Neo-Platoncular

Neo-Platoncular

Yeni Platonculuk (veya +1 fular puanı kazanmak istiyorsanız Neoplatonizm) Platon’un ölümünden 500 yıl sonra ortaya çıkan bir akım. Yani bırak Büyük İskender’i, Roma’nın imparatorluk haline gelişini dahi geçiyoruz, ve doğrudan kriz dönemine geliyoruz: 3. yy’ın ortaları. Bu noktadan itibaren, İslamiyet’in doğuşu ve Arap fetihlerine kadar geçen 400 sene boyunca etkili oluyor bu akım. Tekrar hortlayana kadar tabii…

Dolayısıyla ilk dikkatinizi çeken şey şu olmalı: Neoplatonizmin “Hellenistik Dönem”de ne işi var? Önceki akımlarla ne alakası var?

  1. Kinikler

  2. Epikürcüler

  3. Stoacılar

  4. Skeptikler

  5. Neoplatoncular


Kimse Yeni Platoncu Değil, Herkes Eskisini Seviyor

Aslında zamanında kimse kendine bu sıfatı biçmiyordu. Tıpkı “Bizans” gibi, bu da sonraki tarihçilerin bir uydurması. Bu akımın kurucusu sayılan -ve önceleri tıpkı Sokrates gibi bir şey yazmayan- İskenderiyeli Plotinus ve öğrencileri kendilerini nasıl görüyorlardı?

Pisagor’u, Platon’u, Aristo’yu, ardıllarını ve sonradan gelen Hellenistik akımları birleştiren teorisyenler olarak görüyorlardı. Bir nevi “Her Şeyin Teorisi”nin peşindelerdi. Ve bu birleştirme sadece argümanlardan ibaret değildi, mitolojiyi ve dini ritüelleri de kapsıyordu.

Tabii bu zor bir proje. Ben denedim mesela, olmadı.

Sırf Platon ile Aristo arasındaki farklar bile yeterince büyük: Platon’u hatırlıyorsanız, ideaların nesnelerden önce geldiğini düşünüyordu. Yani “mükemmel üçgen” fikri bir yerlerde eskiden beri var, biz de bu dünyadaki somut üçgenlere bakınca o fikrin sonradan gelen yansımalarını görüyoruz. Aristo içinse durum tersiydi: Biz üçgen şeklinde bir şeyler yaptıkça, bunu soyutlaştırıp, “üçgen fikrini” yaratıyorduk.

Neoplatonistler bu tip anlaşmazlıklarda -sürpriz!- genelde Platon’un tarafını, yani İdealizmi seçtiler. Bu niye önemli? Çünkü bir kere ideaların önceliğini kabul ettin mi, ikinci adım olarak, onları asıl gerçeklik olarak görmen, üçüncü olarak da aralarında bir birlik kurman kolaylaşıyor. Nasıl ki bu dünyadaki Çin malı üçgenler (iç açıları 180 bile etmiyor, öyle dandikler) “üçgen ideası”nın birer yansıması, üçgen ideası da daha temel bir ideanın gölgesi.

***

Tekilliğe bu şekilde meyletmeyi diğer akımlarda da görmüştük. Doğu felsefeleriyle benzerliği, Stoacılığı, Aristo’nun “Unmoved Mover”ını, yahut Platon’un “the Good” dediği ama bir türlü tam açıklamadığı kavramı hatırlayın. Ufak tefek farkları var ama neticede Neoplatonistler de, maddi manevi her şeyin tek bir gerçekliğin yansıması olduğunu kabul etmişler: The One.

Gerçekliğin kaynağını başka bir boyutta aramanın önemli bir sonucu var. Günümüz dinlerine uyarlayarak sorayım: Allah gibi, zamanın ve mekanın ötesinde olan ve bu evreni yaratmış (dolayısıyla ondan önce var olan) bir tanrı inancının, kafanızda oluşturduğu ilk soru nedir?

Biraz düşünün, sonra devam edelim….

Dev anket: “The One” deyince aklınıza Jet Li mi geliyor Keanu mu?

Dev anket: “The One” deyince aklınıza Jet Li mi geliyor Keanu mu?

Neredeyse Tek Tanrıcılık

Felsefedeki en meşhur sorulardan biridir: “Neden hiçlik yerine bir şeyler var?”

Tanrı örneğinde bunu şöyle değiştirebiliriz: “Neden Tanrı bizi, hatta bu koca fiziksel evreni ve onu yöneten kuralları yarattı?”

Aynısını Neoplatonistler de sormuşlar kendi meşreplerince: Her şeyin kaynağı başka bir boyuttaysa, bu fiziksel evren niye var? Bu kusurlu yansımaların manası ne? Pekala tek başına, mutlu mesut varlığına devam edebilirdi bu kaynak. Yahut Tanrı, yalnız olmasa bile, kendine kurduğu krallıkta diğer meleklerle beraber sonsuza kadar takılabilirdi. İlla oyuncak olarak yeni bir varlık istiyorsa, bunu o evren içinde yaratabilirdi.

***

Zaten bizim coğrafyadaki geleneksel yaratılış hikayesi de böyle. Tanrı bir erkek yaratır ve güzelinden bir arsa verir. Buradaki kurallar bizim evrenimizdekinden farklıdır. Sonra kadın gelir, huzursuzluk başlar (nedense tersi değil). Bu huzursuzluk sonucu insan bilgiye ulaşır (yasak elma) ve ceza olarak cennetten kovulur.

Ama ne kovulma. Tanrı bunu 1000 odalı sarayında bir yere kapatmaz, yahut bir alternatif cennet yaratmaz. Onun yerine gider her bakımdan daha aşağı bir gerçekliğe hapseder. İnsan artık ölümlü, hastalıklı, sorunlu bir varlıktır. Sadece insan değil, “MÖ 6000 Büyük Elma Skandalı” ile alakası olmayan bir sürü hayvan da bu kadere mahkum edilir. Cansız şeyler bile eskir, çürür. “Madde” denen şey, bir cezadır. Neden?

İşte çoğumuzun pek kafaya takmadığı bu konuyu, Neoplatonistler bol bol düşünmüşler. Sonunda da acayip bir teori ortaya çıkmış…


Varoluşun da Ötesinde

Bugün bir teist için bu soruya cevap bulmak zor, çünkü yaratıcının amacı üstünde spekülasyon yapmayı gerektiriyor. “Biz anlayamayız” demek tatmin etmiyor, zira onu ister istemez bizim gibi bir şey olarak düşünüyoruz.

Oysa bir Neoplatonistin daha gizemli bir yol seçme lüksü var. Onlara göre Bir (The One), o kadar anlatılmaz ve anlaşılmazdı ki, bilinçli bir varlıktan o kadar uzaktı ki, bir varoluşa dahi sahip değildi. “Varoluşun ötesinde” diyorlar onun için.

***

neop.jpg

Bu ne demek, bilmiyorum. Zaten millet de anlamak için yıllarca bunların okullarında kafa patlatmış. Bildiğim şey, Bir’in bir varoluş zinciri başlattığı. Bilinçsizce, amaçsızca, tıpkı Güneş’in etrafını ısıtması gibi, o da kaçınılmaz bir etkiye neden oluyor.

İlk meydana gelen etki, nous dedikleri, bizim de kabaca bilinç veya akıl diyebileceğimiz bir şey. İdealar burada yaşıyorlar.

Bu aklın amacı, anlamak. En çok da kendini anlamak. Bunun için özünü, yani Bir’i anlaması gerek. Ondan doğmuş, şimdi geriye dönüp ona bakıyor. Bu etkileşim de zincirin üçüncü halkasını doğuruyor: Ruh veya Dünya Ruhu.

Bir önceki adımdaki gibi, bu sefer Ruh kendisini bilmek, hissetmek için Akıl’a dönüyor. Akıl’ın içerdiği ideaları öğrenmesi, onların formlarını yaratmasına yol açıyor. Yani fiziksel evreni.

Madde, bu zincirin son halkası. Geriye dönüp Ruh’u anlamaya çalıştığında, yeni bir alem yaratılmıyor. Bir’den gelen enerji tükenmiş, artık o sebep sonuç zinciri kendini besleyemiyor.

***

Biraz soluklanalım. Bu zincirde üç şey önemli: (gez, göz, arpacık)

  1. “Ol dedi ve oldu” gibi bir yaratılış anı yok. Bu bir süreç ve halen devam ediyor. Güneş ısıyı ve ışığı yaratınca sönüp gitmiyor, onları sürekli besliyor. Birlik de Akıl’ı, o da Ruh’u, o da Madde’yi sürekli besliyor.

  2. Bizim çağımızdaki hakim görüşün aksine, ruhlar, bazı maddelerin içini kaplayan sihirli varlıklar değiller. Bilakis maddeler, ruhtan türemişler. Yani ruhun bir alt kümesindeyiz.

  3. Günümüzde hakim dinlere göre, evrenimiz bir test merkezi olarak yaratıldı. İşlevi belli, başlangıcı belli, sonu belli. Geçici bir ev burası. Son kullanma tarihi gelinceye kadar da evrendeki en önemli meseleler (iman, iyi-kötü ayrımı ve ibadet) burada olup bitiyor. Oysa Neoplatoncular için buranın özel bir işlevi yok. Fiziksel evrenin tamamı bir yan etkiden ibaret. Gerçeklik gölünün ortasına atılmış bir taşın yarattığı en uç dalgadayız.

Hayatın Amacı

Zincirin bir halkası olarak, bizim de amacımız önceki halkaları anlamak. Diyelim The One olmadı, onun yerine dünya ruhu ve nous denen şeyi anladık, o da olumlu.

Tesadüfe bakın ki bu halkaları anlamanın yolu felsefeden geçiyor (her ideoloji, önce bir kriz yaratır, sonra da kurtuluş reçetesini satar).

Bu felsefenin önemli bir farkı, erdemi, yani doğru ve iyi yaşamayı ikinci plana itmesi ve insanın ruhsal kurtuluşunu ön plana alması. Sokakta birbirimizle nasıl geçineceğimiz de önemli elbette ama sadece geçici bir süreliğine. Bizim asıl mücadelemiz, özümüze dönme mücadelesidir, kutsallaşma mücadelesidir, tanrılaşma mücadelesidir.

***

Bu yaklaşım size tanıdık gelmiş olmalı. Klasik Yunan felsefesinin 180 derece aksine dönüp, “bu dünya boş, asıl krallık yukarda” muhabbeti yapmak, o yıllarda iyice yayılmış olan Hristiyanlığın uzmanlık alanıydı. Fakat Hristiyanlıkta kurtuluş, felsefeden ziyade kendini bizim için feda etmiş olan İsa’dan geçtiği için, iki akımın takipçileri arasında mücadele vardır.

Bence asıl benzerlik Budizm ile: “Madde bir illüzyondur, asıl gerçekliği saklar, biz bu acı dolu varoluş çarkından kurtulabiliriz (bir nevi tanrılaşabiliriz), tek yapmanız gereken malınızı, mülkünüzü, bu dünyaya ait tutkularınızı geride bırakmak.”

Reform ve bağlılık bir arada gördüğünüz gibi. Zaten bunu yapabilen felsefeler daha hızla ve daha şevkle yayılıyorlar. “Çok değişmenize gerek yok, zaten ben de çok emin değilim ama şu yeni fikirlere de bir bakın” diyen bir inanç sistemi yok.

İslam, Platon ve Aristo

İnancın psikolojisine fazla dalmadan konumuza dönelim: Neoplatonizm ile Hristiyanlık arasındaki “kurtuluş vaadi” savaşını -spoiler geliyor- ikincisi kazandı. Fakat bu savaş nafile değildi. Atina’daki Akademi kapatıldıktan sonra dahi (6.yy), Helen dünyasının merkezlerinde yaşayan bir çok elit, iki öğretiye de maruz kalmaya devam etti. Nitekim İslam dünyasının Antik Yunan birikimiyle tanışması da bu sayede oldu.

Farabi gibi bilgelerin doğrudan Aristo’nun, Platon’un eserlerine erişimleri yoktu (onlar yazalı 1200 sene olmuş!). Neoplatonist eğitim bünyesindeki Platon ve Aristo külliyatını okuyorlardı.

Hatta biraz daha geriye, Al Kindi’ye gidelim: Antik düşünürlerin çağındaki çoktanrıcılığı İslam ile bağdaştırmak imkansız olacağı için, Arap felsefesinin babası sayılan Al-Kindi, Yeni Platonculuk’taki birlik anlayışına ve gizemciliğe odaklanmış, tasavvuf ile olan ortak noktalarına dikkat çekmiş. Bu çabasını mümkün kılan gelişme de, Mısır’ın İslamlaşması ve İskenderiye kaynaklı Neoplatonist birikimin kısa zamanda Arapçaya çevrilmesi.

Tabii bu süreçte, gizemcilikle zerre alakası olmayan Organon gibi eserler de (mantık hakkında), Yeni Platoncuların temel eğitimini oluşturmaları sebebiyle, İslami düşünürlere ulaşıyorlar. Yani bir bakıma, tasavvuf, Yeni Platonculuk’u İslam dünyasında yayan bir truva atı oluyor, o da Aristo’nun fikirleri için. Yeni Platoncuların Platon’u yüceltmelerine paralel olarak, İslam düşünürleri arasında “İlk Öğretmen” (muallim-i evvel) sıfatını kazanacak kadar yüceliyor Aristo. Daha sonra Farabi, İbn-Sina ve İbn-Rüşd gibi düşünürlerin yorumlarıyla birlikte Aristo’nun bu eserleri Batı’ya geri taşınıyor ve Orta Çağ’ın Hristiyanlık-Antik Yunan sentezine sebep oluyor.

İkinci Bahar

Avrupa’nın Antik Yunan’ı önce kaybedip sonra tekrar keşfetmesi konusunda ayrıca bir bölüm yazdım Safsatalar Ansiklopedisi’nde, zira konu “İslam olmasaydı Avrupa karanlık çağda kalırdı” kadar basit değil. Ama şimdilik, Platon - Yeni Platoncular - tasavvuf - Aristo mantığı ve metafiziği - Hristiyanlık - skolastik felsefe arasındaki bu fantastik ilişkiye dikkat çekmek istedim.

Yani Yeni Platoncuların asıl büyük etkileri, doğrudan öğretileri sayesinde olmadı. Fakat o öğretiler, diğer kültürlerinkine yeterince uyarlanabilir idiler ve bu benzerlik sayesinde, Antikitenin mirasının ikinci kez aşılanmasına sebep oldular.

***

Fakat zamanı gelince üçüncü bir aşılama gerekecekti ve onu da Yeni Platoncular başaracaklardı. Hem de yüzyıllar sonra. Nasıl?

6.’yy’a dönersek, Hristiyanlık “kazanınca” Yeni Platonculuk unutulmaya yüz tuttu. Fakat zamanla Kilise’ye karşı da bir tepki oluştu. Rönesans ve sonrasında, Kilise’den uzaklaşmak için antik dünyaya olan ilgi arttı. Güzel bir dairesellik örneği olarak, bu ilgi tam da Yeni Platoncuların zamanında ekmiş oldukları tohumlar sayesinde gelişebilmişti. Ve şimdi de, yine yeni yeniden Yeni Platonculuğu hortlatıyordu.

İşte Rönensans’teki ikinci bahar sırasında, Hegel gibi modern idealistlere ilham kaynağı oldu Plotinus ve ardılları. Tıpkı zamanında İslam dünyasına Aristo’yu ve Platon’u tanıtmış olmaları gibi.

***

Bir felsefenin belli bir tarihte doğup, belli bir tarihte ölmediğine,
doğduğu gibi kalmadığına,
tek bir hayatı olmadığına,
değişik çağların insanlarını değişik şekillerde etkileyebileceğine,
en güzel örneklerden biridir Yeni Platonculuk.

Bununla birlikte, Helenistik Dönemi kapatıyoruz ve Orta Çağ felsefelerine doğru yol alıyoruz. Fakat arada bir İslam durağımız olacak. Fazla bekletmem…

Ortak Ahlak

Ortak Ahlak

Antik Skeptikler

Antik Skeptikler