Kitap Nasıl Okunur

Kitap Nasıl Okunur

Podcast Versiyonu

Ön Not: Podcast Transkripti Devri Başladı

Selam fularsızlar. Bugün yeni bir şey deniyorum ve geçmiş podcast bölümlerinden birini yazıya dönüştürüyorum.

Bazılarınız podcast dinlemekten ziyade blogda makale okumayı özlediklerini söylüyorlardı ama bir konunun podcasti üstünde günlerce uğraştıktan sonra geri dönüp bir de yazısını hazırlamaya enerjim olmuyordu. Ben de şöyle bir formül buldum:

Scrintal diye bir program aracılığıyla oto-transkript çıkarıyorum, sonra üstünden geçerek yanlışları düzeltiyorum ve reklam/teşekkürler kısımlarını atıyorum. Sonuç bir blog yazısı gibi olmuyor ama daha az zahmetle (30 dk’lık bir podcast için 1.5-2 saat süren ve yaratıcılık gerektirmeyen bir amelelik) içerik yazıya dönüşmüş oluyor.

Bunun tek yararı okumayı sevenlere değil tabii. Öncelikle işitme engelliler için işe yarayacaktır. Ayrıca, podcastlerin içeriği arama motorlarına kapalı olduğundan (yeni yeni bazı teknikler deneniyor ama Türkçe içerik için değil), yazıya dökünce bulunmaları epey kolaylaşıyor. Her halükarda benim arşivciliğim için de elzem: Hemen keyword aramasıyla nelerden bahsettiğimi bulabileceğim. Sonuçta 70 ana bölüm + 20 küsur Patreon bonus bölümü var, artık insan unutuyor ne zaman ne dediğini.

Tüm bu sebeplerden ötürü, bu transkript işini birçok bölüm için yapacağım, önerilerinizi beklerim. (Mesela timestampleri silmedim bilerek, yardımcı olur mu?)


Kitap Sayısı Fetişi

[00:00:00]: Merhaba Fularsızlar. Bugün direk konuya dalıyorum. Bir araştırmaya göre günde tahminen yüz bin kelime duyuyoruz ve okuyoruz, yani yüz bin kelimeye maruz kalıyoruz. Çoğu kitap da aslında aşağı yukarı bu uzunlukta, yani bir günde duyduğumuz kelimelerle aslında bir kitap okuyabiliriz. Veya şöyle düşünün: Altı günde maruz kaldığımız kelime sayısı Tolstoy'un Savaş ve Barış'ına eşit, uzun versiyonuna hem de. Bu kadar fazla şeye maruz kalıyorken, en çok duyduğum sorulardan biri "hangi kitapları okuyayım" sorusu oluyor ama "nasıl daha verimli okuyabilirim" diyen gerçekten çok az. Belki senede bir öyle bir soru alıyorum. Ben de bu konu hakkında bir şeyler söylemek istedim.

[00:00:39]: Bu bölümün aslında ilham kaynağı şu: Zamanında Atakan de bir velet vardı biliyorsunuz, birkaç ay önce ortaya çıkmıştı, beş ayda iki yüz elli kitap okudum demişti. Onun üstüne hatta bir bölüm yaptım, Çocukluğun Değişimi isimli (aşağıda)…Bu kitap okuma meselesi de oradan kalmış, çünkü herkes kitap sayısına odaklanmıştı. Halbuki nicelik çok önemli değil biliyorsunuz. Yani kitap sayısı üstünden övünmek, aslında tam fularlı entel işi. Zaten her şeyden öte artık okumalarımızın çoğu kitap da değil. Okuduğun şeyi kitapla ölçmek, biraz çağın gerisinde kalmak gibi. Yani Amerikalıların metrik sisteme geçmesi yerine hala el, ayak, kol, bacak o birimlerle ölçmesi gibi mesafeleri. O yüzden bu bölümde vereceğim tavsiyeler sadece kitap için değil.

[00:01:31]: Bu arada zaten çok kitap okumak atla deve de değil. Muhtemelen dakikada hepimiz iki yüz elli üç yüz kelime okuyoruz. Bir kitap yüz bin kelime desek, ki bu uzunca bir kitap oluyor, altı saatte böyle bir kitap bitirebilirsiniz. Ortalama bir CEO da senede elli kitap okuyormuş. Haftada bir yani. Elli kitap için hepi topu üç yüz saate ihtiyacımız var. Senede üç yüz saat çok bir şey değil. Ortalama sosyal medyada geçirilen vakit altı yüz saat. Ortalama bir Türkün ve Amerikalı nın -en çok televizyon izleyen haklardan ikisi bunlar- televizyona harcadıkları vakit bin altı yüz saatten fazla. Yani çok kitap okumak öyle çok zor bir şey değil. Önemli olan nitelik. Nitelikten de kasıt okuduğunuzdan ne anladınız, şimdi o kısma dalacağız.

[00:02:20]: Şöyle bir kaynakla başlayalım: Mortimer Adler isimli bir yazar zamanında Nasıl Kitap Okunur diye yazmış. Yani bizden önce düşünenler olmuş bunu. Bin dokuz yüz kırk tarihli bir klasik bu. Ama yetmişlerde tekrar yazıyor, yani asıl kaynak hali de o zaten. En önemli şey, diyor, amacınızı bilmek. Bir kitap okumaktan elde edeceğiniz şey nedir? Amacınız nedir? Genelde üç tane öğrenme amacı olabilir diyor. Pratik, bilgi, anlayış.

[00:02:46]: Şimdi pratik zaten okuyarak değil, tecrübe ederek öğrenilir. O yüzden diğer ikisine odaklanmış. Bilgiyle anlayışı ayırmak için epey zaman harcıyor. Bilgi dağarcığının genişlemesi, anlayışı ilerletmez. Yani şöyle düşünün, çok alıntı yapabilen birisini düşünün. Dünya kadar kitap okumuş, hepsinden de alıntı yapabiliyor veya temel savlarını söyleyebiliyor. Bunları bize bir papağan gibi geri okuyabiliyor. Şimdi bu tamamen gereksiz bir öğrenme biçimi değil. Zorunlusunuz bir noktaya kadar bunu yapmaya ama bunun abartılmaması lazım. Eğer şöyle düşünün, kimse Google’dan daha fazla alıntı bilemez. O yüzden de bunu yüceltmeye gerek yok. Bazı konularda bu seviyede bir bilgi yeterli. Fakat asıl öğrenme, anlayış. Anlayışı edinmek için de okumaktan fazlasını yapmak lazım.

Okumanın Dört Seviyesi

[00:03:32]: Şimdi Adler aslında burada dört farklı seviyeden bahsediyor. Yani okuma yaparken dört farklı seviyeden geçeriz ve ancak ileriki seviyelerde anlayışı elde edebiliriz diyor. İlk seviye temel eğitim öğretim. Yani bir yazıyı okuyabiliyor musunuz? Kelimeleri okuyabiliyor musunuz? Orasını geç. İkincisi buna inspectional reading diyor, biz üstünkörü okuma diyebiliriz. Üçüncüsü analitik okuma. Dikkatini vereceksin düşüneceksin. Son tarz okumada karşılaştırmalı okuma. Yani burada artık bir kitabın ötesine geçiyorsun. Kitabın ne anlattığını zaten anlamışsın, burada o konuyu daha çok anlamaya çalışıyorsun. Çoğumuz bunu yapmıyoruz. Yani bu daha ziyade akademisyenlerin işi. O yüzden bu birinci ve dördüncü seviyeleri atalım, iki ve üçe odaklanalım. Yani üstünkörü okuma ve analitik okuma.

[00:04:21]: Bunlardan da aslında analitik okumaya odaklanacağız. Ama iki'nin önemi hangi kitabın bu derinlemesine okumaya hak ettiğini belirlemek. Çünkü zamanınız kısıtlı, enerjiniz kısıtlı, bunu iyi becermeniz lazım ve birçok insan da derinlemesine başladığı kitabı bitirmeden bırakamıyor, kötü olsa bile kitap. Geçen bölümden de hatırlarsınız, sunk cost fallacy, batık maliyet hatası. "Ben başladığım işi bitiririm, tuttuğumu bırakmam." Böyle hep büyüdüğümüz için kitaba da başlayınca sanki onu bitirmemek ayıpmış gibi. Hayır, ilginizi çekmiyorsa atıp gideceksiniz. Ama işte bunu yapabilmek için batık maliyet safsatasına karşı durmak zor. O yüzden hiç o sulara girmeyin. Bunu yapabilmek için önceden bir üstünkörü okumak önemli. Yani kitabın arka kapağına bakmak da buna dahil, ara ara paragraflar okumak da veya çok hızlı okumak da. "Şimdi göz gezdirme modundayım" diyorsun, beğenmezsen atman kolay oluyor. İşin açıkçası bence herkesin sevdiği veya önerdiği kitaplarda bile bunu yapmak lazım. Çünkü kendiniz için okuyorsunuz, başkası için değil.

[00:05:23]: Tabii ben böyle güzel sloganlarla kendinizi iyi hissettirmeye çalışmıyorum. Bunun da bir sınırı var. Yani bazen sevmediğiniz şeyleri de bilmek zorundasınız, bir ortak payda edilmek için veya bir statü edinmek için. Sonuçta şöyle düşünün: Herkesin beğendiği bir kitabı beğenmek ve en azından alıntılarla, konu başlıklarıyla bunu okuduğunuzu belli etmek demek, bir nevi sosyal sinyalleme yapmak demek ve bu kaçınılmaz. Yani ben şimdi size "it was the best of times, it was the worst of times" diye başlasam, bu kalıbı bilmiyorsanız, muhtemelen İngilizce literatürde hiçbir şey bilmiyorsunuzdur diye bir yargıya varıyorum. Yanlış olabilir bu yargım ama bu bir kısayoldur ve kısa yargılar da hayatın kaçınılmazı, insanlar da sizi böyle değerlendiriyorlar. Yani bir dereceye kadar gerekiyor ama çok da abartmanıza gerek yok dediğim. Her klasiği okumuş olmanız da gerekmiyor. Sevmediyseniz tarzını bırakın gitsin. Ben mesela size bir itirafta bulunayım: Takma adım Tolstyevski. Tolstoy'un Savaş ve Barış romanı bana çok zor geldi. Uzun bir epik zaten, bir sürü karakter var ve kendimi zorladım bunu nicki alabileyim diye. Yani bu konularda ayıp yok.

Aktif Okuma

[00:06:30]: Şimdi gelelim asıl odak noktasına yani üçüncü seviyemize. Ben aslında bundan daha önce bahsetmiştim ama analitik okuma değil de aktif okuma olarak bahsetmiştim. Hatta daha doğrusu aktif dinleme olarak bahsetmiştim hatırlıyorsanız, uzun süreli dinleyiciler bunu hatırlayacaklardır, Türkiye Günlükleri serisi yapmıştım, orada kimsenin birbirini dinlememesi diye bir bölüm vardı (aşağıda). Berber muhabbetlerinden açılmıştı. Orada bahsediyorduk işte bilgilendirici dinleme nasıldır, kritik dinleme nasıldır... Bu da aynı fikir aslında. Ona çok benzer, okuma versiyonu.

[00:07:02]: Çok basit prensipleri şu: Okurken not alacaksınız, altını çizmek değil. Kendi notlarınızı kendi kelimeleriniz ile alacaksınız. Çünkü hafızanıza giren, daha doğrusu kısa dönem hafızanıza giren bilgiler, düşünceler, bir noktadan sonra unutulacaklar. Bunlar öyle kendiliğinden uzun dönem hafızaya geçmiyorlar. Çok tekrar yapmanız lazım veya daha etkilisi, o öğrendiğiniz şeyleri yeniden yorumlamanız lazım. Siz yeniden yorumlayınca, işte kitap kenarına yazınca, mesala kendi kelimelerinizle, beyninizde o hafıza tekrardan başka bir şekilde yaratılıyor. Ve bu sefer uzun vade hafızaya geçiyor. Ama hatırlamaktan ziyade işte anlayışa dönüştürmüş olur o bilgiyi.

[00:07:43]: Adler şöyle söylüyor: Her bölüm sonunda ya da kitap bitince, şu sorulara cevap bulabiliyor olmanız lazım: “Bu kitap ne hakkında?” Daha iyisi, biraz daha zahmetli ama, kitabın bir gidişatının çizelgesini çıkaracaksınız, outlineını çıkaracaksınız daha doğrusu. İçindekiler kısmını aynen kopya alamayacaksın da kendince önemli bölümler nedir, gidişat nasıl olmuş, nereden nereye atlamış... Ondan sonra da bu kitabın tezleri sizce ne kadar doğru, kendi alanı içinde ne kadar önemli, bunlar hakkında yine bir paragraf yazacaksınız diyor.

Kitap Okumayı Kolaylaştırmak

[00:08:17]: Adler'i artık rahat bırakalım, bir adım geriye gidelim. Yaklaşık iki sene önce yazdığım bir yazı vardı, verimli ders çalışma tavsiyeleri diye, oraya geçiş yapacağım. Çünkü aralarında çok ortak nokta var. Hem onu okuyacağım hem de araya yorum sıkıştıracağım. Şimdi biz bu noktaya kadar, oturup da kitap okuyabilmemizin kolay olduğunu farz ettik. Halbuki zor bir şey bu, gayet zor bir şey. Aslında ilk yapacağınız şey kitap okumanızı kolaylaştırmak olmalı. Burada da en önemli değişim çevrenizi değiştirmek. Yani çok okumak istiyorsanız, okuma dışında dikkatinizi çeken şeyleri çevrenizden uzaklaştıracaksanız. Gayet basit. Masanın üstünde böyle kokain tepecikleri varsa onu bir kaldırın. Onun yerine de okumanızı kolaylaştıracak şeyleri etrafınızda bulunduracaksınız. Nedir bu? Kitap! Kitapları sağa sola dizeceksin.

[00:09:03]: Mesela bir tavsiye okumuştum, aynı kitaptan üç dört tane alıyormuş, Fiziksel kopyasını, yani zengin bir arkadaş zaten. Onları evin değişik yerlerinde dağıtıyor, tuvalete, şuraya, buraya ki her yerde bulunsun, hemen açıp okuyabilsin. Takip ettiğim Sam Harris var, O da okuduğu kitabın hem Kindle versiyonunu ya da elektronik versiyonunu, hem de fiziksel kopyasını alıyor. Bulunduğu yere göre ikisinden de devam ediyor. Ben bunu yazıda da şöyle yazmıştım aslında, önce odanızı toplayın diye bir yazıma referans vermiştim. Yani çalışmak istemediğin için masanın üstünü toplamıyorsun, e masanın üstü dağınık olduğu için de çalışmak istemiyorsun. Yahut o masaya oturunca aklına bin bir türlü şey geliyor. Bu tip tuzaklara düşmemek için belli ortamları belli fonksiyonlarla özdeşleştirmek lazım. Oraları da temiz tutmak lazım.

[00:09:48]: Hatta şöyle denir mesela, uykusuzluk çekenlere ilk önerilen şey yatakta çalışmamak veya film izlememektir. Yatak sadece uyumak içindir. Çalışma odası da sadece çalışmak içindir. Eğer ayrı bir oda yoksa şöyle bir tavsiye var: Ufak bir masa lambası alın üstüne "çalışma lambası" etiketi yapıştırıp kendinizi böyle kandıracaksınız. O lambayı masaya koyup yaktığınızda odanız çalışma odasına dönmüş olacak. Kısacası yaptığınız işe kendinizi şartlandırma. Bu deneyde yani hem Pavlov sizsiniz hem de köpek sizsiniz.

[00:10:16]: Çevresel şartları hazırladıktan sonra ikinci adım şu: Bir oturuşta ne kadar okuyacaksınız, dikkatinizi ne kadar tutacaksınız? Şimdi ben bu yazıyı ders çalışma veya makale okuma için yazdığımdan ötürü Pomodoro tekniğinden bahsetmiştim. Yirmi beş dakikada bir beş dakikalık ara veriliyor, dördüncü ara da uzun oluyor. Şimdi bu tekniğin bence asıl yararı -ben bunu uzun süreler denedim- verimi arttırması değil. Bence asıl yararı şu: Eğer konsantrasyonumuz düştüğünde kendimizi zorlamaya devam edersek, insan o konudan nefret etmeye başlıyor. Hatta daha kötüsü okumanın kendisinden nefret ediyor. Çünkü bunu sevmezsen, bir sonraki sefer kendini daha da zorlaman gerekiyor. Eğer o şeyi oturup hakkaten okuman gerekiyorsa işin yüzünden, okulun yüzünden, bu fasit daireyi kırmak lazım. Pomodoro bu tekniklerden bir tanesi bence. Yalnız bunu her durumda uygulamamak gerekiyor. Bazı uğraştığım konulara oturup tekrar kafaca girebilmem için verdiğim aradan sonra birkaç dakikalık bir çaba lazım. Yani sırf kaldığım yeri bulabilmem, ondan sonra o zamanki düşüncelerime geri dönebilmem belki beş on dakika sürebiliyor. O zaman çok verimsiz, tam tersine. Özellikle de ezber değil de veya bu yüzeysel okumalar değil de gerçekten derinlemesine birkaç ayrı kavramı birbirine bağlamaya çalışıyorsanız, öyle zırt pırt makineyi stop ettirmeyin. Oturun bir saat okuyun mesela.

Hafıza: Tanıma ve Hatırlama Arasındaki Fark

[00:11:38]: Üçüncü nokta tekrar. Şimdi pomodoro tek bir çalışma periyodu için geçerli. Bir saatlik blok ayırdığınız zaman bu tek bir periyot. Ama çoğu konu tek seferde kalıcı olarak öğrenilmiyor. Her sınavını, her projesini, her sunumunu son gece bırakmış biri olarak bu konuda epey tecrübeliyim. Daha uzun dönem hatırlamak için en verimli yol, tam unutmaya başlamışken konuyu tekrar etmek. Konuya göre insana göre değişiyor, bende bu süre genelde bir hafta.

[00:12:03]: Tekrar etmek için dönüp baktığınızda da bakar bakmaz "ya tamam, hala hatırlıyorum hepsini, sorun yok" diye kısa kesip atmamak lazım, çünkü hatırlama ile tanıma arasında bir fark var. Şimdi daha önce okuduğum bazı şeylere tekrar bakınca onları tanıyorum ve sanki onları hatırlıyor muşum sanrısı yaratıyor bende bu. Bu kavramların ingilizce farkları recognition - tanıma ve hatırlama - recollection. Özellikle mesela altını çizdiğiniz metinleri tekrar okurken bunu hissedebilirsiniz. Bir sonraki sefer o hissi yaşadığınızda kağıdı kapayıp paragrafın geri kalanını kendiniz yazmaya çalışın. Bakalım ne oluyor. Yani ezberden bahsetmiyorum. Metnin ana fikrini kendi cümlelerinizle anlatmaya çalışın. Hatırladığınızı düşündüğünüz metnin ana fikrinden bahsediyorum. Muhtemelen beceremeyeceksiniz.

[00:12:49]: Dejavu yaşarken olan da bu zaten. Sözde her kareyi hatırlıyorsunuz. Gördüğünüz her şeyi "a bu daha önce olmuştu" diyorsunuz ama bir sonraki sahnede, bir sonraki karede ne olacağını tahmin edemiyorsunuz. Tam olduktan sonra "ben bunu yaşamıştım" hissi geliyor sürekli. Yok eğer bir sonraki sahnede ne olacağını tahmin eden varsa, o zaman onu da bir kağıda yazsın, sonra da peygamberliğini ilan etsin. 

[00:13:11]: Bu yanılsamayı engellemek için gerekli olan şey, tekrar ve tekrar döndüğümüz nokta, aktif çalışma. Önce öğrenmeye çalıştığınız şeyin ne olduğunu, ne tip bir bilgi olduğunu anlamanız lazım. Adler'in de zaten dediği buydu. Burada şöyle diyelim, bir kavram mı yoksa kuru bilgiden mi bahsediyoruz. En kolay ayrım bu olur herhalde. Fransız Ihtilali'nin mesela hangi yılda başladığını bilmek kuru bilgidir ama o ihtilalin ardındaki sebepleri analiz etmek daha zor bir şey.

[00:13:38]: Kitlesel eğitimde tanım ezberlemek esas olduğu için -yani çocukluğumuzdan beri şartlandırıldığımız öğrenme biçimi bu- kavramlara da kuru bilgiyle aynı muameleyi yapıyoruz. Yani kavramın da tanımını öğrenmek sanki onu öğrenmekmiş gibi düşünüyoruz. Halbuki bir kavramı öğrenmek çok daha uzun sürüyor. Ama güzel tarafı şu, bir kere öğrenince de unutmak çok daha zor. Bunları anlamak için, kavramı anlamak için, aktif olmak lazım. Oturup düşüneceksiniz, kendi cümlelerinizle kendinizi anlatacaksınız veya işte o okuduğunuz şeyin muhabbetini arkadaşlarınızda yapacaksınız. Bu da belli bir öğrenmedir, hatırlamadır, okumanın bir parçasıdır bu.

[00:14:14]: Bu yüzden mesela kitap kulüpleri çok yararlı. Çok entel kuntel bir şeymiş gibi gözüküyor ama ben birkaç tanesine katıldım,  sırf oraya gidip kitabın özetini veya düşündüğüm şeyleri başkalarına anlatmak, bildiğimi sandığım, öğrendiğimi sandığım şeylerin aslında pek sağlam olmadığını gösterdi bana. Pozitif olarak da bakarsak birçok böyle muğlak kavramın, bağlantının netleşmesini sağladı. Yani kitap kulübüne başkasından mükemmel bir analiz duymak için gitmiyorsun aslında, kendi analizini yapabilmek için gidiyorsun. Benim tecrübem buydu.

[00:14:48]: Genel olarak çalışma zamanımızın yüzde sekseni öğrendiklerimizi sözlü veya yazılı olarak tekrarlamakla geçmeliymiş. Bakın, sessiz sessiz düşünmek de sayılmıyor. Yüzde seksen, yani beş saat çalışıyorsan sadece bir saatini okumaya ayıracaksın. Biz muhtemelen yüzde doksanını okumaya, yüzde onunu da artık sınav için dua etmeye harcıyoruz.

[00:15:08]: Bu konu hakkında mesala Schopenhauer güzel yazmış, Essays and Aphorisms  kitabında -Türkçeye galiba yaşam bilgeliği üzerine aforizmalar olarak çevrildi- orada kısaca şunu diyor: Çok fazla okumak zararlıdır. Çünkü zamanınızı sürekli okuyarak doldurursanız düşünecek zaman bulamazsınız. Şimdi o, bu aktif çalışma metodlarından pek haberdar değildi anladığım kadarıyla. Yani kendi özetinizi kendiniz çıkaracaksınız diye yazmıyor ama onu düşünmek kümesine dahil etmiş. Sürekli okursan, diyor, sanki böyle bir yayın üstüne binmiş bir ağırlık o yayı nasıl ezer, bir türlü kopup gitmesine izin vermez, işte diyor, aynı şekilde sizin beyniniz de bir yay gibi, bir noktada salınıp kendi düşüncelerine sahip olması için, orijinal düşüncelere sahip olması için o ağırlığı üzerinden çekmeniz lazım. Ağırlık da başka şeyleri başka kaynakları okumanın ağırlığı.

[00:15:58]: Şöyle bir alıntı yapmış: Bu tip insanlar sonsuza kadar okurlar, hiçbir zaman okumazlar. Sonuçta herkesin de illa bir şey yazıp ünlü yazar olmasına gerek yok yani orada biraz abartmış da bence daha güzel bir antolojisi şu: Böyle okuyarak öğrendiğiniz şeyler takma uzuvlar gibidir diyor. Mesela takma diş gibidir veya üstünüze yapıştırdığınız bir yalancı deri gibidir diyor. Burada artık Hannibal Lecter'a bağlamış birazcık, neler hayal etmişse. Ama düşünerek ulaştığınız gerçekler, sentezleyerek, hazmederek, uzun uzun düşünerek ulaştığınız gerçekler, doğal uzuvlarımız gibidir diyor. Sadece bize aittir çıkarılıp takılamaz.

[00:16:36]: Şimdi tabi Schopenhauer'u okuyunca gaza geliyor insan, çok da güzel yazan biri. Ama biraz eleştiri getirmek istiyorum: Onun zamanında hakikaten böyle oturup da zamanının çoğunu düşünmeye ayırarak orijinal fikirlere ulaşmak daha kolaydı. Bir kere çok daha az insan zaten bir şey yazıyordu. Yazanlar da birbirlerini tanımıyorlardı. Yani Schopenhauer'ın aslında, ironik olarak, bu kadar etkin olmasının bir nedeni, Doğu felsefelerindeki metinlerin Batı dillerine çevrilmiş hallerine ilk ulaşan insanlardan biri olmasıydı. Onları okuyor, yorumluyor, ondan sonra kendi bilgileriyle sentezliyor. Şimdi biz böyle bir dünyada yaşamıyoruz. Herkes içerik üreticisi bir kere, ikincisi de her içerik ulaşılabilir bir durumda. Orijinal bir düşünce bulayım, yani sürekli okuyan değil de okunan biri olayım endişesiyle yaklaşırsan, ki kendisi orjinal düşünceye çok önem veriyor, ama o zamanlar hakikaten mümkündü, şu anda mümkün değil.

Kurgunun Farkı

[00:17:32]: Tabii yine burada duraksamaktan bahsederken şu ayrımı da yapalım: Kurgu eserlerde işleyen süreç farklı. Yani ben burada kurgu dışı bir şey okurken o bölümü bitiriyorum, mesela yirmi sayfalık bölümü, hemen sonrasında bir not, bir özet çıkarıp, kitap bitince de o özetlere tekrar dönüp veya kitabın asıl özetini yapıp, ondan sonra bunları karşılaştırıyorum. Bunlar gayet mümkün. Böyle hap gibi bölüm bölüm gidebilirsin. Kurgu eserlerde, seni başka bir dünyaya ışınlayan eserlerde, o yolculuğun bir noktasında böyle imdat frenini çekip de "ya arkadaşlar ben bir beş dakika dışarı çıkıp bunun bir analizini yapacağım" dersen büyü bozuluyor. Yani o dünyanın dışına çıkman lazım. Kenarda marjinlere not aldığın zaman böyle oluyor çünkü. Bir yabancı gibi oraya bakarak yorumunu yazıyorsun. Sonra tekrar "tamam, kaldığımız yerden devam edelim" diye o dünyanın içine girmeye çalışıyorsun. Bu olacak iş değil.

[00:18:24]: Mesela yavaş yavaş okuyacaksın, o karakteri gözünde canlandıracaksın, o ev ortamını gözünde canlandıracaksın, o dünyada yaşadığını düşüneceksin. Bu da bir duraksamadır. Ama bunun amacı müthiş orjinal bir fikir bulayım değildir veya öğrendiğim her bilgiyi hatırlayayım değildir. Onun yerine kitabın size sağladığı simülasyonu daha gerçekçi bir hale getirmek veya çözünürlüğünü yükseltmektir.

Ezber

[00:18:47]: Bir nokta daha var değineceğim, o da ezber. Şimdi bu kuru bilgi - kavram ayrımını yapmıştık veya Adler'in dediği gibi bilgi-kavrayış ayrımını yapmıştık. Wikipedia çağında kuru bilgi ezberlemek çoğumuza saçma geliyor olabilir. Ama bu saçmalığa da en çok isyan edene madalya vermiyorlar. Çünkü bir şekilde bu sistem içinde başarılı olmanız lazım. Hani demiştim ya, sosyal statünüzü belli etmek için birkaç alıntı bilmeniz lazım vesaire, onun bir adım daha derinine inmek istiyorum burada. Ezberin sadece statü sinyallemek için değil aynı zamanda gerçekten de gerekli olduğunu düşünüyorum, bir dereceye kadar. Çünkü öğrenmek demek mevcut bilgilerinize yeni bir şeyler eklemek demektir. Yani bir ağacın gövdesine eklenen dallar gibi. Bu benzetmeyi sanırım Elon Musk'tan duymuştum. O konudaki gövde daha önceden ezberlediğiniz, size belki okulda öğretilen ve ailenizin öğrettiği bazı temel bilgiler. İnsanların birbirleriyle iletişimde bulunabilmesi için asgari bir ortak paydaya sahip olmaları lazım. Örneğin oturup da Batı dünyasında yetişiyorsan Shakespeare'den bir şeyler bilmen lazım. Bu, o ağacın gövdesi gibi. Ondan sonra buna dallar ekleniyor. Shakespeare'le alakasız bir şey okuyorsun, mesela hikayeciliği okuyorsun, kahraman arketiplerini okuyorsun başka yerden, dramanın kendisine okuyorsun, o gövde üstüne eklemleniyor. Öğrendiğin şeyler böyle birbirlerinden bağımsız, havada uçuşan bulutlar gibi değiller. Buradaki ezberleri daha ziyade belki de temel zihinsel modeller, dünya görüşleri, dünyaya bakışımızı şekillendiren mercekler, bu şekilde anlamak daha yararlı olabilir.

[00:20:24]: Evrim bunlardan bir tanesi. Şimdi oturup da her canlının evrim çizelgesini ezberleme ne gerek yok. O kuru bilgiye giriyor. Ama evrim kavramının temelini bir yerden öğrenmen lazım. Bu kavramın içinde rekabet var, bilinçsizlik var, rastgele değişimler var ve o değişimlerin elenmesi sonucu birbirinin üstüne inşa eden bir bilgi sistemi var. Bu zihinsel modeli bir kere oluşturduktan sonra bunu başka yerlerde de kullanabiliyorsun. Hangi dinlerin neden başarılı olduğu mesela, evrimsel bir bakış açısıyla anlatılabilir, bir dereceye kadar tabii ki.

[00:21:00]: Burada önemli olan şey şu: Tek bir mental modele bağlı kalmamak lazım, yani tek bildiğin şey, tek kullandığın mercek evrimse veya doğal seçilim ise, o zaman güdük bir dünya anlayışın olacak. Çünkü din denen bir konu sadece o şekilde anlaşılmaz. Sadece dinlerin birbiriyle rekabeti şeklinde anlaşılmaz, başka başka mercekler de kullanacaksın. Bunlar işte temelinde olması gereken şeyler. Bu mercekleri de bir yerlerden öğreniyorsun, ondan sonra da ideal olarak onun üzerine eklemlediğin şeyler o kadar karmaşıklaşıyor ki, senin sentez kabiliyetini o kadar arttırıyor ki, bir noktadan sonra o merceklerin kendilerini, zihinsel modellerin kendilerini de değiştirebiliyorsun veya ilerletebiliyorsun. Ama işte bunların hepsi bir nevi ezberle başlıyor.

[00:21:46]: Belki çok soyut olmuş olabilir. Biraz daha işin pratik tarafına döneyim. Bazı durumlarda hakikaten ezberin kendisi zorunlu oluyor. Onu da şöyle yapıyorsunuz: Kafanızda acayip bir sahne canlandırıyorsunuz. Ezberleyeceğiniz şeyleri de o sahnedeki diğer şeylerle ilişkilendiriyorsunuz. Birkaç kez bu sahnenin üstünden geçiyorsunuz veya o yarattığınız simülasyonun içinde yaşıyorsunuz, işiniz bitiyor. Bunları yıllar önce televizyonda Melik Duyar anlatıyordu. Hatırlayanlar vardır belki. Çok da güzel gösteriler yapıyordu, öyle ağzım açık izliyordum o zamanlar. Daha modern zamanlarda da Sherlock dizisinden hatırlayabilirsiniz. Bir "hafıza sarayı" metodu vardı orada. Ama aslında orada kullanılan metot bayağı eski, klasik zamanlara gidiyor. O insanların keşfettikleri de ardışık şeylerin, yani birbirlerini doğal olarak takip eden şeylerin daha kolay hatırlandığı. Mesela iyi bildiğiniz bir rota buluyorsunuz. Evin girişinden yatağınıza kadar olan yol gibi. Oluşturmak istediğiniz anıları da veya bilgileri de sırasıyla bu yol boyunca yerleştiriyorsunuz.

[00:22:46]: Bu tip görsel metotların işe yaraması da sürpriz değil, çünkü öyküler de aynı kök nedenden ötürü çok etkililer. Birine vereceğin dersi kural veya böyle kuru bilgi şekline değil de öykü şekline, birbirine takip eden sahneler şekline sokarsan, bu insanı beynin görsel tarafını kullanmaya zorluyor çok daha akılda kalıcı oluyor. Bu arada tabii görsel ezber tek yol değil. Bugüne kadar ben mesela binlerce vida sıktım, hayatta başardığım en önemli şeylerden biridir, hala her seferinde hangi tarafa çevirince sıkılacağını, hangi tarafa çevirince gevşeyeceğini bir kafiyeyle hatırlıyorum. Righty tighty, lefty loosey, o kadar basit.

Uyku

[00:23:23]: Gelelim son adıma. Aslında biraz durup düşünmekten zaten bahsetmiştik ama bunun daha da derin bir versiyonu var, o da uyku. Çağımızda bir sürü insan çok az uyumasıyla ve çok çalışmasıyla övünüyor. Mesela benim tanıştığım her mimarlık öğrencisi -nedense özellikle mimarlık- proje yetiştirmek için ne kadar az uyuduğuyla övünüyor: Yedi gün uyumadım, üç gün şöyle yaptım, dört gün balkondan sallandım beynime kan gitsin diye...Arkadaş sen SAS komandosu musun? Ne lüzum var böyle işkence çekmenin?

[00:23:52]: Bu konuyla alakalı şöyle güzel bir alıntı var Ralf Emerson'dan: “Hiçbir zaman bilinçdışınıza bir istek yapmadan uyumayın”. Yani uykudan önce kendi zihnine bir şeyler soracaksın. O sorduğun soru da tabii ki gün içinde yaptığın şeylerle alakalı olacak. Yani bir şey hakkında çalışmışsın, kitap okumuşsun, makale okumuşsun, belki aklında birtakım belirsiz noktalar var, belki bazı bağlantıları kuramadın. Bazen, kendiliğinden bunlar uykuda çözülüyorlar.

[00:24:24]: Ama burada iki şey önemli: Bir, bu tip olayları arttırmak için Emerson'un dediği gibi, yatmadan önce tam olarak neyi çözemediğini kendine bir lazım. Zaten uykulusun, zihninde kaşeye aldın, önbelleğe aldın o soruyu, bırak git, üst sistemlerini kapat, diğer sistemlerin çalışsın, normalde aklına gelmeyecek bir yerlerden bağlantı kurarak, sana yeni bir içgörü sağlarlar.

[00:24:50]: İkinci kısım da şu: Uyandıktan sonra aklında hayal meyal böyle şeyler olabiliyor. Onları hemen o sırada yazmazsan kaybolup gidiyorlar. Yani yanı başında bir tane ufak not defteri bulundur, yatmadan önce soru yazıyorsun, kalkınca da cevabını. Şimdi ben bunu birkaç kere yaptım, çok komik oluyor aslında, çünkü o yazdığım cevaba daha sonradan, bir iki gün sonradan baktığım zaman "ya ne kadar saçmalamışım" diyorum. Bazen ama gerçekten de o sorunu çözüyorsun. Öğrendiğiniz fikirlere böyle bir kuluçka şansı vermeniz lazım.

“Bomboş Bir Filmdi”

[00:25:23]: Daha sonra bir adım daha var aslında. Atıyorum bir ay sonra birisi size sordu, bu kitap nasıldı veya bu film nasıldı. Burada anlatılan çoğu şey filmler için de geçerli. O da sonuçta iki saat sana bir şey anlatıyor. Şimdi birine film sorduğun zaman veya bazen de bir kitap sorduğun zaman karşıdaki nasıl cevap veriyor? “Sevmedim, beğenmedim, bomboş kitaptı, bomboş filmdi abi”... Bunların hiçbir manası yok. Hiçbir şey söylemiyor, ne karşınızdakine ne de kendinize. Bir şeyi neden sevip, neden sevmediğinizi düşünmek de çok önemli. Eğer demin bahsettiğim şeyleri yaparsanız, bir kitabı, bir filmi neden sevip sevmediğinizi açıklamanız çok rahat olur ve açıkladıkça kendiniz de daha çok anlamış olursunuz. Şimdi oturup dört saatini, altı saatini kitabı ayırıyorsun veya iki saatini filme ayırıyorsun, bir beş dakika da otur düşün değil mi? Bunu yapmıyor insanlar. Yapmamalarının ötesine geçtim, herkes o konuda bir görüş bildirme ihtiyacı da hissediyor bir yandan, yani asıl sakat nokta o. Başkası acayip bir şey yazmıştır, işte "bu filmi beğenenler aptaldır", "bu filmi beğenmeyenlerin kafası basmamıştır", neyse, o sende bir dürtü oluşturuyor ve o noktada şunu demiyorsun geri dönüp, "ya bir dakika ya, ben bunu izledim ama şu ana kadar hiç düşünmemiştim bu konu hakkında". On saniyede aklına gelen ne varsa onu yazıyorsun ve insanların "fikri" bu oluyor. Halbuki fikir mikir değil bu, insanlar anlık hissiyatlarını fikir kılığına sokup paylaşıyorlar.

[00:26:48]: O yüzden okuduğunuz, izlediğiniz şeyin ertesinde yaptıklarınız da önemli. Mesela bir kitabı on sene aralıklarla tekrar okumak da çok değişik bir tecrübedir ve her seferinde kendi tepkinizi biraz daha analiz ederek yazarsanız, kendinize söylerseniz bunları, hayatınızın da ne kadar farklılaştığını, kendinizin ne kadar farklılaştığını görmüş olursunuz. Bugün okuduğunuz şey sadece bugününüzü ve yarınınızı değil, dününüzü de değiştirir. O yüzden zaten kitap okumak ve anlattığım şekilde film izlemek böyle lineer giden bir şey değil. Temeli koydun, ondan sonra onun üstüne tek tek kat çıkıyorsun, sonsuza kadar gidiyorsun, böyle değil. Kurduğun bağlantılar, eklediğin dallar, geri dönüp ağacın gövdesini değiştirebiliyorlar.

[00:27:31]: Bu eklediğin dallar belli bir kritik eşiği aştığı zaman, bunların arasında kurulan olası bağlantılar da geometrik olarak artıyor. O yüzden mesela beş kitap okumakla on kitap okumak arasındaki fark, sizde yaratacağı potansiyel değişim bakımından, iki kat değil, iki kattan daha fazla. Şimdi bu yaşımda bana oturup kombinasyon permütasyon hesabı yaptırmayın, rezil etmeyin.

Masal Okumak

[00:27:54]: Sanırım bu kadar yeter şimdilik, belki bu konuya tekrar değiniriz, sizden gelen yorumları da beklerim. Ufak bir bonus kısmı var. Birkaç tane pedagojik siteye baktım. Eğer çocuğunuz varsa şöyle tavsiyeler yapmışlar: Yatmadan önce her gün en az yirmi dakika size bir şey okusun. Bunun bir kaç yararı var. Sesli okuyunca beyninin daha farklı taraflarını geliştiriyorsun. İkincisi çocuk paragraf atlamak isterse, sevmediği, sıkıldığı, zor gelen şeyleri atlamak isterse birazcık zorlayabilirsin. Ve yine her zamanki gibi okumasını bitirdikten sonra ne anladığını bir sorun, özetlemesi isteyin. Daha sonra da eğer zamanınız varsa ebeveyn olarak, bir hikaye de siz çocuğa okuyun, sizin ağzınızdan bir şeyler duysun. Sırf bu ilginin, bu alakanın, bu disiplinin farkı büyük olacaktır diye düşünüyorum.

"Bir Başkadır" Bu Yazı

"Bir Başkadır" Bu Yazı

Evet, Sizin Maviniz Benim Kırmızım

Evet, Sizin Maviniz Benim Kırmızım