zincirinden kurtarmış oldu. Buradan da irademizin özgür olduğu sonucunu çıkardı ve ahlaki seçimlerimize anlam kazandırdı.
Halbuki determinizmin zıttı, özgür irade değil.
Bu dev konuyu Felsefenin Öyküsü dışında ayrıyeten yazacağım için, şimdilik basit bir örnek: 1, 2, 3 diye sırasıyla sonsuza kadar giden bir sayaç düşünün. O sayaca bir true random number generator ekliyorsunuz, artık sayıları rastgele bir sırayla üretiyor. O zaman bu yeni sayacın özgür iradesi mi var? Sayılarını bilerek seçmiş mi oluyor?
Rastgelelik, adı üstünde rastgeledir. Kontrolümüzde olmayan bir süreç, özgür iradenin kanıtı olmaz.
Algının Fizikselliği
Epikür için sadece düşünce değil, algı da tamamen fizikseldi. Atomların ağırlık gibi özellikleri varsa, renk, ses, tat gibi başka özellikleri de olabilirdi. Demokritos'a göre bu tip özellikler bilincin bir yaratımı iken, Epikür bunları nesnelerden iletilen bilgiler olarak görüyor. O yüzden, her nesneden ince bir atom tabakasının ayrıldığını ve bu bilgileri etrafa yaydığını hayal etmiş. Yani bir şeyi görmemiz demek, o şeyden ayrılmış olan incecik bir dilimin, gözümüze çarpıp, gözdeki atomlara nesneyi anlatması demek. Her nesne sürekli olarak bir yılan gibi derisini döküyor ve yeni tabakalar oluşturuyor (diğer maddelerden gelen atomlar sayesinde).
Fantastik değil mi? Ama biraz düşününce, "başka ne açıklama getirebilirdi ki" dedim kendime. Bizim modern açıklamalarımız da kulağa daha mantıklı gelmiyorlar zaten (fotonun hem dalga hem parçacık oluşu, yahut dalga dediğimiz bir şeyin uzay boşluğunda ilerlemesi, vs). Ölçümlerimizin ve matematiğimizin, mantığımızı aştığı bir noktadayız biz
Tanrılar Bizi Umursamıyorlar
Her şeyin atomlardan ibaret olduğuna inanan ama determinizmi reddeden biri, Tanrılar hakkında ne düşünür?
Epikür, ateist değildi ama insan hayatına karışan Tanrı fikrini atomculuğuna ters görüyordu. Atomların hareketini kendi rastgele sapmaları dışında bir şey etkileyemez. Kaldı ki, Tanrılar da atomlardan oluşan varlıklardı (buradan tam emin değilim, yoruma açık). Ve muhtemelen bizi umursamıyorlardı dahi.
Zaten erdemli davranmak için Tanrılara ve şeytanlara da gerek yoktu, çünkü nasıl ki atomların doğal hareketi "aşağı" doğrudur, insanların da doğal eğilimi acıdan kaçmaktır. Tek yapmamız gereken, çeşitli erdemlerin, bu uğurda yardımcı olduklarını öğretmek. Yoksa insanları idare etmek için daha da büyük krallar, daha da sıcak fırınlar hayal etmemize gerek yok.
Elbette bu kadarı, dinsizlik ile suçlanmasına yetti. O günden beri değişen pek bir şey yok aslında. Her kültür kendi erdemlerini tanımlıyor ama Epikür gibi zevkin, insanları erdemlere yöneltebileceğine güvenmiyor. Onun yerine sigorta olarak kendi Tanrılarını kullanıyor.
İslam'da, erdemli davranmazsan cezanı ahirette çekiyorsun. Reenkarnasyonda cezan sonraki birkaç yaşamda veriliyor. Epikür'ün çağdaşlarıysa Tanrıların, daha sen hayattayken cezalar yağdırdıklarını düşünüyor. İnsanların hayatına müdahale eden Tanrı/güç fikri hepsinde sabit. Tek fark, hesap kesim tarihi.
Mutsuzluğun Kökeni: Ölüm
Bir ahiret, bir yeniden doğuş yoksa, ölüm nedir?
İnsan ne kadar ölçülü yaşarsa yaşasın, ne kadar dostluk kurarsa kursun, ölüm onun aşamayacağı bir engel. Epikür, ölüm korkusunun sürekli bir acı kaynağı olduğunu görmüş (gelecek kaygısı şeklinde) ve şöyle bir çözüm sunmuş:
- İnsan, öleceği gerçeğini reddediyor ve bu mutsuzluk yaratıyor.
- Reddediyor çünkü ölümün korkunç bir şey olduğunu düşünüyor.
- Halbuki ölüm, her şeyin sonu olduğu için acısızdır.
- "Ben varsam, ölüm yoktur. Ölüm geldiğinde de artık ben yokum"
Epikür bir troll olsa, ölümden korkanlara bundan daha korkutucu bir şey söyleyemezdi. İnsanlar ölüm anından değil, sonrasında bir şey olmamasından, sonsuza dek yokolmaktan korkuyorlar zaten. "Ölüm bizim için bir hiçtir" der Epikür ama hiçlikten gelip o hiçliğe dönmenin anlamsızlığı hakkında konuşmaz.
Bazen bu hiçlik kavramını düşünmek o kadar dayanılmaz oluyor ki, fazla ısındığından kapanan bir bilgisayar gibi beynim kapanıyor ve hemen futbol, ilişki, magazin konuşmaya başlıyorum (low-power modu). İnsan bunları kavrayabilmek için tasarlanmış bir şey değil. Ana amacı hayatta kalıp üremek ve bunu yaparken acıdan kaçmak olan bir varlık, ölümün getirdiği hiçliği düşününce ne doğru düzgün seks yapabilir, ne acısını azaltır, ne de yaşama isteğiyle dolmuş olur.
***
Aslında Epikür'ün yaptığı bu "hile" anlaşılır, zira alternatifi ne?
Alternatifi, ölümsüzlük peşinde koşmak. Acıya neden olan ihtiyacı şeyi terbiye edemiyorsan, onu tatmin etmen lazım. E bu da o zamanlar için hem imkansızdı, hem de muhtemelen diğer düşünürler tarafından kibir ile suçlanmasına yol açardı. Oysa şimdi, dijital ölümsüzlük kavramı ufukta gözüküyor. Ve bizi kibirle suçlayacakları, tek tuşla susturabilecek gücümüz var. Epikür'ün hayal bile edemediği bir lüks bu.
(Yok, ölümsüzlük değil, onu hayal edebiliyorlar, ben "mute" tuşundan bahsediyordum. Tüm yazı mute tuşunu övmek için yapılmış bir reklamdı. Sponsored by Twitter. Gelecek bölümde de, Epikürcülerin ana rakibi haline gelecek olan Stoacılardan bahsedeceğiz. Ona halen sponsor arıyorum.)