Gölge Etme Başka İhsan İstemem: Diyojen ve Kinikler
Felsefenin Öyküsü: önceki bölüm | dizinin başı | hepsi
Hikayeyi duymuşsunuzdur: Büyük İskender bir gün Korinthos'a gelir ve hakkında çok şey duyduğu o garip filozofu bizzat ziyaret etmek ister. Tabii Diyojen'in bir villası yok, sokaklarda yaşıyor. O sabah da açık bir alanda yatmış güneşlenmekte. Kendisine doğru gelen kalabalığa, yattığı yerden biraz doğrulup bakarken, İskender öne çıkar ve kendini tanıtır:
-Ben büyük kral İskender'im. (I am Alexander, the great king)
-Ben de köpek Diyojen'im. (and I am Diogenes the dog)
Büyük kral, yerde yatan adama, kendisinden bir isteği olup olmadığını samimiyetle sorar. Diyojen de istifini bozmadan "Evet, gölge etme yeter" diyerek, dünyevi değerleri ne kadar küçümsediğini gösterir.
Bu tarihi ayar sonrası, İskender, kıkırdayan adamlarına dönüp şunu der ve sahneden çekilir:
"Eğer İskender olmasaydım, Diyojen olurdum."
Binbir versiyonu olan ve muhtemelen hiç yaşanmamış bu anı yüzünden, Diyojen'i bir profesyonel laf sokucudan ibaret görmeniz doğal. Oysa temsil ettiği Kinizm akımı, antik dönem sonrası siyasal gelişmelere bir tepkiydi. Yani diyorum ki, önce "büyük resmi görün"...
Hellenizm ve Güçsüzlük Hissi
Bir uygarlığın tarihini çağlara bölmek yapay bir iş elbette. Anekdotlar ve çağlar, biz tarihi daha kolay anlayalım diye varlar. Yoksa M.Ö. 300 yılındaki Yunanlar şöyle bir şey yaşamadılar:
"Arkadaşlar, hazırsak Antik Çağ'ı kapatıp Hellenistik Dönem'e geçiyoruz, geride eşya bırakmayın. Evet, 10...9...8...7...hooop, kes kes kes...İskenderciğim tam sıfırda ortaya çıkacaksın, bak kadraja giriyor kafan. Hadi tekrar, 10...9..."
"Hellenistik" terimi bile 19.yy öncesi yoktu. Yunanlar kendilerine "Helen" diyorlardı tabii ama bir dönem adı olarak kullanılmıyordu bu. Tıpkı "Bizans" gibi.
Fakat o dönemde gerçek bir değişim vardı: Yunan şehir devletlerinin yerini İskender'in imparatorluğu alıyor ve Yunan kültürü, yarımadanın çok ötesine iyice yayılıyor. Bu, merkezi bir propaganda yoluyla olmuyor; zaten İskender'in ölümünden sonra imparatorluk generalleri arasında paylaşıldığı için, merkezi bir iktidar da kalmıyor. Daha ziyade organik ve dağınık bir Helenleşme bu.
Ve yine yapay bir biçimde, Roma İmparatorluğu ile bu çağı kapıyoruz. Sanki Roma bir gecede peydah olmuş gibi ve Yunan kültürünü özümseyip yaymaya devam etmemişler gibi...
Bu siyasi gelişmeler bizim için niye önemli?
Yunan şehir devletleri bağımsızlıklarını kaybettikçe, hakim felsefeler de içe dönüyorlar. Yani Atina'lı biri, Platon'un zamanında yaptığı gibi, "İdeal devlet nasıl olmalı?" sorusuna kafa patlatmıyor artık. Elinden devlet şekillendirme gücü alınmış çoktan. Bu güçsüzlüğe cevaben -veya belki de onunla yüzleşmemek için- "haksızlığın kol gezdiği böyle boktan bir düzende, insan ne yapmalıdır, kendi içinde mutluluğu nasıl bulmalıdır" sorusu önem kazanıyor.
Bu da bizi, Hellenistik Çağ'da taraftar kazanan gruplara getiriyor:
- Kinikler
- Epiküristler
- Stoacılar
- Skeptikler
- Neo-Platoncular
Bu yeni düşünsel manzarayı keşfe Kiniklerle başlıyoruz, çünkü Dünya nimetlerine sırt çevirmeyi ve otoriteye nefreti en keskin biçimde onlar ifade ediyorlar.
Bakın, aynı şey 300 sene sonra tekrar yaşanacak. Bu sefer yükselen imparatorluğun adı Makedonya değil Roma olacak, içe dönük tepkinin adı da Kinizm değil Hrıstiyanlık.
Kinizmin Babası Antisthenes ve Buddha
Antisthenes, Sokrat'ın öğrencilerindendi ve onun ölümüne kadar görece aristokratik bir hayat yaşadı. Fakat Atina'nın düşüşe geçmesi ve hocasının ölümü (daha doğrusu, otoriteler tarafından idama mahkum edilmesi) onda derin bir değişikliğe neden oldu. Eskiden sevdiği lükslerden nefret etmeye, eskiden saygı duyduğu kurumlara hakaret etmeye başladı. Bunu yaptıkça, "gerçeği" daha çıplak haliyle gördüğünü düşündü.
Bu bakımdan hikayesi Buddha'nınkini andırır biraz. Şurada kısaca bahsetmiştim, alıntılayayım:
Saraylarda tam bir monşer olarak yetişiyor. Şansına bir gün hayatın çirkin yüzüyle karşılaşınca (hastalık, yaşlılık, ölüm) o zamana kadar kör olduğunu farkedip saraydan kaçıyor, saçmasapan insanların ve fikirlerin peşinden gidiyor...
...Buddha’nın hikayesi, görünüşte başarılı ama gayet kusurlu bir insanın gözden düşmesi ve bir sürü denemeden sonra esas başarıyı bulma hikayesidir.
Antisthenes de düştüğü ilk boşluk sonrası, daha basit ve yoksul (ascetic) bir hayatı tembihlemeye başlıyor. Makedon antipatisinin de yardımıyla, iktidarı -herhangi bir iktidarı- olumlayan her türlü değere karşı çıkıyor: Şan, şöhret, mülk, din, sosyal sınıflar, milliyetçilik...Hatta en küçük otorite birimi olan aileye dahi.
Ona göre felsefe, insanı, toplumun yasalarının, ahlaki normlarının, yapay ayrımlarının ötesine taşıyarak özgürleştirir. Filozofun yurdu olmaz, o bir Dünya vatandaşıdır. Filozofun anayasası olmaz, onun yasası bilgelik ve erdemdir. Bir nevi anarşizm bu.
***
"Ona göre" diyorum da, aslında kolaylık olsun diye bunları Antisthenes'e atfediyorum, yoksa geride bıraktığı bir yazılı kaynağı yok. Hatta muhtemelen "kinik" terimini bile bilmiyordu. Siz bunları, Sokrat'ın ölümünden Roma'nın yükselişine kadar geçen sürede yayılan Kiniklerin ortak anlayışları olarak düşünün.
Kişiler özelinde değil de akımlar bazında bakmanız önemli, zira Hint felsefeleri ile yaşanan bu paralellik, düşüncelerin bizzat oradan gelmesiyle de açıklanabilir. Antisthenes, Sokrat'ın çağdaşı olduğu için biraz erken kalıyor ama onun ardılları, Hindistan ile Yunanistan arasında kurulmuş bir Helen köprüsünden istifade ettiler. Bu köprü de çift yönlü işlemiş olmalı.
Diyojen ve Köpekleri
Kinikler, insanları materyal ve düşünsel alışkanlıklarından kolayca vazgeçiremeyeceklerini bildikleri için, onları bilerek şok etmeye yeltenmişler. Ulvi amaçları olan troller olarak düşünebiliriz onları. Sokak ortasında yatmak, sıçmak, sevişmek, küfretmek, vb her şeyi inadına yapmışlar.
Zaten bir yoruma göre, böyle köpek gibi yaşadıkları için Yunanca "köpek gibi" manasına gelen kinik denmiş kendilerine. Bir diğer hikayeye göre de, Antisthenes'in ilk öğrettiği okulun adı "beyaz köpeğin yeri" olduğu için bu adı almışlar.
Her halükarda, bu trollerin en ünlüsü olan Diyojen'in lakabı köpekti ve o da bunu sahiplenmişti. Klasik tablolarında hep bir köpek figürü ile tasvir edilegelmiş.
(Bu arada, İngilizce'de günlük hayatta kullanılan cynic kelimesinin anlamı biraz farklı, "kötümser"e daha yakın. Felsefe olan Cynic ile karıştırmamak lazım.)
***
Diyojen Sinop doğumlu idi. Evet, bildiğimiz Sinop. Onca anekdota konu olan bir adamın Karadenizli olması şaşırtmamıştır sizi.
Ama Diyojen Sinop'ta fazla kalmaz, zira oranın darphanesinden sorumlu olan babasıyla birlikte bazı madeni paralara bilerek zarar verdiği için suçlu bulunur ve Atina'ya kaçar. (Madeni paraların üstünde otorite figürleri olduğu için, ona zarar vermek bir suç.)
Bir ara korsanlar tarafından yakalanır -neden olmasın?- ve esir pazarına götürülür. Kime satılacağına karar vermek için kendisine ne iş yaptığı sorulunca, cevabı "insanları idare etmek" olur ve iyi giyimli birine işaret edip "beni ona satın, yönetilmek istediği belli" der. Hakikaten de o adama satılır ve İskender'le tanışacağı Korintos'a, o adamın işlerini idare edip çocuğuna öğretmen olmaya gider.
Bazı Anekdotlar
Bir fıçı içinde yaşadığını biliyorsunuz zaten. Bir başka meşhur alışkanlığı da, gün içinde elinde yanan bir mumla dolanması. Ne yaptığını soranlara "dürüst ve gerçek bir adam arıyorum" diye cevap verirmiş.
"Adam arayıp da bulamama" temasındaki başka bir hikaye de Olimpiyatlarla ilgili: Oradan döndükten sonra birisi oyunların kalabalık olup olmadığını sormuş. Cevabı: "Evet, çok kalabalıktı ama pek az adam vardı."
Eh, boşuna profesyonel laf sokucu dememiştim.
Basitliğe özenmek için çiğ et yediği söylenir. Hatta bir gün eliyle yemek yiyen bir çocuk görünce, "bu çocuk beni basitlikte geçti" diyerek çatalını da atar.
Başka? Bir ziyafette davetliler ona kemik atınca, o da beklentileri boşa çıkarmayıp, bir köpek gibi tek ayağını kaldırarak oraya işemeye başlamış.
Bunlara benzer dünya kadar hikaye var, ki muhtemelen çoğu sonradan uydurulmuş. Aynı anda hem saygı gören hem de dalga geçilen, bir nevi köyün delisi idi Diyojen. En azından toplumsal hafızada yer etmiş versiyonu böyle.
İkiyüzlü Diyojen
İşin komik tarafı, şana ve şöhrete karşı çıkan birinin bu kadar meşhur olması. Büyük İskender'in bile ayağına gittiği biri bu sonuçta. Ve bu şanı da doğal bir biçimde değil, bizzat kendisinin ittirmesiyle oluşmuş. Zira otoriteye itaatsizliğini kendi başına yaşamak yerine bir şova dönüştüren oydu.
Yine bir hikayeye göre bir gün bir çeşmenin ortasında ıslak ıslak durur ve gelen geçen ona acıyarak bakar, bazısı da hakaret eder. Bunu duyan Platon da "gerçekten hakaret etmek istiyorsanız ona bakmayın, ilgi göstermeden yanından yürüyüp geçin" der.
Diyojen'in diğer birçok filozoftan farkı, savunduğu değerleri gerçekten yaşamasıydı. Fakat bu şöhret konusu bir istisna olmuş. Olmasaydı, Diyojen'in adını da bilmiyor olurduk. Muhtemelen Kinizme daha da uygun yaşamış olan bir sürü çağdaşının adını bilmememiz gibi.
Arkasında Bıraktıkları
Diyojen'in her türlü ritüele ve sisteme karşı çıkmasının bence pratikte zararı şu: Bilgiyi biriktirmek ve gelecek kuşaklara aktarmak zorlaşıyor.
Sadece bilgeliğin değer gördüğü, Diyojen gibi yaşamanın normal görüldüğü bir hayat düşünün. Belki oradaki herkes, kendi çabasıyla erdemi ve bilgiyi kaynaştırabilecek (Sokrat'ın istediği gibi) ama hayat karmaşıklaştıkça bu zorlaşacak. Erdemin de, bilginin de, en azından kısmen kodifiye edilmesi ve kurumlar aracılığıyla devamlılığı gerekiyor. Bir sistem, bir iktidar gerekiyor.
"Köpek" kılığındaki bu bilgelere zamane sistemi tahammül edebilmiş, ama o bilgelerin hakim olduğu bir sistemde Aristo gibi birine tahmmül edileceğini sanmıyorum. Yani Aristo’nun temsil ettiği ve bu dünyayı anlamaya, onu şekillendirmeye yönelik çabalara.
Ve tek bir Aristo'nun insanlığa katkısı, tüm gününü fıçısında geçiren onlarca Diyojen'inkinden daha fazla olmayacak mı? Bunu sadece doğal bilimler için sormuyorum, ahlak felsefesi gibi konular için de soruyorum.
Kinikler, hakim sistemin aşırıya kaçmasını engelleyen bir denge unsuru olarak yararlılar ama ötesinden emin değilim.
Hrıstiyanlık
Belki de bu yüzden Kinizm etkisini kısa sürede kaybetti. Cicero bu akım hakkında çok bir şey söylememiş mesela. Fakat ne zamanki Roma bir imparatorluk oldu, yani bir nevi "aşırıya kaçıldı", o vakit Kinizm tekrar dirildi ve erken dönem Hrıstiyanlığı epey etkiledi.
Hrıstiyanlıkla Kinizm arasında gerçekten ilginç bir ilişki var. Hrıstiyanlık bir "muhalefet" iken, ikisinde de otorite, zenginlik, materyalizm karşıtlığı ve yoksulluk övgüsü ortak. Öte yandan, "köpek gibi" yaşamak, Hrıstiyanlık ahlakına ters. Yani küfür, uluorta çıplaklık ve dikkat çekmek, iyi bir Hrıstiyanın yapmaması gereken şeyler. Augustine de bu yönlerine dikkat çekip, "köpeklere yaraşır alışkanlıklarından" bahsetmiş.
Fakat, özellikle bu cinsel ahlak vurgusu, sonradan kuvvet kazanmış bir şey. Oysa, İsa ile ortalama bir kinik arasındaki benzerlikler epey bariz. Yani, İsa ile diğer Yahudiler arasındaki mesafe, Diyojen gibi uç bir örnek ile arasındaki mesafeden bile daha fazla olabilir. Bu da bir tesadüf değil. Benzer siyasi koşulların ve zamanında İskender'in kurduğu o Hindistan köprüsünün bir sonucu olsa gerek.
Gelecek bölümde de bu Helen Dünyası'nda kalacağız ve Epikür'den bahsedeceğiz.