Platon
[Medium'da okumak isteyenler buraya]
Platon (İngilizcesi Plato, Charlie Sheencesi Platoon) Batı felsefesinin en önemli figürüdür. Bir ortamda ismi geçtiği vakit, "tüm Batı felsefesi tarihi Platon'a düşülmüş bir dipnottan ibarettir" derseniz, anında 10 entel puanı kazanırsınız.
(Evet, bu sözün orijinali bana değil Alfred Whitehead'e ait ve hayır, Alfred Whitehead kimdir bilmenize gerek yok.)
Platon'a atıf yapmadan matematik, siyaset, Hristiyanlık, edebiyat ve hentbol tartışmak neredeyse imkansız. Peki Platon niye bu kadar etkin oldu?
Her konuda en doğru şeyi söylediği için değil, her konuda ilginç bir şeyler söylemiş olduğu için.
İnanılmaz biçimde, her eseri kaybolmadan bize kadar ulaştığı için.
Yazdıkları gayet anlaşılır ve zamansız olduğu için. 2400 sene önce yazılmış şeyleri, sanki 24 sene önce yazılmış gibi rahatça anlayabilmek ve gündemle ilişkisini kurabilmek müthiş bir şey.
Ve tabii ki yüzlerce sene ayakta kalan bir okul kurup, Aristo'ya hocalık yapmış olduğu için. Kurduğu okul o kadar meşhur oldu ki, ismini bugün yüksek öğretim kurumlarını tanımlamak için kullanıyoruz: Akademi. Öğrencisi Aristo'nun kurduğu okulun ismi de "Lise", aynı isimli bir yerin etrafındaki yürüyüşler esnasında öğretmenlik yaptığı için. Tüm liseli ergenler kimliklerini bu iki kişiye borçlular.
Her büyük insan gibi Platon da, kendinden önceki devlerin (Pisagor, Parmenides, Sokrat) omuzları üzerinde yükseldi. Tabii yazılı eser bırakmamış Sokrat'ı bir dev haline getiren de Platon'un kendisi. Aralarındaki bu garip ilişkiye geçen bölümde değinmiştik. Bu ilişkinin ayrıntılarını anlamak epey iyi bir dedektif olmayı gerektiriyor aslında. Zira Platon'un diyaloglarında kendisi konuşmuyor, sadece bir iki yerde figüran olarak ismi geçer. O yüzden tam olarak ne kadarının "tarihçilik", ne kadarının kendi fikri olduğu belli değil.
Dahası başta Sokrat olmak üzere, karakterler hem aynı diyalog içinde, hem de diyaloglar arasında tutarsızlıklar gösteriyorlar. Şakacı bir delikanlı olan Sokrat'ın neyi ironik biçimde söylediği, nerede ciddi olduğu da belli değil (bu da beni yakında patentleyeceğim büyük fikrime getiriyor: bold gibi, italik gibi, bir de ironik fontu olması lazım ki yazılı metinde ironi anlaşılsın)
Bu karışıklıkları çözmek iyice zor çünkü eserlerin kronolojisi de bilinmiyor. Bazı ipuçları var elbet. Bir tanesi Sokrat'ın davası ve -2400 senelik spoiler alert- intiharı. Tarihini diğer yazarlardan bildiğimiz bu dramatik olay, Platon'un diyaloglarının etrafında döndüğü bir kütle merkezi (Lost'taki "Others" gibi, bazı bölümler sırf bunun hakkında, bazılarıysa geçerken atıfta bulunuyor, ve sonunda hiçbir şey tam olarak bağlanmıyor). Buna ek olarak, yazı stillerinin teknik analizleri sonucu, en azından hangi diyalogların erken dönem hangilerinin geç dönem olduğu anlaşılmış.
Tüm bunların sonucu şu: "Platon'un felsefesi" diyebileceğimiz, sistematik biçimde yazılmış tuğla gibi bir kitabı yok. O yüzden bahsettiği fikirlerden şöyle ortaya azar azar karışık alalım...
Bilginin doğası, iyi bir başlangıç noktası. Platon bilgiyi, yeni bir şey öğrenmek olarak değil, "bilineni hatırlamak" olarak görüyor. Ama bunu bir çocukluk anısını hatırlamak gibi düşünmeyin. Daha ziyade ortak bir hafızadan, sezgi yoluyla gelen bir hatırlama bu. İnsanın amacı da, günlük hayatın koşuşturmasına ve konformizme kapılmadan, daha fazla düşünmek, daha fazla "hatırlamak" olmalı.
Dakka bir gol bir, ilk parantezimi açıyorum. Bu "hatırlama" mevzusu, bana aydınlanma çağı öncesinde epey yaygın olan bir görüşü hatırlatıyor (sanki o zamanlardan kalmaymışım gibi söyledim): İnsanlığın en iyi günleri geride kaldı ve yapabileceğimiz en iyi şey, eskilerin bilgeliğinin kırıntılarına ulaşabilmek.
Bu bir dünya görüşü, yani diğer tüm fikirlere bakarken kullanılan bir mercek. Çoğumuz bu görüşe yabancıyız, çünkü bizim dünyamızda ilerleme gayet somut. Ben doğduğumda Internet yoktu, şimdi Internetsiz bir hayat yok. Savaştan, açlıktan ve hastalıktan ölenlerin oranı sürekli düşüyor. Buna ek olarak, geçmişe bakışımız da daha gerçekçi bir hale geldi; onu mistik bir mercekten görmüyoruz artık. Bu faktörler yüzünden -Atlantis gibi örnekler geçici olarak bize romantik gelseler de- ana dünya görüşümüz "insanlığın en iyi çağını geride bıraktığımız" yönünde değil.
Halbuki 15.yy'da, veya 5.yy'da, veya mö 300'lerde yaşayıp Homer'le büyümüş olanların aksi yönde düşünmeleri anlaşılır. O zamanlar nesiller arasında pek bir şey değişmiyordu ve mitolojiden arınmış bir tarih bilimi yoktu. Geçmişin şanı gerçeklerle değil insanın hayalgücüyle sınırlıydı. Buna da ihtiyacı var insanların. İnsanlığın hikayesinin, kendi yaşadıkları boktan hayattan ibaret olmamasını umuyorlar. Piramitlere bakarak kimbilir ne hayaller kuruldu, ne hikayeler yazıldı.
Platon bu düşünceyi, bir sonraki doğal adımına taşıdı: Bilgi dediğimiz şeye, dış dünyayı tecrübe etmekle ulaşamıyorsak, asıl gerçeklik de bu dünyanın ötesinde olmalı.
Gerçekliğin doğasına deneyle, gözlemle, teknikle ulaşamayız (Platon bunlara önem veriyordu, sadece hiyerarşisinin tepesinde değildiler). Duyuların dünyasına kendini hapsedenler bir mağaradadırlar ve mağaranın duvarlarına düşen gölgeleri gerçeklik sanarlar. Halbuki dışarda o gölgelere neden olan üç boyutlu cisimler var.
Bilgelerin o mağaradan dışarı çıkmaları acı verici bir süreç, gözlerinin dışardaki ışığa alışmaları zor. Ama asıl zor olan, dışarda gördüklerini mağaradakilere anlatabilmek. Ya alaya ya da saldırıya maruz kalacaklar. Bunu bile bile, o insanları karanlıkta bırakmaya razı olamıyorlar. Bu çıkmaz, bilgeliğin trajedisidir.
Buradaki Budizm paralelini görmek zor değil. Budist öğretinin temelini anlatan basit bir hikaye vardır: Hava hızla kararırken, keşişin biri ormandan evine dönmeye çalışmaktadır. Patikanın ilerisinde gözüne uzun, ince bir şey ilişir ama tam seçemez. Biraz yaklaşınca irkilir: Bu dev bir yılan! Ne yazık ki eve giden tek yol budur ve keşişin beklemeye zamanı yoktur. Paniklemeye başlar. Kendine derme çatma bir meşale hazırlar ve korkuyla yılana doğru yaklaşır. Meşalenin ışığında, "yılan" bir halata dönüşmüştür. Keşişin tüm korkusu bir anda yokolur, kendi kendine yarattığı bu illuzyona gülerek yoluna koyulur.
Bu hikaye ne anlatıyor? Duyularımız bize gerçekçi yılanlar gösteriyor ama biraz aydınlanmayla, cehaletimizden ve korkularımızdan kurtularak, bunların birer illüzyon olduğunu anlayabiliriz. Ekstra bir benzerlik olarak, özellikle Mahayana Budizminde aydınlanma sonrası "geride kalıp" diğerlerine yardımcı olma fikri var (bodhisattva), tıpkı mağaraya geri dönen bilgeler gibi.
Bu benzerliklere bakıp Platon ile Budistler arasında gizli bir iletişim aramanız normal. Fakat yılan hikayesinin manası bu kadarla sınırlı değil. Orada anlatılmak istenen, sadece yılanın olmadığı değil, halatın da olmadığı. Sadece korkularımızın bizi körelttiği gerçeği değil, ipi görünce duyduğumuz sevincin ve rahatlamanın da bizi körelttiği. Nihayetinde, bu yanlışlara hayat veren şey, illüzyonların en büyüğü olan benliktir. Yılandan, ipten, ormandan ayrı, "ben" diye bir şey yok.
Platon'da böyle bir öğreti yok, dolayısıyla Budizmle olan kısmi benzerliği tesadüfi. İşin açıkçası, buna tesadüf bile dememek lazım, zira "şeylerin göründükleri gibi olmamaları" fikri, sayısız dini inancın ortak yanı. Bu vaat hem çekici, hem de yanlışlanamıyor. Bir öğrenci aydınlanmaya ulaşmamışsa, ona "yeterince inanmamışsın" veya "hala dünyevi şeylere fazla bağımlısın" denilebilir. Değişik kültürler, birbirlerinden bağımsız olarak insanlığın bu bug'ını keşfetmişler.
Hrıstiyanlık da bu benzerlikleri gösteriyor fakat bunun daha doğrudan bir nedeni var: Kusurlu ve geçici bir dünya ile ideal bir dünya ayrımı, Platon Okulu’nun görüşlerinin hâkim olduğu Helenistik dünyada yeşeren Hristiyanlığı en başından beri etkiledi. Hristiyanlığın İsa'dan bile daha etkin olan mimarı St Augustine, Platonizmle Hristiyanlık arasında bir köprü olarak görülür. Çok sonraları bu köprüyü de, bağladığı yerleri de dinamitlemek isteyen Nietzsche, "Hristiyanlık yığınlar için Platonizmdir" diyecekti (İyinin ve Kötünün Ötesinde, yıldız tarihi 1886)
(Tarihin cilvesi notu: Akademiyi 529 yılında kapatıp tarihe gömen, Bizans imparatoru Justiniandır. Gerekçesi, öğretilerin Hristiyanlık karşıtı oluşuydu)
Bu gerçeklik görüşü, Platonizmin en bilinen öğretisi olan idealara doğal bir geçiş noktası. Sokrat’ın sorguladığı ideal adalet ve güzellik gibi kavramlar, zaman ve mekândan bağımsızdılar. Platon bu görüşü tüm varlıklara ve kavramlara uyguladı. Çevremizdeki her şey kalıcı bazı ideal biçimlerin çarpık kopyasıdır (mağaradaki gölgeler, patikadaki illüzyonlar). Gördüğümüz her daire, kusursuz daire fikrinin ve formunun birer yansımasıdır.
Eğer aklımız da bu çarpık düzenin bir parçasıysa, temeldeki kusursuz düzeni nasıl idrak edebilir? Pisagor'un Platon üstündeki etkisi burada ortaya çıkıyor. Görünür evrenin bu karmakarışık düzeni altında, kusurlu bir akılla bile ulaşılabilecek matematiğin kusursuz düzeninin yattığına inandılar. "Hatırlanacak"/öğrenilecek en kalıcı bilgi de bu matematiksel formlar. Budizm diliyle konuşursak, nirvana bu.
İdeal insan, aklını kullanarak nirvananın, yani bu ideaların arayışında olan insandır. Peki ideal devlet ve toplum nedir? Tabii ki ideal insanların en tepede olduğu toplum.
Platon'un bu konudaki eserlerinin en ünlüsü Devlet'tir (The Republic). Ütopya kelimesi, Thomas More'un ideal bir ada toplumunu anlattığı Utopia kitabıyla lügatımıza girmişse de, bu işin de babası, More'dan neredeyse 2000 sene önce bu konulara kafa patlamış olan Platondur.
Çoğu utopik eserdeki gibi burada da yarı-totaliter bir devlet ve kastlara ayrılmış yarı-komünist bir toplum betimleniyor. Üreticiler, savaşçılar, eğitimli gardiyanlar, vs...Biz hemen en tepeye bakalım, kimse altta olmak istemez. Burada filozof-krallar var.
Nasıl ki bir cerrah olmak için eğitim gerekli, her kafasına esen halktan yeterli destek gördü diye cerrah olamıyor, bir toplum yönetmek için de popüler destekten ziyade özel bir eğitim gerekli. Hem de ne eğitim! Platon 50 senelik bir hazırlık sürecinden bahseder.
Filozof-kral sadece ideaların farkında olmakla kalmaz, en temeldeki "iyilik" formunu (The Good) da kavramıştır. Ben bunu çözemedim, Platon da fazla açıklamıyor zaten, sadece filozof kralların temel sıfatı olarak kullanıyor. Sonuç olarak filozof kral bilgedir, cesurdur, adildir...yakışıklı, zengin, duyarlı, cömert, 1.85 boyunda atletik vücu....(Platon erotikanın da babası)
Bu "aydınlanmış despot" protitipi, tarih boyunca bir çok defa karşımıza çıktı. En meşhuru herhalde Roma İmparatoru Marcus Aurelius'tu (Meditations'ın yazarı). Corvinus, Rönesans döneminde Macaristan'da benzer bir roldeydi. Aydınlanma çağının poster çocuklarından Frederick the Great, Prusya'yı 40 sene boyunca yönetip modernize etti. Sonrasında Napolyon da, Atatürk de, hatta Mısır'ın Cemal Abdül Nasır'ı da kendilerine bu rolü biçtiler. Tabii Platon'un hayal ettiği eğitimi almadan yaptılar bunları (Napolyon 1. Konsül "seçildiğinde" sadece 30 yaşındaydı. 5 sene sonra da imparator oldu).
İşte bugün sorduğunuz "bir profesörle bir çobanın oy hakkı aynı mı olmalı" sorularının kökü Platon'a kadar gider. Onun cevabı kesindir: Çobanlar filozof olmadıkça, demokrasi dejenere olmaya mahkumdur. Eninde sonunda popülist tiranlığa (bilge olmayan tirana) yolaçacaktı. Bu yüzden Platon, demokrasiyi oligarşiden bile aşağıda görüyordu. Devlet, zamanının Atina demokrasisinin bir eleştirisi ve Sparta'nın onanması olarak okunabilir.
Tüm totaliter düzenlerde olduğu gibi, Devlet'te de ideal sanata epey yer verilmiştir ve bence en kafa karıştırıcı kısmı burası. İşin içinden çıkmanın yolu, sanat ile estetiği ayırt etmekten geçiyor. Platon için estetik önemlidir, çünkü eğiticidir. "Neden bir şeyi güzel buluruz" sorusuna ilk kafa patlatanlardan biri olarak, verdiği cevap, güzel şeylerde bizi ideal insana yakınlaştıracak özellikler görmemizdi. Gerçi bir erkek olarak, kadın poposunu güzel bulmamın beni hangi ideale yaklaştıracağını çözemiyorum ama olsun.
Sanatın bazı türleri ise, tam tersine insanı idealden uzaklaştırır. Bir marangozun yaptığı sandalye, kusursuz sandalyenin bir kopyasıysa, ressamın o sandalyeye bakarak çizdiği resim, kopyanın da kopyasıdır. Sanat eserleri, aldatıcı suretlerin daha da aldatıcı suretleridir.
Platon burada hem yanlış hem de kendiyle çelişkili. Sanat Dünya'yı taklitten ibaret değil. Bir ressam, daha önce hiç inşa edilmemiş ve edilemeyecek bir sandalye hayal edebilir. Hatta içindeki dehaya, o a priori güzellik anlayışına kulak vererek idealara herhangi bir marangozdan çok daha yakın olabilir. Tam da bu yüzden, Platon'un kendi bazı diyaloglarında "Sokrat", şiire, sarhoşluğa, rüyalara, kısacası ilham veren her şeye iyimserlikle yaklaşır, zira insana yoğun duygular yaşatan aktiviteleri, gerçek dünyaya açılan anlık kapılar olarak düşünür. Zaten diyalogların bazılarının geçtiği sempozyumlar, şimdiki anlamının çok uzağında, içkili müzikli sarhoş muhabbetleriydi.
İşin ironik tarafı, sanatın ilişkili olduğu bu gizemcilik, Yeni Platonculuk'un da odak noktasıydı. Yeni derken, M.S. 204’te doğmuş ve Mısırlı olmasına rağmen Yunanca yazdığı için, Thales’le başlayan çizginin son büyük filozofu olarak kabul edilen Plotinos tarafından kurulmuştu. Bu akım, doğal bilimlere meraklı Platon’un değil, Pisagordan etkilemiş gizemci Platon’un üstüne inşa edilmiş ve sezgiyi ön plana çıkarmıştır. Bu haliyle, iki büyük Hristiyan filozofu olan Aziz Augustinus ile Aquinolu Tommaso’yu etkilemiştir.
Platon’un yazıları bu Yeni Platonculuk’un ve onun ardından Hristiyan felsefesinin iyice yükselmesine kadar gecen yedi yüzyıllık süreç boyunca, Avrupa felsefesine egemen oldu. Herhangi bir fikrinizin 700 yıl boyunca kesintisiz olarak konuşulduğunu hayal edin. Şimdi tüm fikirlerinizin 700 yıl boyunca tartışıldığını hayal edin. Bu bile Platon olmanız için yeterli değil. Zira birkaç yüzyıllık bir aradan sonra, Rönesanstan itibaren, fikirleri tekrar popüler oldu. Bugün dahi, Devlet'i okumamış bir siyasal bilimci, Apology'i okumamış bir filozof hayal etmek çok zor.
Ama bu bile Platon olmanıza yetmiyor. Popülerliğini kaybettiği o Ortaçağ yüzyıllarında, insanlar kimi takip ediyorlardı, kime sadece "The Philosopher" diyecek kadar saygı gösterdiler, kim koca Platon'dan daha etkili olabilirdi? Tabii ki kendi öğrencisi olan ve gelecek bölümde bakacağımız Aristoteles.