Aristo #4: Bilim, İrfan ve Saçmalıklar
(Medium'da okumayı daha rahat bulanlar buraya)
Şimdi siz sanıyorsunuz ki bu bir Aristo'yu övme seansı olacak. İnanılmaz buluşlarını sıralayacağız ve aklımızda "ne kadar büyük adammış"tan başka bir şey kalmayacak. Halbuki büyük insanların hatalarından bahsetmek daha ilginç. Hem onları daha gerçek kılıyor, hem de zamane şartlarına ışık tutarak, bizi hayal etmeye zorluyor.
İlk Ansiklopedi
Aristo, zamanının Wikipedia'sı olarak karşılaştığı her şeyi sınıflandırmaya çalışmış: Siyasi rejimler, şakalar, şarkılar, gökcisimleri... Eserlerinin çeyreğini oluşturan zooloji konusu özellikle önemli. Hayvanları o kadar ayrıntılı çalışmış ki, neredeyse sonraki 2000 sene boyunca bu kapsamda bir ansiklopedi ortaya çıkmıyor. Yani bu zahmete katlanacak başka birinin gelmemesinin ötesinde, zahmete katlanılsa bile yeni bir şey bulunamayacağı görüşü yaygın. Ağanın pokunun üstüne pok, Aristo'nun lafının üstüne laf olur mu?
Halbuki omurgaları yanlış saymış mesela. Erkeklerin kadınlardan fazla dişi olduğunu söylemiş. Özellikle bu örnekleri veriyorum, çünkü o çağdaki birinin dahi yapmaması gereken hatalar bunlar. Bilimsel metodu belli bir dereceye kadar içselleştirmiş olduğumuzdan, "yahu nasıl olur da rastgele seçilmiş 50 tane erkek ve kadına bakarak dişlerini sayamaz" diyoruz. Hadi diyelim Aristo tembellik etti, nasıl olur da bir başkası bunu hemen yanlışlayamaz?
Gelecek Dünden Daha İyi Olmak Zorunda Mı?
Burada, kişilik kültü ve geleceğe inançsızlık kolkola gidiyor. Herkesin dedesi gibi yaşadığı bir dönemi düşünün. Hayalgücümüzün gelecek rüyalarıyla değil de, geçmişin azametiyle dolduğu bir dönemi yani. Kim inanır evrenin keşfedilmeyi bekleyen sırlarla dolu olduğuna? Kim uğraşır Aristo'nun bulduklarını doğrulamaya?
Bilimsel metodun bu kadar geç gelişmesinin kökünde bu isteksizlik olsa gerek. Sonuçta bilimsel metod için illa teleskopun icad edilmesini beklemek gerekmiyordu. İbn-i Heysem (Alhazen) gibileri bu kavramlara yaklaşmışlar ama bir türlü bir sisteme oturtamamışlar. Halbuki 1700-1800'ler yerine, onların çağında, yani 1000-1100'lerde bu işi becersek, şimdiye size yazıları telepatiyle gönderiyor olurdum.
Galiba kontrollü deney kavramını, tümevarımın sağlığını (confidence interval), tekrarlanabilir deneyleri filan akıl edebilmek için, önce kişilere ve tahtlara tapınmamayı öğrenmek gerekti. Bu duraksama benim için bir muamma, belki biriniz beni aydınlatır.
Bunları arkaplan olarak veriyorum, zira Aristo için genelde "ilk deneyci", "ilk bilimadamı" benzeri şeyler söylenir. Bu etiketleri modern anlamlarıyla düşünmeyin. Eskiden bilim, tamamen onu yapan bilimadamına bağlıydı. Yani onun önyargılarına, çalışma ahlakına, egosuna, düşünsel zayıflıklarına bağlıydı. Bilimsel metod ise, bu değişkenleri denklemden çıkarmaya yönelik bir standardizasyon. O yüzden bugün "bilim şunu söylüyor" diye genelleme yapabiliyoruz. Aşağıdakileri ise "Aristo'nun bilimi" olarak düşümek lazım.
***
Maddenin ve Canlıların Dört, Bilemedin Beş Hali
Zoolojiden devam edelim: Hayvanları karada, havada, suda yaşayanlar diye ayırmış; bitkileri de ağaçlar, otlar, çalılar diye. Gerçi bugün sokaktan birini çevirsek, bundan iyisini yapacağını pek sanmıyorum ama garibime giden şey şu: Aristo, hem karada hem de suda yaşayan hayvanları görmüştür herhalde. Yahut aslen havada "yaşayan" bir hayvan olmadığını, bunların ayrı bir tür olmaması gerektiğini. Yahut uçamayan kuşlarla, uçabilenlerin benzerliğini.
Teorisini bulanıklaştıran bir sürü karşı örnek var ama "temiz" bir teoride ısrar etmiş. Bu ısrarının ardında, maddenin özünü de su, toprak, hava ve ateş olarak düşünmesi var sanırım. Tüm Dünya bunlardan oluşuyorsa, hayvanların da bu elementlere göre sınıflanması güzel olurdu.
Bu simetri ona o kadar doğal geliyor ki, ateşte yaşayan canlılar olduğundan emin. Böyle canlılar görmüyor olmamız onu şüphelendirmiyor: "Burada değil ama ayda yaşıyorlar" diyor. Ne güzel, nasıl olsa gidip bakan yok.
Bu dört element, sürekli değişen, yani kusurlu varlıklar içindi. Dairesel yörüngeleri şaşmayan, yani kusursuz olan uzak gökcisimlerini de neredeyse canlı birer varlık olarak gördüğünden bahsetmiştik. Onların apayrı bir maddeden yapılmış olduğunu düşünüyordu,: Ether.
Yani hem Dünya'daki dört ana maddeye karşılık gelen dört ana hayvan grubu var, hem de uzak gökkubbeleri (yıldızların fikslendiği düzlemler) oluşturan özel maddeye karşılık gelen özel bir "canlı" grubu.
Kopernik Devrimi
Oralara kadar gidip bakan olmadı ama teleskoplar oraları bize getirdi. Sonuç? Ayda ateşte yaşayan cinler varmış (kaynak: Takvim).
Bizim için asıl ilginç olansa, yörüngelerin epey "kusurlu" çıkması ve Aristo'nun evren görüşünü -dolayısıyla ahlak felsefesini dahi- dibinden baltalaması. Bunu anlamak için Aristo'nun Tanrı inancında gördüğümüz bazı önkabulleri hatırlayın:
- Merkezde Dünya var.
- Küresel cisimler, dairesel yörüngeleri takip ediyorlar (Küre ve daire, kusursuzluğun ifadeleri)
- Bu cisimler kusursuz olduklarından değişime uğramıyorlar.
Kopernik Devrimi, tüm bu varsayımları yıktı. Tabii bu iş epey uzun sürdü, Kopernik'in ömrü yetmedi. Zira o tarihlerde Aristo ile ilgili her şey, Katolik Kilisesi tarafından eğilip bükülmüş ve asimile edilmiş. Yani Aristo'nun kültü yetmiyormuş gibi, bir de Kilise'nin otoritesiyle uğraşıyorsunuz. Bu yüzden Kopernik'in Güneş merkezli evren modeli, "gerçek" olarak değil de, hesapları basitleştiren matematiksel bir araç olarak pazarlanmıştı.
***
Tabii Dünya'nın merkezde olmaması, organize dinlere ters gelen bir şeydi, Aristo'nun inancına ise kökten bir karşıtlığı yok. Aristoculuğa asıl darbe, Tycho Brahe ile başladı. İronik olarak Brahe, Kopernik'in güneş-merkezli modelini kabul etmiyordu (kiliseye yaranıyordu) ama yıllar boyunca yaptığı titiz gözlemler, uzak cisimlerin değişimler geçirdiğini (ışıması değişen yıldızlar) ve her hareketin dairesel olmadığını (kuyrukluyıldızlar) gösterdi. Bu iki istisnai durum, Aristoculuk için yeterince sorunlu.
Fakat eğlence daha yeni başlıyor, çünkü Kepler, bu tip durumların istisna olmadığını, evrenin zaten böyle "kusurlu" işlediğini söyledi. Kepler'in şansı, Brahe'nin biriktirdiği tüm verilere erişimi olmasıydı. Onları yavaş yavaş inceleyerek, aslında hemen her yörüngenin dairesel değil, eliptik olduğunu anladı. Daha önemlisi, değişmez bir merkezi cisim de yok; yörüngelerin merkezi, cisimler arasındaki boşluklarda.
(Biz hep kısayol olarak "Dünya Güneş'in etrafında dönüyor" diyoruz ama aslında etrafında döndüğümüz nokta, Güneş'in merkezinin biraz uzağında ve gezegenlerin hareketine göre sürekli oynuyor. Zaten tüm Güneş sistemi de, benzer şekilde galaksinin etrafında -ama konumu sürekli değişen bir merkez etrafında- dönüyor. Galaksinin kendisi de hareket ediyor. Yani bırak daireyi, aslında eliptik bir hareket de yok, saçmasapan bir patika çiziyor her cisim)
İşin komik tarafı, Aristo'yu ağlatacak bu bulguları, "Aristo üstadın bilgilerine ekleme" olarak yayınlıyor Kepler.
***
Galileo'nun kafası bu elips işine pek basmıyor ama daha iyi bir teleskop tasarlamış olduğu için, Aristo'ya darbe vuracak başka şeyler buluyor: Ayın yüzeyinin çıkıntılı olduğu, dolayısıyla bu gökcisimlerinin mükemmel küreler olmadıkları gibi. Yahut Jüpiter'in uyduları olduğu, Venüs'ün fazları olduğu gibi. Tüm bu gözlemler, Newton'un formülleriyle matematiksel bir modele oturuyorlar ve Kopernik Devrimi, başladıktan 100 sene sonra tamamlanıyor.
17.yy'da gelinen o noktadan geriye bakınca, Aristo için sempati duymuş olmalı bu insanlar. Adam daha kütle-ağırlık farkını bilmiyordu, ısıyı veya basıncı ölçemiyordu. Bırak Newton gibi fizik formülleri bulmayı, o formüllerdeki kavramlara sahip değildi, yerçekimi gibi. Fakat kusursuz bir düzen gördüğünü düşünmüş, ahlak felsefesini bunun üstüne inşa etmiş, onun üstüne de siyaset, sanat ve eğitim konularındaki fikirlerini inşa etmişti.
Total ve tutarlı bir felsefe sahibi olmanın zayıf noktası burada: Temel varsayımlar çöktüğünde, kalan her şey dağılıyor.
***
Galileo Figaro Magnifico
Tüm bu hengame arasında, Galileo ile Aristo'yu bağlayan hoş bir ayrıntı var. Aristo'nun bilimsel teorilerinden biri, ağır cisimlerin yere daha hızlı düştükleri idi. Aklınıza hemen Galileo'nun Pisa Kulesi'ne çıkıp yaptığı deney gelmiştir. Halbuki gerçekte Galileo o kuleye çıkmaya gerek görmedi bile ve gayet klas bir düşünce deneyiyle Aristo'yu yanlışladı:
Biri hafif, diğeri ağır iki gülleyi birbirine bağlayın. Ağır gülle hızlı düşeceği için, aralarındaki ip gerilecek. Ve hafif gülle, ağır olanı biraz yavaşlatacak. Aristo'nun tahmini bu olurdu.
Fakat, ip gerildiği anda, tüm sistemi çok daha ağır bir cisim olarak düşünebiliriz: İki güllenin ve ipin ağırlığından oluşan yeni bir cisim. Bu bileşik cisim, onu oluşturan herhangi bir gülleden de hızlı düşmeli.
Sistem aynı anda hem daha hızlı düşüp, hem de yavaşlayamayacağına göre, bu paradoksa sebep olan varsayım yanlış olmalıydı: Düşüş hızının kütleyle alakası yok.
***
Bu örnek güzel çünkü bilimsel metod dahi kullanılmadan, oturduğumuz yerden 1900 senelik bir yanlışı düzeltebiliyoruz.
Daha az estetik bir örnekse, Galileo'nun çağdaşı Redi'den gelmiş: Aristo, bazı canlıların kendiliğinden oluştuğunu düşünüyordu. Çürük yemeklerden sinek çıktığını gören biri için normal. Halbuki sineğin sinekten geldiğini, bunların böyle babadan oğula nesil olduklarını anlamak için gereken malzemeyi söylüyorum:
- İki kavanoz
- İki parça et döner
- Bir kavanoz kapağı
Bunları biraraya getirip de spontaneous generation teorisinin yanlış olduğunu anlamak için taa 17.yy beklenmiş. Yani tarihin nice devleri, işte Sezarlar, Hz Muhammedler, sözde "yanılmaz" olan Papalar, Mevlanalar, Shakespeareler, hatta Kanuni Sultan Süleyman'ın torunu dahi, etin kendi kendine sinek oluşturduğuna inanıyordu.
Öte yandan, Aristo MÖ 4. yüzyılda, merak edip tavuk yumurtasını değişik dönemlerde açıp inceliyor, civcivlerin organlarının oluşumunu hafta hafta not ediyor, bir bilimadamı gibi. Birini yapıp, ötekini 1900 sene boyunca yapamamış olmayı aklım almıyor gerçekten.
Akıllı Tasarım
Civcivlerin ve diğer hayvanların organlarını incelediğinde gördüğü şey, bilinçsiz bir evrim süreci değil, bir amaç uğruna tasarlanmış organizmalardı. "Atın şekli böyle ki biz binelim" gibi amaca yönelik bakış açısına teleolojik denir (Teoloji ile karıştırmayın, entellik üyeliğinizi kaybedersiniz).
Burada aslında, ahlaki felsefesinin temeli olan Altın Orta'yı andıran bir denge anlayışı var: "Doğa herkese ihtiyacı kadar araç vermiştir" diye düşünür. Örneğin güçlü hayvanlar aptaldır, dişleri olmayanın sindirim sistemi kuvvetlidir, vb. Zaten bir kere hayvanlara böyle bakmaya başladı mı, hayatın bir şekilde tasarlanmış olduğu düşüncesine iyice kapılıyor insan.
Tabii onun bildiği ve sınıflandırdığı hayvan sayısı yüzlerle ölçülüyordu, böyle bir denge hesabı yapmak görece kolaydı. Bizim dağarcığımızda ise milyonlarca hayvan var. "Kutup ayısında bunlar bunlar var, ama mikroskopik tardigradların da aşağı kalır yanı yok hani" hesabı yapmak saçma geliyor bize.
***
Tüm bu denge hesapları içinde, Aristo da bir insandan bekleneni yapmış ve her şeyi bir hiyerarşiye oturtmayı, tepesine de insanı koymayı ihmal etmemiş. Rasyonel olduğumuz için zirveyi hakediyoruz ona göre. Bana göreyse, rasyonellik veya zeka, o kadar da matah değiller. Sistine Chapel'i yapmış olmayı, tardigradlar gibi onmilyonlarca yıl, her şart altında hayatta kalıp üreyebilme ile kıyaslayınca, %100 kesinlikle "biz daha iyiyiz" diyemiyorum.
Modern bilimin güzel yanı, insanı hiyerarşilerden ve kendini merkezde görme meyilinden uzaklaştırması. Tepede olmadığımız gibi, tepe diye bir şey de yok artık. Onun yerine şu var, bakalım insanı bulabilecek misiniz:
Evren hakkında hiç bir şey bilmeseydik dahi, sırf bu gezegendeki zaman ölçeğine ve çeşitliliğe bakınca insanın tüm gerçekliği sarsılıyor.
İnsanlar ve Kadınlar
Tekrar MÖ 4.yy'a dönelim. Merkeze Dünya'yı, tepeye de insanı yerleştirmişlerdi ama insandan kasıt, "aynı renkte olduğum erkekler".
Hatta o bile yetmiyor, çünkü beyaz kölelere de imtiyaz yok, zira Aristo için bazı insanlar "doğal köle" idiler. Yani köleliği, savaşın zorunlu bir sonucu olarak görmüyor, ahlaken de gerekli buluyor. Zencileri pamuk tarlalarında çalıştırıp onlar üzerinden zengin olmayı, "ya bunlar aptal zaten, başka türlü yaşayamazlar" diye rasyonalize etmeye benziyor bu.
Perspektif için söylüyorum, Atina nüfusunun büyük kısmı köleydi o zamanlar. Aristo için kölesiz bir hane düşünülemezdi, ancak en fakir insanların kölesi yoktu. Bugün Londra'da yaşayıp da kredi kartı sahibi olmayan bir insan gibi görüyordu onları. Platon'un da öldüğünde birkaç kölesi vardı ve zengin olma sınırını tarla büyüklüğüyle, altın sayısıyla değil, 50 köle sahibi olmakla ölçmüştü.
***
Özgür kadınların da durumu pek farklı değil. Çünkü kadınları, erkeğin eksik, deforme olmuş hali olarak görmüş Aristo. Daha az dişe sahip olduklarını teorisinden bahsetmiştim. Bir başka argüman da, erkeğin hadım edilince kadınlaşması. Yani kadın = taşaksız erkek = eksik erkek.
Atina demokrasisinde kadınların da oy hakkı yoktu doğal olarak. Zaten 1900'ler öncesi hiçbir demokraside kadının oy hakkı yoktu. 2200 sene aynı giden bir şey için Aristo'yu suçlamamalı.
En azından kadınları mal olarak görmüyor Aristo, kendinden sonra gelen bir sürü kültüre kıyasla daha iyi bu konuda. Mesela orta malı olarak paylaşılmasına karşı çıkıyor (gerçi kadın hakları açısından değil de, devletin bu işe insanları zorlamasını sevmemiş). Daha önemlisi, insanın hayattaki amacı ve mutluluğa ulaşma çabas hakkında konuştuğumuz her şeyin, kadınlar için de geçerli olduğunu düşünmüş, yoksa parantez açıp "kadınlar bunu beceremez veya haketmez" dememiş.
Helenistik Çağ
Doğru yanlış tüm bu gözlemleri ve saymadığım daha bir sürü çalışmayı (mantık, retorik, jeoloji, vs) özetlemek ve böyle birinin "miras"ından bahsetmek biraz komik. Bir anlamda mirası hepimiziz. Ansiklopedilerimizde artık onun bulguları yer almıyor ama kafamızın içindeki düşünce kalıplarında epey yeri var. Gerçi o, insanın düşünsel merkezinin kafası değil kalbi olduğunu sanıyordu ama idare edin.
Bu miras konusunu toparlamak için, Aristo serimizin başlangıcına, İskender'le olan ilişkisine dönelim: Aristo'nun hocalık yaptığı İskender, kısa bir süre sonra Atina dahil tüm Yunan şehir-devletlerini tek tek fethetti. Fakat bir yandan Yunan kültürü ve Aristo'nun bakış açısı da, onu fethetti: Ordularına sanatçıları, bilim adamlarını, tarihçileri ve zanaatkârları dâhil ederek, Yunan yarımadası ötesindeki fetihlerini, askeri yağmadan öteye taşımak istedi İskender. Savaş, bir kültür ihracı ve öğrenme fırsatıydı.
Bu yeni dünyanın merkezi, Makedonya veya Atina değil, o güne kadarki en büyük kütüphaneye sahip İskenderiye (Mısır) oldu. Haritadan bakın ve bugün oranın bir Yunan şehri olduğunu hayal edin (aynı zamanda en büyük Yahudi nüfusuna sahip olduğunu).
Şehir devletlerinin yıkılışından, Roma İmparatorluğu’nun doğusuna kadar geçen 300 yıl içinde Yunan kültürü o kadar yayılmıştı ki, Hristiyanlık doğduğunda Filistin bir Roma sömürgesi olmasına rağmen, Yeni Ahit Yunanca yazılmıştır. Lakin bu kültürel birliğin altında, İskender’in ölümünün hemen ardından başlayan ciddi siyasi bölünmeler vardı.
İşte bu şartlar altında, insanın (pardon, erkeğin) böyle istikrarsız ve güvensiz bir ortamda nasıl yaşaması gerektiğine odaklanan, dört yeni felsefe okulu kuruldu. Gelecek bölümde onlara bakacağız.