Stoacılık: Vakur İnsanın Felsefesi
Helenistik Çağ'daki üçüncü durağımız, akıl sağlığınızı korumakta zorlandığınız bugünler için gayet uygun bir felsefe. Tek kelimeyle anlatmamı isterseniz metanet derdim. İki kelimem varsa akıl-mantık. Üçüncü hakkımı panteizm veya kadercilikten yana kullanır, dördüncüde artık garip dolapların döndüğünü farkedip kimliğinizi göstermenizi rica ederdim.
Felsefenin Öyküsü: Helenistik Çağ
- Kinikler
- Epikürcüler
- Stoacılar
- Skeptikler
- Neo-Platoncular
***
Stoacılık, Epikürcülük'ün ana rakibiydi ve zamanla Greko-Romen dünyasının en popüler felsefesi oldu. Hrıstiyanlık yayıldığında bile eğitimli elitler kendilerini Stoacı olarak görüyorları. Uzun ömrünün ve geniş etkisinin bir kanıtı: En ünlü üç Stoacı da (Seneca, Epictetus, Marcus Aurelius) bu felsefenin başlangıcından 300-400 sene sonra yaşadı.
Tıpkı epicurean kelimesinde olduğu gibi, bugün İngilizce'de stoic kelimesinin anlamı kaymış vaziyette. "Acı ve zevk karşısında duygusuz, kayıtsız kalmak" gibi bir manası var. Halbuki Stoacılık buna indirgenecek bir değil, sistematik bir felsefeydi, yani insanlığın tüm sorularına cevap arıyordu.
Bu cevaplara dalmadan önce, hepinizin aklını kurcalayan, sizi geceleri uyutmayan o sorudan başlayalım: Kurucusu Zenon ise, neden adına "Zenonizm" veya "Zenoacılık" değil de Stoacılık deniyor? Kim bu Stoa?
Başlangıç...
Stoa, üstü kapalı yürüyüş yoludur. Eskinin işportacı mekanları olarak düşünebilirsiniz; şehir meydanlarını ve pazar yerlerini (agora) çevreliyorlardı. Zenon derslerini, Atina'daki meydanın kuzey stoasında, halka açık bir şekilde verirmiş, adı oradan kalmış.
Bu Zenon, Sokrat'tan önce yaşamış olan ve ismini paradokslara veren değil, bu Zenon Kıbrıslı Zenon (ona göre ayağınızı denk alın!). Bir gemi kazası sonrası zoraki Atina'ya geliyor. Daha 20 yaşında ve hali vakti yerinde bir tüccar, aklında felsefe öğrenmek filan yok. Ama bir kitapçıda okuduğu Sokrat tasvirinden çok etkileniyor ve dükkan sahibine "burada Sokrat gibi bir adam var mı" diye soruyor. Dükkan sahibinin cevabı kesin: "Saatlerdir buradasın be adam, bari bir şey satın al". Tam o sırada dükkanın önünden geçen bir adamı görünce de "Hah, aradığın adam bu işte, git ona bela ol" diyor.
O adam Crates idi, zamanının en meşhur Kiniklerindendi. Hatırladınız değil mi Kinizmi? Bunların hepsi paralel gelişen felsefeler, biri bitip de diğeri başlamıyor.
Zenon sonraki 20 seneyi Crates'in ve başkalarının öğrencisi olarak geçiriyor. M.Ö. 300 yıllarında da kendi derslerini vermeye başlıyor. Meslektaşlarının çoğunun aksine, daha hayattayken epey saygı görmüş.
ve Son
Zenon'un uzun ve başarılı yaşamının sonu da bir o kadar akılda kalıcı: Bir gün okulundan çıkarken ayağı takılıp düşmüş ve ayak parmağını kırmış. Sonra öfleye pöfleye yeri dövüp "tamam tamam, zaten kendi isteğimle geldim, ne diye böyle zorluyorsun" benzeri bir alıntı yapmış, ölüm ve yeraltı dünyası hakkındaki bir eserden. Bu olayı bir işaret olarak kabul edip, hayatının muhasebesini yapıyor ve "iyi yaşadık, yapacağımızı da yaptık, hadi bana eyvallah" diyerek intihar ediyor.
Biraz da bu hikayenin bir sonucu olarak, Stoacılıkta intihar bir tabu değildi. Zenon gibi miyadını doldurduğunu düşünenler, veya metanetle karşılanamayacak kadar büyük ve çözümsüz acılar çekenler için, intihar normal bir seçimdi.
Stoacı Felsefenin Genel Hatları
Stoacılar, felsefeyi üç alana ayırdılar:
- Mantık: Doğru düşünebilmek
- Fizik: Evrenin yapısı ve bizim metafizik dediğimiz şeyler
- Etik: İyi yaşam nasıl olmalı
Bunların arasındaki ilişkiyi şöyle resmetmişler: Felsefe bir bahçeyse, onu çevreleyen çit mantık, ortasında yeşeren ağaç fizik, ağacın meyvesi de ahlak. Şimdi elinizi çenenize götürün ve hmm diyerek bu metaforu anlamışmış gibi yapın. Ben hala o pozdayım.
Önemli olan, bu alanların birbirinin üzerine inşa edilmiş olması. Sırayla gidelim...
1. Mantık
Zenon'dan önce, Aristo'nun mantık anlayışının temel taşı syllogism idi, yani üçlü gruplar halinde yazılan çıkarımlar. Eğer ilk iki öğe doğruysa, üçüncü öğe (çıkarım kısmı) %100 doğru olmak zorunda:
- Tüm insanlar ölümlüdür
- Sokrat bir insandır
- Öyleyse Sokrat da ölümlüdür. (O ölümlü Sokrat bir türlü ölemedi, yüzyıllardır felsefe ve mantık öğrencilerine hep bu örnek veriliyor).
Burada gruplar ve grup üyelerini kullanarak tümdengelim yapıyoruz. Stoacılar ise propositional logic denen mantığı geliştiriyorlar. İşaretli öğelerin farkına bakın:
- Eğer Sokrat nefes alıyorsa hayattadır
- Sokrat nefes alıyor
- Öyleyse yaşıyor.
(Bunun tersi doğru değil, yani Sokrat hayattaysa nefes almak zorunda değil.)
Tümdengelimin uygulaması gerçek hayatta epey sınırlı, "her" ve "hiçbir" ile başlayan fazla genelleme yok. Ama propositional logic'te ele alınan eylemler ve durumlar daha gündelik.
***
Bu mantık bazı bağlaçlara dayanır. Yukardaki örnekteki if-then bağlacına ek olarak ve, veya, değil içeren önermeleri de incelemişler, ki bunlar bugün programlamacılıkta kullanılan Boolean operatörleri. Bunlar bize basit geliyor olabilir ama 20.yy filozofları için, Stoacıların en çok bu konudaki çalışmaları önemliydi.
Peki mantık konusu Stoacılar için niye önemliydi?
- Evrenin akıl ile anlaşılabileceğine inanıyorlardı.
- Daha da önemlisi, evrenin bizzat düşünebilen bir akıl olduğuna inanıyorlardı.
2. Fizik ve Evren
Bir Stoacı için Tanrı, uzay-zamanın içinde veya dışında bir karakter değil, onun ta kendisiydi. Yani bizim aşina olduğumuz, insan-merkezci bir baba figürü yok.
Ona aynı zamanda akıl, kader ve logos da demişler. İsmi ne olursa olsun, temeldeki düşünce şöyle özetlenebilir:
- Evren fizikseldir (mesela apayrı bir idealar dünyası yok)
- Evrenin kendi aklı vardır. (biz buna doğa kanunları diyebiliriz)
- Her şey, bu kanunlara göre olur ve önceden bellidir.
- Evrenin aklını, yani bu sebep-sonuç ilişkileri ağını, kendi aklımız ile anlayabiliriz.
Kısacası kadercilik + doğacı panteizm (naturalistic pantheism)
***
Kader kısmını biraz açayım:
"Yarın yağmur yağacağı yanlış mıdır, doğru mudur" diye sorsam, bir kısmınız tuzağa düşmeyip "henüz yanlış veya doğru değildir" diyecektir. Stoacılar içinse, gelecek hakkındaki her iddianın doğrusu yanlışı daha bugünden bellidir. Bunu da demin bahsettiğim propositional mantıkla açıklıyorlar:
Her önerme (proposition) doğrudur veya yanlıştır. Eğer gelecek hakkındaki önermeler de doğru veya yanlışlarsa, bu doğru-yanlışların sebebi sonradan olacak şeyler olamaz, önceki olaylar olmalıdır. Eğer bu bir önerme için geçerliyse, her önerme, yani her olay için geçerlidir. Dolayısıyla olan her şey kaderdir. Öptüm qed bye. -Cicero
Sonsuz Irmaklar
O kadar kadercilerdi ki, sadece bu evreni değil, önceki ve sonraki evrenleri de işin içine katıyorlardı. Yani tıpkı Hinduizm'deki gibi, evrenin sürekli bir yokoluş ve yaratım döngüsünde olduğunu düşünüyorlardı.
Bu döngüde işin içine dört element filan giriyor ama kazara bir tane daha element katıp Bruce Willis'e telif ödememek için o kısımları atlıyorum, asıl önemli ayrıntı şu: Diğer benzer inançlardan farklı olarak, her döngünün birbirinin aynısı olduğunu, çünkü evrenin düşüncelerinin ve düzeninin değişmediğini düşünüyorlardı.
Yani Herakleitos yanlıştı, aynı ırmakta iki kere de yıkanılır, iki bin kere de yıkanılır. Biz hayata tekrar geleceğiz ama bu bir tekamül fırsatı olmayacak, sadece aynı sahnelerin tekrarı olacak. Bu satırları sonsuza kadar hep yazacağım, siz de hep okuyacaksınız, ve her seferinde beni kel, göbekli, gözlüklü bir kütüphane faresi olarak hayal edeceksiniz. Zaman bir çemberdir.
Özgür İrade Sorunu: Chrysippus'un Silindiri
Şimdi diyeceksiniz ki, "kader varsa felsefelerinin üçüncü kısmı olan etik, yani insanın davranışlarını değiştirmesi ve onlardan mesul olması, nasıl mümkün olabilir?".
Bunun bir basit cevabı var, tembellik argümanı adı altında incelenen: "İnsanın felsefe ve etik öğrenmesi, kendini geliştirmeye çalışması da kaderidir. "Kaderde yazılı" diye oturduğun yerde hastalığını atlatmıyorsun, doktora gidiyor, ilaç alıyorsun. Bunların hepsi, bir sonuç için (iyileşmen) gerekli olan sebepler ve hepsi bu kader ağının parçaları.
***
Fakat Stoacılar daha da derine inip, modern zamanlarda şu şekilde dillendirdiğimiz soruna bakmışlar: Determinizm varsa özgür irade nasıl olur?
Bu konuya hakkını vermek için geçenlerde ayrıntılı bir yazı yazdım, zamanınız olunca aşağıdaki linkten okuyun. Okumayacak tembeller için birkaç maddelik özeti şöyle:
- "Özgür irade" yanıltıcı ve aşırı basit bir terim. Bu konuları farklı terimlerle konuşmak gerek (volution, agency, vs)
- Stoacılar "kontrolümüzde" olan şeyler ile "sorumluluk sahibi" olduğumuz şeyleri ayırmışlar.
- Bu ayrımı şöyle de yapabiliriz: Önemi olan nedir? Herhangi bir alternatif seçebilmek mi, yoksa davranışlarının sebeplerinin farkında olmak mı? Stoacılar için sebepler ve farkındalık daha önemliydi.
- İçsel sebepler ile dışsal sebepleri ayırıyorlar. Bir insanın hayatına bir sebep etki eder, bazısı dışsaldır (doğa olayları), bazısı da içsel (karakter, genetik, hatıralar, mantık).
- Bu farkı anlatan bir silindir analojisi var: Eğer silindiri itersem, yuvarlanmaya başlar. Onu iten benim (dışsal sebep) ama yuvarlanmaya devam etmesi, kendi yapısından ileri gelir (içsel sebep). Bir küp olsaydı yuvarlanmayı bırakacaktı.
- İçsel sebepler de önceki olayların birer sonucu, yani durduk yere yoktan varolmuyorlar. Fakat kendi kendilerini değiştirebiliyorlar. Örneğin, eğitimim sayesinde sonraki kararlarım değişiyor, hafızam değişiyor, bunlar daha sonraki eğitimimi belirliyor vs. (feedback loop)
- Ve bu döngü biziz. Yani içsel sebeplerin toplamı "biz" dediğimiz şeyiz zaten. Kendi kendini sürekli ittiren ve değiştiren bir silindir gibiyiz.
- Dahası, bu içsel sebeplerin farkındayız ve onu analiz edebiliyoruz (reflective thinking). Bu farkındalık da bizi davranışlarımızdan sorumlu kılıyor.
***
Eğer emergence kavramını bilselerdi, son adımı şöyle atarlardı: Evren temel seviyede (fizik) deterministik olabilir ama yukarı katmanlara çıkıldıkça (kimya, biyoloji, psikoloji, sosyoloji), o determinizm kayboluyor. Her seviye, bir öncekinin üstüne kurulu olsa da, ona indirgenemeyecek bir takım bilgiler içeriyor. İrade, bilinç gibi üst seviye şistemler, alt seviyedeki determinizmden muaflar.
Stoacılar bunu tam anlamasalar da biraz sezdikleri için içsel sebeplere ve kendimizi değiştirebilme yeteneğimize bu kadar önem verdiler. Bu da ahlak felsefelerine temel oluşturdu...
3. Ahlak
Önceki kısımlar, bahçedeki ağacın meyvesine ulaşabilmek içindi. Şimdi o meyveyi yiyelim: İnsan nasıl yaşamalı?
İnsan, evrenin/doğanın kurallarını anlayıp ona uygun yaşamalı. Akıntıya karşı kürek çekmek acıya neden olur ama aklımızı kullanıp, nehir yatağını keşfedersek (meali: evreni anlarsak), akıntıyla beraber rahat rahat yüzebiliriz. Burada, temeldeki düzenin "iyi" olduğu varsayımı var, ona uyması gereken biziz.
Keşfedilecek şeyler arasında kendi aklımızın çalışma şekli de var. İnsanın düşünceleri üstüne düşünmesi bu yüzden önemli. Bunun bugünkü yansıması cognitive psikoloji alanı hakkında kendinizi eğitmek. Zaten Stoacılık sadece bir dizi inanç değil, bir yaşam biçimiydi. Bir başka deyişle, sürekli kendini sorgulamak, Sokratik diyaloglara girmek, kritik düşünce, bir nevi ibadet idi. Marcus Aurelius'un yazıları bolca pratik ve kişisel gelişim tavsiyesi içerir.
Akıl ve Ahlak İlişkisi
Akıl ve ahlak arasındaki bu içli dışlı ilişki, bizim zamanımıza daha uygun bir tavır. Fakat bundan sonra yayılan Hrıstiyanlığın, 1500 sene boyunca üç ters etkisi oluyor:
- Akıl ile Dünya'yı anlama fikrine bir sınır getiriliyor. "Asıl gerçek" aklın dışında. (Doğu'da zaten hep o sınır vardı).
- Kişisel gelişim yolu sorgulamadan geçmiyor. Kendini suçlu hissetmekten (original sin) ve kendini bir baba figürüne teslim etmekten geçiyor.
- Ahlak, akıl ile tamamen alakasız bir düzleme çıkarılıyor. Bir tartışma konusu olmaktan çıkıp, uyulacak kurallar dizisine dönüşüyor (Kilise'nin hegemonyasını sağlamak için)
Hrıstiyanlık yerine Stoacılığın hakim olduğu bir Avrupa nasıl olurdu acaba?
Tahmin etmişsinizdir, bir ateist olmama rağmen bu tip düşüncelere yakınım. Zira ancak fanatikler, kendi konumlarından başka her şeye eşit mesafede dururlar. Normal bir insansa hep derecelendirme yapar.
Biraz daha iddialı bir tahmin yapayım: İslam ve Hrıstiyanlığın içindeki mistik akımlar, Stoacılara, Deistlere ve benim gibilere, kendi dinlerinin anaakım yorumuna olduklarından daha yakınlar.
Erdem, Mutluluk ve Epikürcülük Kıyası
Stoacı ahlakın ilk yarısı akılsa, ikinci yarısı da erdemler hakkındaydı. Stoacılar için en önemli erdemler bilgelik, cesaret, adalet ve ölçülü olmak idi ama bunların tanımları üstünde kafa patlatmak yararsız olacak, başka bir açıdan yaklaşayım:
Günümüzde stoic kelimesinin, "hissizlik" ile özdeşleşmesinden bahsetmiştik. Halbuki Zenon'dan 3 asır sonra yaşamış olan Seneca (İsa’nın çağdaşı, imparator Neron’un hocası) Bir Stoacıdan Mektuplar eserinde buna karşı çıkar:
"Bizim bilgemiz dertlerini hisseder ve onların üstesinden gelir, onların (Epikürcülerin) bilgesi ise dertlerini hissetmez dahi"
Bu kıyası biraz daha açalım:
- Epikürcülere göre erdemler birer amaç değil araçtı. Mesela adil olmamak, mutsuzluğa yolaçtığı için kötüydü. Stoacılara göreyse erdem daha merkezi bir yerde: Adalet kendi kendinin amacıdır.
- Epikürcüler acıdan arındırılmış bir huzuru arıyor, Stoacılarsa acıyı hayatın bir sabiti kabul ediyorlar. Epictetus'un dediği gibi, bazen kontrolümüz dışında bir sürü şey olacak, yağmur yağacak, seller olacak, Arap kızı camdan bakacak. Bu tip olaylara karşı pragmatik davranmamız lazım. Sorunun çözümü varsa eyleme geçer, yoksa metin olup dayanır, dayanamazsak da işlerimizi yoluna koyup intihar ederiz.
- Dolayısıyla Epikürcülerin mutluluğu, acıyı engellemeye bağlı. Bunun için ölüm korkusuna ve bazı isteklere ("doğal ve gerekli olmayan" istekler) savaş açarlar. Stoacılar ise mutluluğu, acıya rağmen tecrübe etmeyi öğrenirler. Mutlu olamazlarsa da Dünya'nın sonu değil, erdemli davranmaları daha mühim.
- Tek bir şey hatırlayacaksanız şu olsun: İkisi de basit, aşırılıktan uzak yaşamı salık veriyor ama Stoacılar için erdem ve evrenin doğasına uyumlu olmak önemliyken, Epikürcüler için acıyı azaltıp mutlu olmak esastır.
Devlet 2.0
Başladığımız yere, Zenon'a dönelim. Platon gibi onun da Devlet adında bir eseri vardı, fakat günümüze bu esere yapılmış birkaç alıntı kalmış sadece. Bu utopik düzende para yoktur, tapınaklar yoktur, mahkemeler yoktur, evlilik de yoktur. Akılcı davranan ve basit yaşayan vatandaşlar vardır sadece.
Bunları tek tek eleştirmeyeyim: O zamanki bir Yunan'ın, organizasyonel konuları aşırı basit düşünmesi doğal, zira birkaç bin kişilik şehirlerde yaşıyorlardı. Atina'yı bile topyekün bir stadyuma doldurmak mümkün, hepi topu 40 bin kişi var, ki bunların da ezici çoğunluğu kadın, köle, çocuk vs (yani oy kullanamıyorlar).
Fakat bazı görüşleri hala taze: Mesela Epikürcülerin aksine, günlük hayatın içinde olmaya ve kamusal görevler almaya önem veriyorlar.
Aslında burası biraz yoruma kalmış: Eğer çevrenizdeki tüm olayları, sizi duygusal olarak etkileyip etkilemedikleri üzerinden değerlendirirseniz, Stoacılık da içe dönük bir felsefe haline gelir. Hegel'in Stoacılık eleştirisi bu yönde. Ama ben, "etrafını gözle, anla, ve değiştirebileceğini değiştir, yanındakilere karşı görevlerini yerine getir" şeklinde okuyorum. Dolayısıyla bir vatandaşlık bilinci hakim.
***
Daha ilginci, kozmopolitan bir düzene inanıyorlar. Stoacı gelenekte, sosyal sınıf farkları pek önemsenmez. Kadın-erkek, zengin-fakir, yerli-yabancı farketmez, aklını kullanan herkes bir Stoacı olabilir. Aurelius zengin bir Roma mahallesinde yetişmişti, Seneca İspanya'daki bir şövalyenin oğluydu, Epictetus ise Pamukkale'de bir köle olarak doğmuştu.
"Herkesin kabiliyeti eşittir" demiyorlar ama kapıları herkese açık. Kiniklerde gördüğümüz Diyojen ne demişti? "Ben Atina'lı değilim, ben Dünya vatandaşıyım."
4. Miras
Bu evrenselliğin ve basitliğin, erken Hrıstiyanlığı etkilemiş olması kaçınılmaz. Zenon'un kendisi de İsa gibi basit yaşamış. Okulunda hep basit yemekler sunulmuş, kıyafetleri hep gösterişsiz olmuş. Sonradan eksikliğini hissetmemek için, baştan lükse alışmıyorlar.
Özünde kölelere, ezilmişlere daha uygun bir felsefe olmasına rağmen, koskoca Roma imparatorlarının bile görece eşitliği, basitliği, vakurluğu savunup, kendilerini geliştirmeye inanmaları, her düşündüğümde beni şaşırtır. (Sürekli de düşünürüm böyle şeyleri, entellik kolay değil arkadaşlar)
Neo-Stoacılık
Bu akım, 16.yy'da Neo-Stoacılık adı altında tekrar canlandırılıp, Hrıstiyanlıkla birleştirilmeye çalışıldı. Daha doğrusu, Stoacılığı, Hrıstiyan bir nüfusa anlayacakları dilden anlatmaya çalıştılar.
Tabii ki bu noktada physicalism ve panteizm vurgusu bitti, çünkü materyal evrenin parçası olmayan şeyler var (cennet ve aşkın bir Tanrı). Ama zaten mesele, Stoacı metafizik değil, ahlak anlayışı ve günlük hayata uygulanabilecek pratiklerdi. Tüm o erdem, metanet, aşırı zevklerden sakınma, acıya sebep olan tutkuları kontrol altına alma öğeleri korundu.
Neo-Stoacılık, ortalama Hrıstiyanı kalıcı biçimde değiştiremese de, Spinoza, Descartes, Bacon gibi filozoflara etki etti.
Öz Hakiki Neo-Stoacılık: Modern Stoacılık
Modern Stoacılık ise, aynı şeyin 20.yy versiyonu: Metafizik kısmını ve sonradan eklemlenen Hrıstiyan yorumunu atıp, etik kısmına odaklanıyorlar. Klasik yaklaşımla arasındaki farklara bakalım:
1) Eskiler herkesin Stoacı olabileceğini savunurken, bu modernler bazı şartlar koşmuşlar: Asgari bir materyal zenginlik gerekir ki, insan fiziken ve kafaca sağlıklı biçimde gelişmiş olsun, stresli ortamlarda büyümemiş olsun, vs.
Çünkü daha temeldeki ihtiyaçlar karşılanmazsa, o farkındalık ve öz-yargılama kapasitesi (reflective thinking) gelişemez. Gelişse bile, pratikte kullanılamaz. Maslov'un ihtiyaçlar piramidine analoji kurabilirsiniz.
***
2) İkinci fark, Epictetus'un "kontrolümüzde olan ve olmayan şeyler" ayrımı hakkında. Bunu bir yalancı ikilem olarak görüyorlar ve bir devamlılık/spektrum olarak yeniden yorumluyorlar. Yani çoğu şey üstünde ne tam, ne de sıfır kontrol sahibiyiz. Dolayısıyla irade, ahlaki sorumluluk ve kötü olaylara karşı dayanma gücü gibi konular hep bir derece muhasebesi içerir.
Örneğin politika denince aklımıza ilk gelen şey, en tepedeki, yani bize en uzaktaki iktidar mücadeleleri. Gündemimiz hep bunlar hakkında. Bunlara etki edebiliyoruz tabii ki (seçimlerde oy atarak, gösteri yaparak) ama daha yerel seviyedeki politikaya (mahalle meclisi, belediye, işyerindeki haksızlıklar, vs) daha çok enerji harcamalıyız, çünkü onlar üstündeki kontrolümüz daha çok.
(Global seviyede kaderci bir felsefenin, insanın dikkatini doğru yere odaklayarak onu daha çok eyleme teşvik etmesi ilginç. Bunu bir muhasebe ile yapması da. Fakat, insanın birey olarak kontrol edebileceği şeyler ile organize olup kontrol edebileceği şeyler çok farklı. Ve hayattaki bir çok şey, bir organizasyon meselesi. Dolayısıya burada klasik veya modern Stoacılığın eksik kaldığını düşünüyorum. Kontrol kavramına odaklanmak, bu kadar karmaşık bir dünyada manasız. Bu konuda Incrementalism daha önemli bir yaklaşım, linkteki podcast bölümü de epey güzel.)
***
3) Diğer bir fark "doğaya/evrene uygun yaşamın iyi olduğu" varsayımıyla alakalı. Eskiler -sadece Stoacılar değil- teleolojik görüştelerdi, yani her şeyin bir amaç uğruna yaratıldığını düşünüyorlardı ("atlar biz binelim diye o şekilde yaratılmışlardır" gibi). Halbuki 20.yy'daki bir insan için...
- doğa kısmen rastgeledir ve aşırı derecede acı içerir
- tasarımlar "akıllı" değildir ("at, optimum bir seyahat aracı değildir")
- doğaya insan-merkezci bakılmaz ("atın varoluş amacının senle alakası yok")
- şeylerin arkasında illa bir amaç aranmaz ("atın herhangi bir varoluş amacı da yok")
Bu nedenle, bu "doğaya uygun yaşama" meselesini şöyle yorumlamışlar: "Evrenin gerçeklerini anlamak, teorilerimizi buna göre güncellemek ama illa da onlara uygun yaşamamak". Yani bilim yoluyla mümkün olduğunca çok bilgi toplarız, sonra bunlar üzerinden ayrı bir ahlaki tartışma yaparız, ama varacağımız sonuç illa da "doğaya en yakın seçenek" olmaz.
Örneğin gay hakları konusu: "Homoseksüellik üremeye yolaçmıyor, bu da evrime ve doğaya aykırı" diye onu yasaklamak yanlış. Birincisi, bilim bunun diğer hayvanlarda da olduğunu ve biyolojik faktörlerden etkilendiğini gösteriyor. Yani "doğaya aykırılık" konusu bulanık. Ama asıl önemlisi, 20.yy'a liberalizm hakim. Ve liberal etik açısından, homoseksüelliğin %0 oranda biyolojiye, %100 oranda seçime bağlı olması dahi bir şeyi değiştirmeyecekti, çünkü başkasına somut zarar vermeyen her davranış serbest olmalı.
Nasıl ki Neo-Stoacılık, Hrıstiyanlık çerçevesi içinde yeşermişti, Modern Stoacılık da bilimsel metod ve liberalizm çerçeveleri içinde varoluyor.
***
Toparlarsak...
Thomas Jefferson öldüğünde, başucunda Seneca'nın eserleri duruyordu. Bugün dahi, Aurelius'un Meditations'ını okumamış olan bir felsefe meraklısı yoktur. (Basılması planlanan bir eserden ziyade bir günlük gibidir).
Epikürcülükle hem kardeş, hem de rakip bir felsefe bu. Mantık, fizik ve ahlak alanlarını birbirine bağlıyor. Bir yandan insana sorumluluk veriyor, bir yandan da seçim şansını elinden alıyor. İnançlardan daha çok pratiklere odaklı. Basit yaşamayı, erdemli olmayı ve dayanıklı kalmayı öğütlüyor.
Ben epey zevk aldım, umarım hakkını vermişimdir, eksik kalan bir şey varsa yorumlarda yazarsınız. Bir sonraki durağımız Skeptikler.