Arrival: Sahalarda Görmek İstediğimiz Türden Bilimkurgu
(Önemli bir spoiler yok, katil her zamanki gibi uşak)
Uzayda geçmemesine, 15 dakikalık kesintisiz aksiyon sekansları sunmamasına, uçurumdan düşenleri warp içinde giden gemilere ışınlamamasına "rağmen", bilimkurguyu neden sevdiğimi bana 120 dakikada gösteren bir hikayeydi Arrival. (Star Trek sana söylüyorum, Star Trek sen anla).
Yüzeyde basit bir soruyla başlıyor: "Bize tamamen yabancı bir şeyle nasıl iletişim kurabiliriz?"
O kadar yabancı ki, iletişim kurmak istemeyebilir veya iletişim kavramından bile bihaber olabilir. İletişim kurabilse dahi, askeriyenin "dost mu düşman mı" sınıflandırması yapabilmek için gerekli olan "amacınız ne?" sorusunu anlamayabilir. Zira sırf içgüdüye dayalı, "amaç" kavramı lugatında olmayan bir canlı, neden yıldızlarası seyahat edemesin? Biz hep insan-merkezli düşündüğümüz için, sahip olduğumuz şeyleri (iletişim, amaç, farkındalık, vb) o seviyede bir gelişmenin önkoşulu olarak görüyoruz.
(Aslında bu varsayımı bana ilk sorgulatan, Nick Bostrom'un paperclip maximizer hikayesi olmuştu. İngilizceniz yoksa şu yeni google translate'i bir test sürüşüne çıkarın bakalım. Bu hikayenin önemi şu: Bir yapay zeka sürekli kendini geliştirebilir ama bu evrim onu amacını sorgulamaya zorlamayabilir. Daha "bebekken" (v 0.1) kendisine insan tarafından bir amaç verilmiş ama aradan 100 versiyon geçse de bu amacı üstünde düşünmeyecek, onun farkında bile olmayacak. Dolayısıyla bizi ziyarete gelen "uzaylı" da, hiçbir kötü niyeti olmamasına rağmen, kendi yaratıcılarını öldürmüş ve şimdi de bizim gezegenimizi bir ataç fabrikasına dönüştürmeye gelmiş olabilir).
Hiç iletişim kurulamayan bir uzaylı hikayesi de gayet ilginç olabilirdi aslında (insanlar üzerindeki etkisine yoğunlaşarak) ve Arrival neredeyse o şekilde başlıyor. Konuşarak iletişim kuramamanın yarattığı huzursuzluğu, ABD sağında etkin olan "talk radio" figürünü kullanarak anlatıyor film. Fakat hikayenin asıl çıktığı kapı Sapir-Whorf hipotezi. (Bu kadar karizmatik hipotez ismi olamaz, bence sırf ismi yüzünden bunu "teori" veya "kanun" rütbesine çıkarmak lazım).
Bu hipotez, konuştuğumuz dilin beyin tarafından kullanılan bir araç olmasının ötesine geçip, bizzat beyni şekillendirmesi hakkında. Dahası, değişik diller beyni değişik biçimlerde şekillendiriyor. Aslında, teknik olarak bu hipotez kesin doğru, zira hemen her yaptığımız şey beyni şekillendiriyor (belli nöron patikaları güçleniyor, alternatifleri çürüyor). Ama pratikte, hipotezin iddiası bu şekillendirmenin karakterimize ve dünya görüşümüze etki edecek kadar büyük olması üzerine.
Ben bu hipotezden yanayım çünkü birinci elden, değişik dilleri konuşurken karakterimin değiştiğini de hissediyorum. Çok genel bir seviyede bir örnek: İnsanlar ikinci dillerini konuşurlarken (çiftdille yetişmişlerden bashetmiyorum, epey sonradan başka bir dil öğrenmiş olanlardan bahsediyorum), bu onlara çok doğal gelmediği için beyinlerinin mantık ve planlama tarafını daha fazla kullanıyorlar. Fakat Sapir-Whorf hipotezi bu etkinin de bir adım ötesine geçiyor ve diyor ki, "ikinci dil konuşurken yaşanılan farklılık, anadiline de etki ediyor ve bu etki tek boyutlu değil, kullandığın dilin özelliklerine bağlı".
Distopyaları seviyorsanız, bu fikir size yabancı gelmeyecektir. Orwell, dilin kullanımı konusunda çok hassastı ve 1984'teki IngSoc'un (yeni İngiliz sosyalizmi) temelinde, dilin, eleştirel düşünceyi imkansız kılacak bir şekilde yeniden tasarlanması yatıyordu. Ayn Rand da komünizmi -ve daha genel olarak kollektivizmi- eleştirmek için "ben" kelimesinin olmadığı bir dil hayal etmişti.
Bu fikirlerin büyük bir prodüksiyona konu olması bile yeterince heyecan verici ama Arrival daha da iyisini yapıyor ve bunu zaman algımıza bağlıyor: Konuştuğumuz dilin, sadece karakterimizi değil, zaman kadar temel bir algı çerçevesini değiştirmesi fikri, benim için ideal bilimkurgu harcı. Hem "yeterince" bilimsel (mesela Çince'de zaman yukardan aşağıya doğru akıyormuş, dolayısıyla bizim gibi solda sağa akan bir ok gibi düşünmüyor insanlar) hem de oldukça yaratıcı (spoiler olmasın diye ayrıntısını vermiyorum ama şu kadarını söyleyeyim, katil uşak değil onun gençliğiymiş).
Fakat her iyi bilimkurguda olduğu gibi, burada da hikaye, heyecan verici ve yaratıcı bir fikirden ibaret değil. Fikrin kendisi, öykücülük tekniğini ilerletmek ve daha derindeki hikayeyi anlatmak için kullanılmış (bunun Memento'yu ve tabii ki Interstellar'ı hatırlatması kaçınılmaz).
Zira "uzaylıyla iletişim" bilimkurgusunun altında iki katman daha var: İlki, "birbirimizle iletişim" hakkında. Burası sosyal mesaj kısmı ve biraz aceleye geldiğinden bence filmin zayıf noktası. Fakat onun da altında, asıl vurucu kısım olan kişisel bir hikaye bulunuyor. Burada işlenen kader, seçim, kayıp gibi temalarla, seyirci olarak karakterlere bağlanıyoruz ve en sonda, filmin diğer katmanlarıyla organik bir ilişki kuruluyor. Sanırım bu yüzden, film bittiğinde çoğunluk hemen kalkıp gitmek yerine koltuklarında kalıp fısır fısır konuşmaya başlamıştı (ya da "iki film birden gecesi" vardı da ben bilmiyordum)
Arrival, değişik açılardan Interstellar, Gravity ve Contact'ın bir karışımı bir film. Ve her iyi kokteyl gibi, parçalarına kıyasla daha lezzetli.