Geceye Ağıt
Gündüz Vassaf, Geceye Övgü'de güzel anlatır, "sistem makinelerini gece durdurur, oyalanacak bir şey kalmaz, kendimizle başbaşa kalırız" der. Oysa artık gece diye bir şey kalmadı.
90'ların başında meşhur bir uyku deneyi yapılmıştı, bir grup insanı bir ay boyunca her gün 14 saat karanlıkta bırakarak. İnsanlar 2-3 hafta saçmaladıktan sonra, ilginç bir ritme oturmuşlar: Önce 4 saatlik bir uyku, 1-2 saat uyanıklık, sonra ikinci bir 4 saatlik uyku.
Peki bu, deney şartlarının yapay bir sonucu muydu, yoksa gerçek biyolojik ritmimizin ortaya çıkışı mı?
Bunun cevabı da 2001'de bir tarihçiden geldi (Ekirch, At Day's Close). Bir evrimsel biyologtan, antropologtan, nörolojistten değil, bir tarihçiden. Meğer bu iki parçalık uyku düzenine dair ipuçları, 17.yy'a kadar herkesin günlüklerinde, mahkeme kayıtlarında, edebi eserlerinde bolca mevcutmuş. Fakat Dünya'nın yuvarlak oluşu kadar yaygın ve banal bir bilgi olduğu için, kimse oturup uzun uzun anlatmadığından, zahmetli bir tarihsel dedektiflikle ortaya çıkmış ancak.
Günbatımından 1-2 saat sonra başlayan 10 saatlik bir sessizliğin ortasında, herkesin kendine ayırdığı 2 saat. Şimdi kaç kişinin böyle bir lüksü var?
Önce gecenin sessizliğini bozduk.
Tarım toplumunun, hayatını güneşe göre belirlemesi kaçınılmaz. Mum da sadece aristokratların ve ruhban sınıfının para ayırabildiği bir lükstü zaten. Fakat gecenin sessizliğinin bozulması, çoğunluk halen tarım toplumuyken başlıyor.
17.yy öncesi Avrupa kültüründe, her gece mum yakmaya parası yeten insanlar bile geceleri aktif değildiler. Ne iş ne de eğlence için sabahlamak, şimdiki gibi övünülecek bir şey değildi. Gece aktif olanlar sadece yeraltı yaratıklarıydı. Fakat Reform dönemindeki dini baskı sırasında (zamanına ve coğrafyasına göre hem Protestanlar lehine hem de aleyhine), gece gizli gizli toplanmak bir alışkanlık haline geldi. Bu tarihteki ilk dini baskı ve ilk direniş değildi elbet ama hem çok yaygındı, hem uzun sürdü, hem de 17. yy sonunda şehir aydınlatmasına denk geldi. 1700 yılında, Avrupa'nın 50 büyük şehrinde yağ kullanan aydınlatma sistemleri vardı. 100 sene içinde bunların yerini gaz lambaları alacaktı. Artık gece sadece sarhoşların, fahişelerin değildi.
Bu kültürel değişimi kalıcı yapan ise sanayileşme oldu. Zamanı verimli kullanmak önem kazandı, hem çalışmak hem de eğlenmek için. "8 saatlik çalışma, 8 saat uyku, 8 saat kendine zaman ayırma" gibi sloganların ve sendikal hakların öncesinde, şehirlere giden ve eşek gibi çalışmak zorunda olan insanların kıstıkları ilk şey, ikinci uykularıydı.
Tesadüf (!) o ki, tam da bu sıralarda, yani 19.yy'da, ilk insomnia teşhisleri konmaya başlandı. Kültür, insanları tek blok halinde uyumaya zorlarken, vücut atalarının onbinlerce yıl yaptığı gibi geceyarısı uyanıyor ve hemen tekrar uykuya dalamıyordu. Eskinin normal alışkanlığı, 19.yy'ın şartlarında teşhis gerektiren bir hastalık oluvermiş.
Endüstriyelleşme, zenginleşen şehirliler demek ama daha da önemlisi, zenginliğini koruyabilen şehirliler demek. Nitekim zenginliklerini sonraki nesillere aktarmalarını sağlayacak mülkiyet hakları da bu dönemde iyice gelişti. Magna Carta gibi eski "anayasalar", ya ceza kanunları ya da krallarla derebeyleri arasındaki güç dengesi ayarlarıdır. Fakat artık mal mülk sahibi insanların vatandaşlık hakları ortaya çıktı (Mülkiyet hakkıyla, daha genel insan hakları arasında yumurta-tavuk ilişkisi var).
Bu kesim büyüdükçe ve zenginleştikçe, aristokratlar gibi kapalı kapılar ardında kendi eğlencelerini düzenlemek yerine, şehirde devamlı bu işe adanmış yerler yarattılar. 24 saat açık kalan kahve salonlarına ek olarak, Paris'in salon kültürü yayıldı. Biraz muhabbet, biraz içki ve kadın derken sabaha kadar susmayan mahalleler oluştu. 20.yy'ın başında ortaya çıkan gece klubünün kökü burada.
Sessizliğinden sonra yıldızlarını da çaldık gecenin, yalancı gündüzümüzle.
Benjamin Franklin'den Tesla'ya, Pavel Yablockov'a, Edison'a uzanan bir süreç sonunda, 19.yy'da şehirler artık eletrikle aydınlanıyordu. Gaz lambalarının aksine, geceyi gündüze çevirecek kadar parlak bir aydınlatma mümkündü artık.
Daha da önemlisi, gaz lambalarının aksine, elektrikli aydınlatmanın zamanla düşen maliyetiydi. Sadece dışarısı değil, içerisi de aydınlıktı artık, kaçış yoktu. Geceyi zengin kadar fakirin de malı yapan, daha doğrusu fakiri de zengin kadar bu yeni gündüzün kölesi yapan, elektriğin "sosyalist devrimi" olsa gerek. Mum, yine sadece zenginlerin kullanacağı bir lükse dönüşmüştü, ama bu sefer aydınlanma için değil, nostalji için kullanılacaktı.
Elektrikli aydınlatmanın başladığı zamanlarda, dünyayı daha da kökten değiştirecek başka bir teknolojinin ilk adımları atılmıştı: Elektromanyetik iletişim. Telgraf iyiydi de telleri kötüydü. Radyo ise ilk defa ucuz ve anlık iletişimi getirdi ve Internete kadar giden 100 senelik bir serüveni başlattı.
Zaman bölgeleri bizi başkalarının telaşlarından ayıran sınırlar değiller artık. Biz hep başka birilerinin gündüzünde yaşıyoruz. Londra borsasındaki krizden, Çin'den gelen enflasyon açıklamasından, ABD'den gelen terör haberinden, Malezya'da düşen uçaktan, Brezilya'da çıkan salgın hastalıktan ve binlerce başka gündüzden koruyamıyorsa bizi gece, ne işlevi var artık?
Nihayet geceyi tamamen asimile ettik.
Onun işlevi artık gündüzü dengelemek değil, gündüzden de çok gündüz olmak. Kapısında sıra beklenen clublarda, verilecek haber kalmayınca kendi seri haber ve sansasyon üretimini yapan 24 saatlik haber kanallarında, yandaki inşaatın gün boyu attığı monoton soloyu unutturan o devasa araba orkestrasının kornalarında, tüketim dininin mabetlerine mal taşıyan tır şoförlerinin ve liman işçilerinin sönmeyen sigaralarında, o mabetlerin aksine sürekli açık olan "cloud"un sunucularında, ameliyat masalarında, nöbet kulelerinde, daha demin çömelip sıçmamışmış gibi asaletle gülümseyen milyonlarca insanın pisliklerini şehrin öteki ucuna taşıyan kanalizasyon borularında, hep gündüz var, hep gündüz olacak.
Eğlencenin, haberlerin, trafiğin, tüketimin, hastalığın, savaşların, kısacası tüm bu bokların durduğu bir saat yok. Ve o bokların her birinden de anında haberdarız. Kendimiz dışında her boku biliyoruz.
Hayatımızın anlamını veya başka "derin mevzuları", rakı masası gibi yalancı bazı gece adacıklarında arıyoruz. O adacıklarda, "hadi evladım, oynayın arkadaşınla"daki gibi bir zorlamayla hayattan, aşktan, siyasetten konuşuyoruz, başımızdaki akbabalar hesabı getirene kadar. Biz gerçek geceyi yaşamak yerine, onun kötü bir kopyasını tüketiyoruz.
Kendisiyle başbaşa kalamayan, telefonunun ekranına kendi şahdamarından daha yakın olan insanlar, artık çocuk sahibi olacak yaştalar. Ebedi gündüzün ilk çocukları.