Simülasyon Teorisi 3 - Renkleri Duyanlar ve Kuantum Harikalar Diyarı

Simülasyon Teorisi 3 - Renkleri Duyanlar ve Kuantum Harikalar Diyarı


Önceki bölümü Descartes'ın düşünce deneyleri ve Zhuangzi'nin rüyalarıyla bitirmiştik. Bu bölümde, algı dünyamızın ne kadar oynak olduğunu anlamak için bilim, edebiyat ve Descartes sonrası felsefe arasında mekik dokuyacağız.


Serinin Tüm Bölümleri

  1. Öykücü Hayvan

  2. Antik Felsefede ve Dinlerde "Yalan Dünya" İnancı

  3. Kant, Algı ve Kuantum Harikalar Diyarı

  4. Bilimkurgu Tarihi

  5. Baudrillard'ın Simülakrası ve Matrix

  6. Putnam ve Kavanozdaki Beyin

  7. Bostrom ve Bilgisayardaki Beyin (7.5: Fermi Paradoksu: Herkes Nerede?)

  8. Ahlaksızlık

  9. Bilimsel Kanıtlar

  10. Anlamsızlık


Rüya ve Sarhoşluk

Geçen akşam, senelerdir Dünya'yı dolanan iki arkadaşı yemeğe davet ettik, maceraları anlat anlat bitmiyor. Başkasının seyahatlerini dinlemek de rüyalarını dinlemek gibi, bir noktada sıkılıp "ben de kendiminkini anlatayım" diye sıra bekliyorsun. O bekleyiş sırasında höpür höpür içmişim. Nihayet sıram geldi ama iki lafı bir araya getiremiyorum. Her sarhoş gibi müthiş bir aydınlanma yaşadığımı sanarak masadakilere döndüm:

"Ya ben normalsem ve siz sarhoşsanız, ya asıl sizin algınız bozuksa?"

(Beklediğim Nobel ödülü yine gelmedi. "Dede kalk yerine yat artık" dediler, yattım. Ama eylemlerim sürecek. Bir gün hapse girersem, Rorschach gibi "ben burada sizinle hapis değilim, siz burada benimle hapissiniz!" diye haykırmayı da hayal ediyorum.)

Rüyanın aksine, sarhoşluğa geçişimizin farkında oluyoruz. Platon da ben de, şarap tanrısı Dionysus'u şereflendirirken, ertesi sabah ayılacağımızı biliyorduk. Ama gerçek Dionysus rahiplerini, yani günün tamamını sarhoş geçiren ayyaşları düşünün. Yahut tüm kariyerlerini mantar kafası üstüne kurmuş şamanları, 18.yy Çin'indeki esrar bağımlılarını, 21.yy kahvecilerinden çıkamayan hipsterları düşünün. 

Tüm bu insanların algılarının "sahte", bizimkinin "gerçek" olması, sadece kimin çoğunluk olmasına bağlı değil mi? (argumentum ad populum).

18-19.yy'da, yetişkin Çinli'lerin üçte biri esrar bağımlısıydı. Burada görece nezih bir esrar evi fotoğraflanmış.

18-19.yy'da, yetişkin Çinli'lerin üçte biri esrar bağımlısıydı. Burada görece nezih bir esrar evi fotoğraflanmış.

 

Sinestezi: Duyuların Karışması

Rüya ve sarhoşluk gibi geçici algı durumları yerine, sinestezi veya otizm gibi daha kalıcı durumları düşünün:

Sinesteziyi "duyuların birbirine karışması" olarak tanımlıyoruz (renkleri duymak, kokulara dokunmak gibi). Ama kime göre, neye göre karışık? Neden renkleri duymak, rakamları renklerle algılamak veya müziğe dokunmak yanlış olsun ki? Bugün bir virüs ortaya çıksa ve sinestezi sahibi olmayan herkesi öldürse, bir nesil sonra sinestezi diye bir kelime dahi kalmaz. Otistiklerden ibaret bir halkın doktorları otizm teşhisi koyarlar mı? Ancak bizim gibi bir "mutant" doğarsa yeniden keşfederler bu kelimeleri. Tanılar, azınlıklar içindir.

Bizim asıl sorunumuz, normal ile gerçekliği karıştırmak. Çoğunluk olmak sadece normali tanımlayabilir, sanallığı veya sahteliği tanımlayamaz. Otistik birinin algısı, "asıl gerçekliğin" bozuk bir versiyonu değil yani.

Descartes bunu anlamıştı, hatta "çoğunluk" diye bir şeyin olmayabileceğini bile anladı (zira şeytanın simülasyonunda kendisi dışında herkes sahte olabilirdi). Ama yine de, bir asıl gerçeklik ısrarı var:  

"While things like eyes, heads, and hands may be imaginary, it must be granted that some simpler and more universal things are real-the "real colors" from which the true and false images in our thoughts are formed".

Bir başka deyişle, Matrix'teki kırmızılı kadının rengi doğru olmayabilir ama tamamen uydurma da olamaz. İlla ki bazı evrensel doğrular baz alınarak yaratılmıştır. Kırmızı algısının gerçek bir hali, evrende bir yerde mevcuttur. (Platon'un idealarına benziyor biraz)

Descartes'a göre, bir simülasyondaki kırmızı renk algımız tamamen uydurma olamaz, bir "evrensel, baz kırmızı tecrübesinin" değişik bir versiyonu olmalı sadece.

Descartes'a göre, bir simülasyondaki kırmızı renk algımız tamamen uydurma olamaz, bir "evrensel, baz kırmızı tecrübesinin" değişik bir versiyonu olmalı sadece.

 
AKP'li trollere göre bu kırmızılı kadın da bir uydurmaydı. Algı yapmayın algı!

AKP'li trollere göre bu kırmızılı kadın da bir uydurmaydı. Algı yapmayın algı!

 

Kırmızının Elli Tonu

Descartes'ın gerçeklik ısrarı anlaşılabilir, fakat bir şeyi algılamanın "doğru yolu" evrende bir yerde yazmıyor. 700 nanometre dalgaboyundaki elektromanyetik enerjiyi "kırmızı" olarak görmek bir doğa kanunu değil. Sinesteziyi iyice abartıp, o enerjiyi "üşüyerek" de algılayabilirdik mesela. Yahut hayal bile edemeyeceğimiz bir hisle.

Aslında tam da bunu yapıyoruz farkında olmadan. Retinamızda üç çeşit koni hücresi olduğunu bilirsiniz. Bunları kırmızı, yeşil, mavi diye öğretirler kolaylık olsun diye, aslen her koni hücresi geniş bir spektruma duyarlı. Fakat o hücreler tamamen "kör" olsalar bile yine de bazı renkleri algılayabiliriz. Yok, doğru cevap "kalp gözü" değil. Şu makalenin emotional colors kısmında, bambaşka tip hücrelerden bahsediliyor. Bunlar, gözümüz kapalıyken dahi bazı dalgaboylarına duyarlılar ve beynin başka bir kısmını uyarıyorlar.

İşin ilginci, bu paralel sistem, bildiğimiz koni hücrelerinden yaklaşık 1 milyar yıl önce evrilmiş. Bu kadar eski, çünkü çoğu canlıda bulunan gece gündüz ritmini (circadian ryhthm) düzenliyor. Yani günbatımında mavi ve mor renkleri görmek ile uykumuzun gelmesi, aynı fenomeni algılamanın iki değişik ve aynı derecede geçerli yolu.

1-2 sene önce milleti birbirine düşürmüş olan "the dress" fotoğrafı. Orjinalinin mavi mi, altın-beyaz mı olduğu tartışması alıp başını gitmişti.

1-2 sene önce milleti birbirine düşürmüş olan "the dress" fotoğrafı. Orjinalinin mavi mi, altın-beyaz mı olduğu tartışması alıp başını gitmişti.


Mavinin Elli Tonu

Aslında, bırak alternatif bir algı şeklini, "mavi görmek" dediğimiz şey bile müşterek değil. Aynı makalenin ortasındaki some sort of experiment kısmında, maymunlara yeni bir renk konisi eklendiğinden ama bunun beyindeki karşılığının tamamen rastgele olduğundan bahsediliyor. Kim bilir ne tecrübe etti o maymunlar.

Diyelim ki duyu organları aynı olan kusursuz klonlarız. Ve diyelim ki bu duyuları alkol, kahve, mantarla filan bozmadık, 22.yy'daki bir İslami Mars kolonisinde yaşıyoruz. Yine de tecrübe ettiğimiz şey, yani qualia aynı olmayacak. Maymunların ne tecrübe ettiğini bilemediğim gibi, sizin de mavi derken neyi kastettiğinizi asla bilemem. Tutarlı olduğunuz sürece (mesela deniz ile gökyüzünün benzer renklerde olduğunu söylediğiniz sürece) farklı olduğumuzu anlamam imkansız.

(Bu arada mavi özellikle ilginç bir renk, Radiolab'ın şu bölümünde eski dillerde mavi kelimesi olmadığı, muhtemelen o rengi bizim gibi görmedikleri anlatılıyor. Homer'in eserlerinde mavi kelimesi geçmiyor mesela. Çoğu kültürün edebiyatında ilk kullanılan renkler siyah ve beyaz, son kullanılan da mavi. Bir tek Mısırlılarda mavi var, çünkü o renkte bir boya çıkarıyorlar. Şu video'da da güzelce anlatılıyor. Peki hangi renk bize en doğal geliyor? İnsan gözü en çok yeşilin tonlarına duyarlı. Kaynak Fargo. Tamam tamam, gerçek kaynak)

blue.jpg

 

John Locke ve Öz Hakiki Gerçeklik

Descartes ile onun tetiklediği İngiliz deneyciliği, Aristo-Platon mücadelesinin 2. roundu olarak sunulur genelde. Bence kitaplar, bu farkları abartıyorlar. Descartes sonrası herkes, onun düşünce deneyini kabul ederek yetişti, yoksa "hacım sen ne saçmalıyon, ne şeytanı" diyen bir felsefe akımı yok.

Yahut şunu düşünün: Descartes Tanrı'nın varlığını "kanıtlıyor" ve deneyciliğe karşı. Ama aynı zamanda, deneycilikle el ele giden bilimsel metodun en büyük savunucusu. Diğer önemli akılcılar da (Spinoza, Leibniz) bunu savunuyorlar.

Sonuçta Descartes, modern felsefenin Neo'su olabilir ama "the One" değildi. Nirvana'ya ulaşan rahiplerin veya "The Good"u kavrayan Platonistlerin aksine, ne simülasyondan çıktığını iddia etti, ne de içindeki kuralları büktü. Sadece duyularını tamamen es geçip, akıl yoluyla "Mimar" ile tanışmaya çalışıyordu. Kalan zamanında ise Cyrus ile birlikte daha lezzetli biftekler yiyebilmek için, bilimsel metodun ve deneye dayalı eğitimin önemine işaret ediyordu.

"3 bölüm beklediniz, ergo, artık Matrix referansları şelale gibi akıyor".

"3 bölüm beklediniz, ergo, artık Matrix referansları şelale gibi akıyor".


Locke içinse akıl denen şey, duyulardan bağımsız biçimde, evrenin kaynak koduna damardan bağlı değil. Akıl boş bir levhadır (tabula rasa), tecrübelerle şekillenir. En karmaşık düşüncelerimiz bile bu tecrübelerin damıtılmasıdır. Mesela Locke da Tanrı'ya inanıyordu ama bu sonuca gözlemle varır. (Aristo'nun prime mover argümanına benzer bir akıl yürütmesi var, ayrıntılarına girmeyelim)

Elbette o da bir nevi simülasyonda yaşıyor olabileceğimizi anlamıştı ama her algının sahte olabileceğini düşünmüyordu. Bir elmanın rengi, tadı, kokusu kişiden kişiye farklı olabilir ama asli özellikler dediği şeyler herkes için sabit: kütle, yoğunluk, şekil, hareket, hacim. Bunları temel gerçeklik olarak görüyordu, simülasyondan dışarıya açılan pencereler gibi.

 

Berkeley: "Kaşık yoktur"

Diğer büyük İngiliz deneycileri olan Berkeley ve Hume, Locke'un ayrımlarını gereksiz buldular. Zira asli özellik dediği şeyleri, ikincil özellikler olmadan düşünemeyiz. Bir elmayı, kokusu, rengi, hissi olmadan hayal etmeye çalışın. Kütleyi bile ağırlık hissiyle hayal edebiliyoruz ancak. Hiçliği de siyah renk olarak.

Berkeley'e göre madde manasız bir terimdir. Bizden bağımsız kütleler yok evrende. Hatta bizim vücudumuz da ayrı bir cisim olarak yok. Sadece varmış gibi algılanır.


Yani Berkeley, videodaki keloğlandan bir adım daha ileri gidip "esse est percepi" der: 

"Varolmak, algılanmaktır". (Descartes'ınki kadar viral olmadı bu slogan, 3-4 bin retweet'te kaldı)


Peki biz nasıl varız? Neden yalnız başımıza uyurken yokolmuyoruz mesela? Yahut, kimsenin bakmadığı şeyler nasıl ertesi gün aynı yerde, aynı şekilde varolabiliyorlar?

Bu tutarlılık, Berkeley'nin Tanrı'yı kanıtlama biçimidir. Evet, bu filozofların hepsinde bir Tanrı'yı kanıtlama ihtiyacı var, ne de olsa 1800'lerdeyiz hala, ama Hrıstiyan tanrısından uzaklaşıyorlar yavaş yavaş. Berkeley'in tanrısı, her şeyi algılayan ve onları ayakta tutan bir bilinçtir. Ak sakallı bir dede değil de, dürbünlü bir voyeur gibi.

Yunus isimli bir fularsız entel kardeşimiz, 800 sene önce aynı noktaya varan Ömer Hayyam ile bağlantıyı iyi yakalamış:

Ben olmayınca bu güller, bu selviler yok.
Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok.
Sabahlar, akşamlar, sevinçler tasalar yok.
Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok.

 

Kırmızı Kral'ın Rüyası

Berkeley'in bu subjektif idealizminin izlerini, 19.yy'da bir matematikçinin yazdığı meşhur bir eserde de görüyoruz: Alice's Adventures in Wonderland.

Alice harikalar diyarında gezerken, iki garip kardeşle karşılaşır: Tweedledee ve Tweedleum. Muhabbetin ortasında derin bir kükreme sesi duyulur. Alice korkar ama kardeşler bunun bir kükreme olmadığını söyleyip, Alice'i sesin kaynağına götürürler. Bir ağacın dibinde, başında kırmızı takkesiyle uykuya dalmış biri vardır. Duydukları ses, "Kırmızı Kral" dedikleri bu adamın horlamasıdır.

Tweedledee: "Sence rüyasında ne görüyor?"

Alice: "Bilmem, bunu kimse tahmin edemez ki."

Tweedledee: "Seni görüyor tabii ki. Peki rüyası biterse sana ne olur?"

Alice: "Bir şey olmaz, olduğum yerde kalırım"

Tweedledee: "Hayır, hiçbir yerde olmazsın. Sen onun rüyasısın. Eğer Kral uyanırsa, tıpkı bir mum ışığı gibi söner gidersin"

Alice: "Ben gerçeğim, rüya olamam!"

Tweedledee: "Ağlayarak kendini daha gerçek kılamazsın, o gözyaşlarının da gerçek olduğunu mu sanıyorsun?"

tweedledum.jpg

 

Kuantum ve İdealizm

Kırmızı Kral'ın rüyasını gözlemle değiştirirsek, Berkeley'in felsefesine varıyoruz. Kral'ın aksine rüyadan uyanırsak değil, rüyaya dalar ve gözlem yapmayı kesersek Alice'leri yokediyoruz.

Bu gözlem hadisesi, Kuantum Mekaniği'ndeki o dalga fonksiyonunun çökmesi hadisesi ile de paralel: Evrende fiziksel cisimler yok, olasılık fonskiyonları var sadece. Etrafımla etkileşime girdiğim zaman o olasılıklardan bir tanesi gerçekleşiyor. Yani o ana kadar birbiri üstüne binmiş tüm olası gerçeklikler bir tanesi üstünde birleşiyorlar ve "madde" dediğimiz şey meydana geliyor. (İngilizce'deki collapse kelimesini "çöküş" olarak çeviriyoruz ama bu yokoluş manasında değil, birbiri üstüne çöküp birleşme manasında).

Bir başka deyişle, kuantum mekaniği Berkeley'i görüyor ve arttırıyor: Gerçeklik biz ölçene kadar yoktur.

Kuantum Mekaniği hem herkesin gerçekliğinin farklı olması fikrini destekliyor, hem de daha klasik bir simülasyon ortamıyla uyumlu. Zira eğer bir evren simüle edeceksek, her atomun her hareketini sürekli olarak hesaplamak yerine, sadece gereken parçacıkları gereken zamanda hesaplamak daha makul. Yani sadece ben kafamı çevirdiğimde orası "yaratılıyor". Buna ilerdeki bir bölümde geri döneceğiz.

(Meraklıları için, aşağıda tane tane anlatılmış bir olasılık dalgası simülasyonu var. Biraz uzun ama zamanınıza değer. Her dersin böyle görsel anlatılması lazım bence)

 

Hume: "Nedensellik de Yoktur"

Hume, Berkeley'e benzer bir görüşü savunuyordu (bundle theory) ama bizim için önemli kısmı, onun nedenselliğe saldırısı:

Biz sadece iki olayın zamanlamasını ölçüyoruz. Elmayı bıraktığımızı ve sonra onun yere düştüğünü gözlüyoruz. Bu iki olay hep birbirini takip ediyor. Çok ölçüm yapar ve hepsinde tutarlı sonuç elde edersek, tümevarımla pratik bir "kanun" ortaya atıyoruz. Ama bu ilişkinin hep böyle olacağının bir garantisi yok. 1 milyar tane elma fırlatsam, belki sonuncusunda elma yere düşeceğine uzaya çıkacak, yahut havada asılı duracak. Asla nedensellik denen kavramı, yani o etki-tepki ilişkisinin kendisini gözlemleyemeyiz. Nedensellik anlamsızdır.

Hume bu yüzden bilim felsefesinde çok önemli bir isim ve işin ilginci, bu da kuantumla alakalı: Bazı deneylerde, etki olması gereken şeyler tepki olarak gözlemleniyor. Veya eşzamanlılık var. Zamanlama ve ilişkiler tamamen kaymış durumda. 
 

***


Piksellere Mahkum Olmak

Ortak bir gerçekliğimiz olmadığını, hatta gerçekliğin de bir acayip olduğunu gördük. Hume'u takiben Kant'tan bahsetmeden önce değineceğim bir şey daha kaldı: Algıladığımız bu kişiye özel gerçekliğimiz epey "düşük çözünürlüklü". Bunu anlamak için içiçe geçmiş 4 küme düşünün:

algi.jpg
  1. En içte, normal tecrübe aralığımız var. Duyular ve düşünce biçimlerimizden oluşuyor.

  2. Bunun üstünde, tüm insan tecrübelerinin kümesi var. Sarhoşluk, mantar kafası, Nirvana hissi, delilik, sinestezi, hepsinin toplamı yani.

  3. Şimdi, hayal edebileceğimiz tüm algıların kümesine geldik. Yani bilimsel olarak farkında olduğumuz ama qualia'sını bilemediğimiz şeylere. Mesela bir yarasa olmanın nasıl bir his olduğunu bilemeyiz (what is it like to be a bat?) ama sonarla dolandıklarını, onun apayrı bir tecrübe olduğunu mantığımızla ileri sürebiliriz. Aynı şey bizim gibi 3 değil, tam 15 ayrı renk hücresiyle gören kelebekler için de geçerli. Nasıl algılıyorlar bir lale tarlasını acaba? Veya tüm gezegene yayılmış bir yapay zekanın benlik hissi nasıl olurdu? Bunları kafamızda canlandıramayız ama böyle bir şey olabileceğinin farkındayız.

  4. En dışta da tüm olası tecrübe aralıkları var. Bunların bazılarını hayal bile edemiyoruz. Varolabileceklerini dahi bilmiyoruz. Donald Rumsfeld'in meşhur deyimiyle, unknown unknowns.


Battlestar Galactica'nın en iyi monoloğu, içinde bulunduğumuz kümenin ufaklığı hakkındaydı. "Kötü" adam, bir süpernova patlamasını bu yetersiz gözlerle algılamak zorunda oluşuna isyan ediyor. 1. veya 2. kümeden 3.'süne geçmek, yani karanlık maddeyi tatmak, gamma ışınlarını görebilmek istiyor ama şikayetini bile düzgün yapamıyor, bu dille sınırlı olduğu için. Onun yaratıcılarına isyanı, insanın da Tanrısına veya evrime isyanı aslında:

Tercübelerimiz neden bu kadar eksik olmaya mahkum?


Bilerek "tecrübe" diyorum çünkü iş sadece duyularla sınırlı değil:

  • Lineer düşünmek zorundayız ama başka bir canlı türünün normal algı şekli bizim differensiyal denklemlerimize benzer olabilir.

  • Tek değişkenli düşünmeye programlıyız ama bir uzaylı için çok değişkenli hesap doğuştan gelen bir yetenek olabilir.

  • Arrival filmi hakkında yazmıştım, zaman algımız bile değişik olabilirdi. Çince'de zaman, soldan sağa değil, yukardan aşağıya doğru akıyor gibi tasvir ediliyormuş. Bambaşka bir bilinç içinse, zamansızlık ve mekansızlık gayet doğal olabilir.

Biz bunları yeni düşünüyor olabiliriz, ama hayatı boyunca kasabasından çıkmamış ve muhtemelen hiç sevişmemiş olan bir adam, 250 sene önce benzer şeyler düşünüyordu. 

 

Immanuel Kant: "Hepiniz Haksızsınız"

Merak etmeyin, Kant'ı okuyanları bayan o sentetik-analitik veya a priori-a posteriori ayrımlarına girmeyeceğim. Kant'ın önemi, Descartes tayfası ile İngiliz deneycilerinin arasında bir orta yol bulmuş olması.

Algımızın ötesinde yatan şeyler onun için metafiziktir. Tanrı'nın varlığı, melekler, şeytanlar, özgür irade, vs... Descartes'ın dediğinin aksine, bunlara öyle sırf akılla ulaşamayız yani. Öte yandan, aklımız, tecrübelerle dolan bir boş levha da değildir. Tecrübeleri doğuştan gelen belli kalıplara oturtur otomatikman. O kalıplara oturmayan tecrübeler işlenemez. Nedir bunlar?

  • Zaman ve mekan. Zamansızlığı ve mekansızlığı bir türlü hayal edememizin nedeni bu.

  • Nedensellik. Hume'un sorguladığı nedensellik de hakikatın özünde yok, bizim ürünümüz o.

  • Cisim (substance)

  • Birlik (unity)

Benim hala aklım almıyor, bu adamın taa o zamanlar nasıl bunları düşündüğünü. Zaman ve mekanı gerçekliğin bir harcı değil de, bilincimizin yan ürünleri olarak görmek için -hele ki 18.yy'ın ortasında- gerçekten değişik bir insan olmak lazım.

kant1.jpg


Kant'ın tarif ettiği Matrix, sadece renkleri değiştiren bir ortam değil. Yani Matrix'in dışı, içinin biraz değişik bir versiyonu değil. Zion mion filan hak getire. Olası gerçeklik aralığı çok daha geniştir Kant için, ve bu aralığın çoğu bize yabancı. Önceden bahsettiğim 4. kümenin devasa olduğunu, kalan kümelerin ufacık olduklarını düşünün.

"Dolayısıyla Matrix var mı?" sorusunun kendisi manasızlaşıyor, çünkü biz bu soruya evet dersek, otomatikman onun "dışarısı" hakkında düşünmeye programlıyız. Halbuki orada mekan kavramı olmayabilir. "Orada" kelimesi bile mekan ve mesafe belirtiyor. "Matrix'in dışında ne var" metafizik bir soru, çünkü mekanın ve cismin olmadığı bir ortamda bir şeyin "var olmasını" düşünmemeliyiz.

Bu aslında Big Bang tartışmalarına epey benziyor. "E peki Big Bang'in öncesinde ne vardı?" diyoruz. Kant'a göre bu "önce" kavramı insana özgü olduğundan, bırak Big Bang'i, oturduğumuz sandalyenin de öncesi sonrası yok bizden bağımsız olarak. 

Yine de, bu soruya en güzel cevabı tabii ki Neyzen Tevfik vermiş:

"Primordial soup'taki halini sakın unutma,
Big Bang'e dil uzatma sebepsiz.
Sen yine evrilirdin amma,
familyan kimdi bilemezdin şerefsiz"


Simülasyon Teorisi 4 - Bilimkurguda Simülasyon

Simülasyon Teorisi 4 - Bilimkurguda Simülasyon

Simülasyon Teorisi 2 - Antik Felsefede ve Dinlerde "Yalan Dünya" İnancı

Simülasyon Teorisi 2 - Antik Felsefede ve Dinlerde "Yalan Dünya" İnancı