Sokrates
Sokrates'la ilgili ilk büyük soru, isminin okunuşuyla ilgili. İngilizcesi Socrates (sakratiiz), Yunancası Sokrates (uzo), Türkçesi de Sokrat. İstediğinizi seçin, biri telaffuzunuzla ortam içinde dalga geçerse bana haber verin, gelip döveyim. Gerçek dostlar, birbirlerinin telaffuzuyla sadece kendi aralarındayken dalga geçerler, ortam içinde değil.
Sokrates'a felsefenin İsa'sı diyebiliriz (ben dedim mesela ve kimse kapıma dayanmadı). Zira İsa'dan Önce 470'te doğmuş bu gizemli şahıştan önceki filozoflar, Sokrates Öncesi (pre-socratic) diye anılırlar. İkisi de hiçbir yazılı eser bırakmamalarına rağmen, müthiş derecede etkin olmuş şahsiyetler. İncil'in Eski Ahit kısmı İsa'dan asırlarca önce, Yeni Ahit kısmıysa ölümünden 70 sene sonra (S.S. 570) bir grup takipçisi tarafından yazılmaya başlandı. Sokrates'ı da ölümünden hemen sonra yazılmış diyaloglardan, oyunlardan tanıyoruz. Bu ikincil kaynakların en babası Platon.
Aslında bir bakıma Platon bunları yazarak Sokrates'a ihanet etti. Çünkü Sokrates tembelliğinden değil, felsefesine ters geldiği için yazmıyordu. Onun açısından ancak diyalog yoluyla, dinamik bir şekilde bilgiye ulaşabiliriz. Kağıda döktüklerimiz kalıplaşır, bizi düşünsel tembelliğe iter.
Belki de Sokrates, Platon kadar iyi yazabilseydi böyle düşünmezdi. Zira onun çabaları sonucu Sokratik Metod bugün bile yaygın bir eğitim aracı olarak kullanılıyor. Bir öğretmenin, avukatın, yöneticinin, şeytanın avukatı rolüne bürünüp karşıdakini sorguladığı her an, Sokrates'ın mirası olarak düşünülebilir.
Platon'dan duyduğumuz Sokrates, daha kesin cevapları olabilecek "Madde nedir", "Evrenin özü nedir" gibi soruları umursamaz. Sofistler gibi tartışma kazanmaya da odaklı değil. Onun derdi insan ve toplum merkezli sorular: “Adalet nedir?", "İnançlı olmak ne demektir?", "Nasıl ahlaklı olunur?”
Bu konularda verdiği bir "doğru" cevabı yok. Diyaloglar bittiğinde, karşısındakilerin eski inançları daha iyileriyle değişmiş olmaz. Onun yerine aporia denen bir çelişki ve şaşkınlık haline bürünürler. En temel önkabullerini dahi pek düşünmemiş olduklarını farkederler.
Bu noktada olası bir direnci kırmanın en kolay yolu, kimsenin egosunu incitmemekten geçiyor. O nedenle de abartıya varan bir mütevazilik hakim:
"Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir".
Bu başarılı PR sloganının ardında, elbette Sokrates'ın "bildiği", en azından inandığı bazı değerler vardı:
Bunlardan biri doğruluktan ayrılmayan birine gerçek bir zarar verilemeyeceği. Malın mülkün kaybolması, erdemlerini kaybetmeye kıyasla çok daha önemsizdir. Bu yüzden adaletsizliğe uğrayan birine kıyasla, adaletsizliği yapana daha çok acır Sokrates. Zalimin kaybı daha büyüktür çünkü.
Bununla bağlantılı olan ikinci önemli inancı, bütün kötülüğün cehaletten doğduğuydu. Hiçbir insan, bilerek bir yanlış yapmaz. Bilginin olduğu yerde kötülük ve mutsuzluk olamaz, zira insan doğası buna müsait değildir. Yani Sokrates bir insan doğasına inanıyordu fakat bu doğanın doğru düzgün çalışabilmesi için bilgiye ihtiyacımız olduğunu savunuyordu.
Bu inançlara bakınca, içimdeki -eğitimsiz- psikolog homurdanmaya başlıyor. İlki, zulüm görenin kendi kendini avutması olarak görülebilir. Zalimi yenmek için, adaleti sağlamak için güç gerekiyor. Oysa birine acımak için gereken hammadde sıfır. Bizi "yenen" herkese acıyarak, onları yendiğimizi sanabiliriz. Sokrates’ın bu mirasını, daha sonraları İsa dile getirmişti:
"Kendin pahasına olduktan sonra tüm dünyayı kazansan eline ne geçer?” (cevap: tüm dünya)
İkinci inancı içinse aklıma ilk gelen paralel, "yanlış" kişiye oy veren kalabalıkları aydınlatmaya yemin eden idealistler. İnsanlardan saklanan kritik bir bilgiyi açığa çıkararak, milletin akıllanıp isyan edeceğini hayal ediyorlar. Bu proje işe yaramayınca, bilginin insanlara ulaşmadığını düşünüyor, kötü niyetli medyayı suçluyorlar. Sorunun, insanların değer yargılarında olduğuna inanmak istemiyor kimse. Bilgi eksikliği teorisi, bir sonraki seçimler için umut vermeye devam eder ama kötü insanlarla çevrili olmanın çözümü pek yok.
Ankara'nın en sevdiğiniz yanı hala İstanbul'a dönmesi mi bilmem ama Sokrates'ın en sevdiğimiz yanı hala ölümü. Sezarınki gibi, gayet dramatik. Atina'nın rakibi Sparta'yı övmesi ve her türlü otoritenin altını dinamitlemesi karşısında rahatsızlanan bazı genç subaylar, Sokrates’ı gençlerin ahlakını bozduğu gerekçesiyle suçlarlar ("Gençlerin ahlakı...", "çocuklarımızın sağlığı..." tarih boyunca "sevmediğim şeyler yapıyor"un kod adı olagelmiş).
Sokrates geri adım atmaz, statükoya giydirmeye devam eder. Aklıbaşında her mahkeme gibi, bu mahkeme de düşmanını öldürüp kahramanlaştırmak yerine Sokrates'tan özür dilemesini ve kendi cezasını belirlemesini ister. Bizimki ise antik bir troll olduğundan, cezasını "halka yaptığı hizmetlerden ötürü hayatının kalanında bedava yemek" olarak belirler. Hadi mahkemeyi bilerek küçük düşürmesi neyse, arkadaşları rüşvetle bunu hapisten çıkarmaya geldiklerinde onları da tersler. Ve sonunda kendine verilen zehri içer.
Belki de Sokrates idamı değil, ölümsüzlüğü seçtiğini biliyordu. Sonuçta kendisinden sonra gelecek hangi yazar, bu "performansı" kağıda dökmek istemezdi ki?
Sırada bunu kağıda döken en ünlü kişi var: Platon