"Bir Başkadır" Bu Yazı
Not: Bu yazı, 6 Aralık 2020 tarihinde yayınladığım podcast bölümünün transkriptinin düzenlenmiş ve ayıklanmış halidir. Zaman kodlarını da bıraktım ki isteyen yukardaki oynatıcıdan ilgili yere atlayabilsin.
Parçalanmış Gerçeklikler: Türkiye’den Kısmi Kopukluğum
[00:00:08]: Bugün pop kültür konuşacağız, "Bir Başkadır" dizisini konuşacağız. Her detayını incelemeyeceğim çünkü bunu çok güzel yapanlar olmuş çoktan, örneğin Ekşi Sözlük'te bir çok harika analiz var. Ama benim dikkatimi özellikle Yalın Alpay'ın değerlendirmesi çekti, zira anlattığı şeylerin ciddi bir kısmıyla hemfikir değilim ama ona rağmen kafam açıl açıla, merakla izledim. (Hemfikir olmadığın bir insanı merakla dinleyebilmek nadir gerçekleşen bir şey. Aksi gibi de insan ufku tam bu tip muhabbetlerle açılır, biraz çekişmeyle açılır.)
…
[00:06:33]: Dizinin kendisinden ziyade furyasına odaklanalım. Yani bir "Bir Başkadır" diye bir dizi var, bir de çılgınlık mı diyeyim, moda mı diyeyim, herkesin konuştuğu bir şeyler var, furya işte. Ben bunların ikisini de kaçırdım aslında ve bu bana ilginç geliyor, çünkü parçalanmış gerçekliklerde yaşadığımızı hatırlatıyor bir kez daha.
Hani bazı şeylerin popüler olduğunu bilirsin ama onun üzerinden kendine böyle bir sosyal statü yaratmak istersin, bilerek izlemez ve dinlemezsin, dinlemediğini de her yerde duyurursun. Şimdi o bir seviye olsun.
İkinci seviye bilmemezlik de şu: Bir şeyin popüler olduğunu bilirsin ama umursamazsın, yani onun üstünden statü kavgasına da girmezsin, hayatında hiç bir yeri yoktur, sadece bilirsin.
Bir de üçüncü seviye var: Bir şeyin popüler olduğunu bile bilmezsin.
[00:07:20]: Ben mesela geçen gün ilk defa hayatımda bir Billie Eilish şarkısını dinledim, Bad Boy adında. Eskiden yeni keşfettiğim bir şey olurdu, tabii ki dünyada ilk ben keşfetmemişimdir, bazı şeyleri popüler olduktan sonra keşfederiz, yüzbinlerce kişi dinlemiştir çoktan, partiye geç katılmışımdır. Artık öyle bir dünyada yaşıyoruz ki bu Bad Boy'a bir baktım, 1 MİLYAR dinlenmesi var sadece YouTube'da. Ve benim bu boyutta bir şeyden daha yeni haberim oluyor. "Bir Başkadır" da bana onu hatırlattı biraz. O kadar ki, bunun hakkında yapılmış yorumları okurken kullanılan referansları da bilmediğimi fark ettim. (Issız Adam'dan mesela çok kişi bahsetmiş)
[00:08:05]: Bir ara blogda anlatmıştım Endonezya'ya gittiğimi. Orada Türk olduğumu anlayan herkes nasıl seviniyor, nasıl heyecanlanıyordu anlatamam. Meğer hepsi prime time'da Türk dizisi izliyormuş. Acayip popüler. Önceleri diyordum "ya izlemiyorum, onu bilmem, bunu bilmem" diye sonra hayalkırıklığına uğradıklarını görünce ben de yalan söylemeye başladım. Sonra bir gün yakalandım, yalan söylediğimi anladı ev sahibimiz. Endonezya'nın bir kasabasında, turistik bir yer de değil, oturduk televizyonu karşısına, Türk pembe dizileri izliyoruz. Bana ordaki karakterleri anlatıyor. Ondan öğrendiklerimi de daha sonra tanıştığım insanlara sattım.
Endonezyada Türk dizileri
[00:08:44]: Daha da komik bir şey söyleyeyim: Endonezya sehayatinden sonraydı sanırım. Kız arkadaşım Macar, o aralar Kara Para Aşk diye bir dizi izliyor. Istanbul'a geldik, bir yerde kahvaltıya gittik. Bizimki orada gitti biriyle konuşmaya başladı. Türkiye'de sen kimi tanıyorsun, geldiğimiz yerde bir arkadaşımız yok, hiçbir şey yok. Meğer dizideki baş aktrismiş. Türk olan benim ama keko gibi duruyorum. Kadıncağız da tek başına orada kitap okuyup yemeğini yiyordu, herhalde bir tek orada rahatsız etmiyorlardı. Ama işte orada da geldi, Macarın teki bunu buldu. Neyse kibar kibar konuştular, sonra gittik.
[00:09:23]: Şimdi bunları şu yüzden anlatıyorum: Türkiye'den çok da kopuk bir insan değilim aslında. Sonuçta bu yazılar sayesinde, podcast sayesinde bir alakamız var. Sosyal medyada sürekli gündem olan şeyler oluyor, ona buna laf yetiştiriyorum. Oralardan birbirimizi tanıdığımız için böyle bir anlayış oturuyor kafada: "Tamam ya, bu da bizden." Sanki aynı gerçeklikte yaşıyormuşum gibi oluyor. Ondan sonra da böyle çok basit, çok temel şeyleri bilmediğimi fark edince, insanlar bozuluyorlar birazcık.
[00:09:56]: Aslında şunu hatırlattı, biraz alakasız olsa da bence önemli: Yeni bir ülkeye gittiğim zaman ilk öğrendiğim şey genelde "ben bu ülkenin dilini (ne diliyse artık) konuşamıyorum, ingilizce biliyor musunuz?" Cümle bu. Bunu ezberliyorum, başım derde girdiği zaman bunu söylüyorum. E sürekli bunu tekrarladığın için de pratik yapıyorsun, bir noktadan sonra şahane söylüyorsun. Yani düşünsene Türkiye'de sokak ortasında biri geliyor sana, hiç aksansız süper bir şekilde, "ya çok iyi Türkçe bilmiyorum, İngilizce biliyor musunuz?" diyor. Şaşırırsın, "dalga mı geçiyorsun kardeşim" dersin. Benim Türk popüler kültürüyle olan ilişkim de bu. Ama bu ilişkinin komikliği sosyal medyada ortaya çıkıyor işte. Çünkü biraz eski kafayla düşünüyoruz. (Biz derken kendi neslim adına konuşuyorum.)
[00:10:41]: Bu eski kafada herkesin ortak bir gerçeklikten başladığı sanrısı var. Yani başlangıç noktan aynı. Ondan sonra kültürüne göre, değerlendirmelerine göre farklı noktalara varıyorsunuz. Sosyal medya da böyle başladı aslında, Ekşi Sözlük'ü düşünün: Herkes aynı başlıklara bakıyordu, aynı gündem maddeleri aynı "en beğenilenler". Forumlar da böyle. Şimdi biz bu anlayışı aldık, sanki Facebook'ta Twitter'da da geçerliymiş gibi davrandık. Sen de Twitter'dasın ben de Twitter'dayım, arada böyle gündemlerimiz kesişiyor, referans noktalarımız kesişiyor ama onun dışında apayrı yerlerdeyiz aslında ve bunu göremiyoruz.
Türkiye bir diziyle anlatılabilir mi?
[00:11:17]: Gel gelelim dizinin kendisine. Çok mu iyi bir diziydi, o yüzden mi bu kadar konuşuyoruz? Hayır. Ben beğenerek izlediğim diziyi ama çok konuşulan yapımlar nadiren konuşuldukları kadar iyidirler. Bir yapımın çok konuşulması için birazcık işin içinde doğru yerde, doğru zamanda olmak da var, belli bir eşiği aşınca da zaten herkes konuşuyor diye konuşmaya başlıyorsun, herkes izliyor diye izlemeye başlıyoruz.
[00:11:43]: Yorumların büyük kısmı bu dizinin, Türk toplumunun isabetli bir panoramasını, bir kesitini çıkarıp çıkarmasıyla ilgili. Değişik karakterler var, her karakter belli bir toplum kesimine denk geliyor, bu kesimler arasındaki ilişki karakterler üzerinden işleniyor gibi. Şimdi diziyi izlerken bunun ne kadar zor bir şey olduğunu fark ettim. Bir diziden zaten bir ülkenin gerçekliğini, kesitini anlatmayı beklememek lazım. Kendinize bir sorun neyi izlediniz de veya hangi kitabı okudunuz da bir ülkeyi etraflıca, kapsamlı anlayabildiniz. Mesela bana eğer sorsalar "hangi diziyi izlediğinin anısını unutursun ki tekrar aynı zevkle izleyebilesin" deseler, aklıma birçok şey geliyor gerçi ama muhtemelen "The Wire" derdim. Dünya kadar karakter kullandılar, beş sezon dolu dolu bir şehrin kesitini sundular ve yetmedi.
[00:12:36]: Dolayısıyla ben Türkiye'yi anlatmak istiyorsam, aslında bu diziyi kullanmazdım. Hatta biri espri yapmıştı, "sen Çöpçüler Kralı'nı izle, daha iyi anlarsın Türkiye'yi" demişti. Bu vesileyle, aklıma zamanında Patreon'a koyduğum ufak bir kayıt geldi, Gürman ile yaptığımız sohbetlerden birinde Türkiye'nin dört dönemini anlatan dört tane Şener Şen filmi önermişti. Biraz ondan alıntılayım yeri gelmişken:
Gürman [00:13:04]: Türkiye tarihinde 19.yy sonundan bugüne kadar getiren ve anlamamıza sebep olabilecek dört tane film var. Bir tanesi Değirmen. Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş döneminde bir kasabanın kaymakamı alemden bir gece yaşamak istiyor. Fakat tam o sırada evde bir oluyor, yaralanıyor, ve bunu bir zelzele oldu diye anlatıyor. Toplum da oturup "bunlar ahlaksızlık yaşadı da zelzele oldu" demesin diye, kendisini tamamen bu işten soyutluyor. Ve bütün Osmanlı bürokrasisi bu zelzeleyi gerçekmiş gibi anlatmak ve yaralarını sarmak zorunda kalıyor. Ve o arada toplum da bununla birlikte oyuna devam ediyor. Esasında biliyor onlar bir zelzele olmadığını. Tıpkı Osmanlı'nın çöküşü gibi. Yani çökeceğini herkes biliyor, kimse kabul etmiyor, sanki sonsuza kadar var olacakmış gibi hayatına devam etmek zorunda.
Gürman [00:14:05]: İkincisi, 1950-60 döneminde komünizme karşı, milliyetçi hareketlerin güçlenmesiyle ve bunların nereden insan kaynağı bulduğuyla, ideolojik ve sınıfsal kökenleriyle ilgili bir film: Zengin Mutfağı. Yaklaşık bir saatlik bir film, tek plan, bir tane mutfakta geçiyor ve toplumun tüm üyelerini temsil eden insanlar bulunuyor, patronu hiç görmüyoruz. Bu kadar güzel bir şekilde, Türkiye'deki milliyetçi hareketler çıktı, son hareketlerin kökeni neydi, nasıl yok oldu, hepsini bir saat içerisinde bütün bu hikayeyi toparlayabilmiş, çok özel bir iş bence.
Gürman [00:14:53]: Üçüncüsü, Türkiye değişiyor ve 80'lere doğru gidiyor. O geçiş döneminde Güneydoğu ve Doğu Anadolu'dan Istanbul'a yoğun göç var. Uğur Yücel ile Şener Şen'in filmi, "Muhsin Bey". Artık serbest piyasa ekonomisi var, göçü kaldırabilecek bir şehir kültürü yok ama Muhsin Bey kendi değerlerine, geçmişin değerlerine sahip çıkmaya çalışıyor. Bu geçişi anlatan inanılmaz bir film.
Gürman [00:15:31]: Sonuncusu gene Şener Şen'in, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni. O da artık doksanlara giden Türkiye'de, tam olarak çağdışı kalmış bir yönetmen, kendi varlığını ifade etmek istiyor.
***
Peri ve Türban: Dizinin mesajı mı karakterin bakışı mı?
[00:15:46]: Şimdi, 2020 Türkiyesinde kaç yıldır AKP her yaptığını bu türban mağduriyetini de kullanarak meşrulaştırmaya çalışmışken, bir dizide seküler bir karakterin "sen türbanlılara karşı önyargılısın" diye papara yemesi ülkenin yarısını tetikleyecektir, bu gayet öngörülebilir bir durum. Ama burada şu değerlendirme tam yapılmıyor: Bu hakikaten de dizinin bize verdiği mesaj mı yoksa oradaki karakterlerden birinin görüşü mü? Şimdi bunu anlamak çoğu durumda zaten zor bir şey. Burada bunu iyice karıştıran bir yapı var, ki diziyi güzel yapan bir şeydi bu: Meryem karakteri en az bilgili karakter olarak geliyor, psikiyatriste başvuruyor, psikiyatrist de biraz daha tepe noktadan ona yardımcı olmaya çalışacak. Tabii aslında olan ne? Bunlar birbirlerini farklılaştırıyorlar, birbirlerinin hayatlarına etki ediyorlar ve psikiyatrist de Meryem sayesinde kendi sorunlarıyla yüzleşiyor.
[00:16:40]: O psikiyatrist de başka bir psikiyatriste gidiyor, Gülbin'e, bu sefer Gülbin daha tepe konumda ve Gülbin'in ağzından biz bu eleştiriyi dinliyoruz zaten. Yani bir yandan Gülbin bunu dinlerken, iç sesi olarak da Peri gibilerin eleştirilmesini dinliyoruz. "Meryem'in kafasında başörtüsü var ama senin kafanda çuval var" diyor. Şimdi burada Gülbin karakteri daha tepe konumda olduğu için senaristin ağzından konuşuyor gibi görünüyor. Ama daha sonradan öğreniyoruz ki, Gülbin'in o bahsettiği başörtülü kız kardeşiyle aralarında ciddi bir sürtüşme var ve bu sürtüşmenin önemli bir kısmı da kardeşinin dindarlığıyla ilgili. Gülbin'in kardeşi de bu arada dizideki en sevimsiz karakter. Yani tecavüzcü bile yan karakter olarak biraz daha sempatik çünkü en azından pişman olmuş, ağlayıp zırlıyor kendi sahnesinde. Gülbin'in başörtülü kardeşi ise tam bu AKP döneminde zengin olmuş müteahhit eşi. Yalandan dine sarılmış, onun üstünden herkesi yargılıyor, kişisel olarak da aşırı agresif biri, kocasını eziyor, herkesle takışıyor. Ve yine işi biraz daha karmaşıklaştıran bir katman daha var, o da Kürt olmaları. Hani Gülbin sadece buna dindarlığı yüzünden takmıyor, aynı zamanda şunu söylemeye çalışıyor -ki bu da sonradan belli oluyor- "sen bizi ezenlerin tarafına geçtin, o şekilde asimile oldun". Bu arada kendisi de asimile olmuş, hep Türkçe konuşuyor, Istanbul'da beyaz Türk hayatı yaşıyor.
[00:18:00]: Dolayısıyla toplam resme bakınca şöyle denilebilir: Gülbin burada dizinin bize mesajını taşıyan bir araç değil. Gülbin'in Peri'ye yaptığı başörtüsü hakkındaki o eleştiri, aslında onun da kendi sorunlarındaki, kendi çekişmelerindeki bir öğe. Ama işte bu görüşe diziyi bitirince ulaşmıştım; ilk başta da bu türban meselesi olduğu için insanlar da onu bir mesaj olarak algılayıp anlaşılır bir biçimde tetiklendiler, benim yorumum bu. Hatta belki de yapımcılar bilerek böyle yaptılar ki daha çok konuşulsun, üzerine daha çok düşünülsün.
Ruhiye ve Sinan: "Closure"
[00:18:34]: Bir başka karakter yoluyla anlatayım bunu, mesela Ruhiye'nin hikayesiyle anlatayım. Ruhiye'nin hikâyesinin Türkiye'deki çocuk tecavüzü sorununun gerçek tablosu olmadığını biliyoruz. Peki yapımcıların amacı mıydı böyle bir tabloyu yansıtmaya çalışmak? Öyle bir önkabulle izlersen diziyi, tabii ki sevmeyeceksin çünkü kaç tane tecavüz bu şekilde sonuçlanıyor ki? Yani hem adamla yüzleşiyor, hem adam yaptığından tamamen pişman, pişman olmasının ötesinde hayatının her gününde cezalandırılıyor. Ve adam bitmiş, ölmek istiyor, yalvarıyor kadına beni öldür diye. E şimdi şunu mu diyeceğiz: "Bu dizi işte tecavüzcülerin pişman olduğunu göstermeye çalışarak bizi yönlendiriyor"? Halbuki bu ayrı bir hikaye, bu hikayede önemli olan da Ruhiye'nin yolculuğu. Kendi bastırdığı travması, tecavüzcüsüyle karşılaşınca ortaya çıkmıyor mesela. Tam tersine o adamın öldüğü haberi gelince travmanın hasarı ortaya çıkıyor. Çünkü ölmesi Ruhiye'yi kurtarmıyor, gidip yüzleşmesi lazım. "Closure" denen bir kelime İngilizcede, yani o defteri kapatması lazım. Defterini de kapatıyor hakikaten, bu karakter de yolculuğunu tamamlamış oluyor.
[00:19:42]: Dizideki her karakter böyle değil. Mesela Sinan'a bakınca, yapımcıların bize "Beyaz Türklerin hepsi bu kadar anlamsızca hayatlar yaşıyorlar, bu kadar çarpık hayatlar yaşıyorlar, bu kadar mutsuzlar" demeye çalıştıklarını hiç düşünmüyorum. Sinan rezidansta oturan VE buna ek olarak mutsuz olan, anlamsız bir hayat yaşayan boş biri. Onun karakteri hiçbir zaman o "closure"ı bulamıyor.
Hoca: Sahte güller, sahte bilgelik
[00:20:07]: Hoca karakterini de buna katabiliriz aslında: En başta hocayı dizinin en pozitif karakteri olarak görebiliriz. Yani çok bilge, çok iyi niyetli, diğerlerinin aksine bunun evinde huzur var. Kızı isyanlarda ama ailesine karşı bir isyanı yok, ailesine çok düşkün. Fakat biraz daha izleyince gördüm ki, hoca da aslında bilge milge deği, herkese aynı dandik çiçek hikayesini anlatıyor. İnsanlara verecek bir şeyi yok onun da. Ve bu hikayelerin, bu bilgeliğin ne kadar sahte olduğunu, o mahalle içindeki statüsünün ne kadar yersiz olduğunu, kendi yaşadığı trajedi sonunda anlıyoruz. Kaybını yaşayınca, onun yerine birşey koyamıyor. Kendi kendine hikayeler anlatıp kendini yatıştıramıyor, tamamen kaybolmuş bir vaziyette. O noktadan sonra da zaten artık "hoca" değil. Hoca olmadığı için de kızı bir noktada açılıp saçılıp, "ya baba ben buyum aslında" diyerek evden ayrılıyor ve adam da buna bir şey diyemiyor. Yoksa o mahallede başını açan bir kızın, babası tarafından -hem de hoca olan bir babası tarafından- bu kadar kabul görebileceğine kimse inanmıyordur zaten. Yani bu kısmında bir gerçekçilik iddiası taşımadığı bence belli.
[00:21:14]: Bu bakımdan bu karakterleri, evrenimizle bazı öğeleri paylaşan ama bizim gerçekliğimizi yansıtma yükümlülüğü olmayan, bizim toplumumuzdaki kesitleri sembolize etmeyen karakterler olarak düşünebiliriz. Yine de ben o kadar da cömert davranmak istemiyorum bu diziye karşı çünkü o öğelere de epey oynamışlar. Bu en bariz herhalde Gülbin'in ailesinin yapısında var. Tam çorba olmuş orası: Türban var, Kürt sorunu var, takiyeciilik var, efendime söyleyeyim, uyuşturucu var, Gülbin'in zinası var, varoğlu var. Bu kadar da öğeyi işin içine katarsan, "ya ben bunları yaptım, siz de uzun uzun bunları konuşun, ateşli tartışmalar yapın ama eleştiri yapmayın, çünkü ben aslında Türkiye'yi anlatmaya çalışmıyorum" diyerek işin içinden sıyrılamazsın.
[00:21:57]: Alt kesim karakterler çok daha sempatikler: Hilmi olsun, Meryem olsun, Hoca olsun, Hoca'nın ailesi, hatta Yasin karakteri bile daha sempatik. Çevresindeki kadınları ezen bir adam olarak resmediliyor önce ama aslında Yasin karakterinin sempatisi nereden kaynaklanıyor? Çok zor bir hayatı var ve karısına sadık. Dolayısıyla neredeyse bütün mütedeyyin karakterleri ve istisnasız bütün alt kesim karakterleri genel olarak pozitif bir ışıkta değerlendirirsen, diğer bütün üst kesim karakterleri de (Sinan, Gülbin, Peri, bunların sorunlu aileleri) ben de şu hissiyatı oluşturuyor: Bu diziye getirilen eleştirilerin büyük kısmı aslında yerinde. Her halükarda senin gerçekliği yansıtma iddian olmasa bile popüler olmuş bir yapıtın o gerçekliği etkileme gücü oluyor.
Çıkıntı Yorum: En İyi Karakter Peri’ydi
[00:22:50]: Eğer bir çıkıntı yorum yapmam gerekirse şu olur: Karakterlerin hepsine bakıyorsun mesela, inanılmaz bir iletişimsizlik var, kendi kendilerine iki cümle kuramıyorlar, tartışmaları da kötü ama kendini en düzgün ifade edebilen karakter Peri. Kendi ikiyüzlülükleri ile de yüzleşebiliyor, onların da farkında. Bence dizideki aslında en iyi karakter Peri idi. Yani yapımcılar bunu en defolu karakter olarak neredeyse sunuyorlar bize ve söyledikleri ile yaptıkları birden fazla karakter tarafından yargılanıyor (Sadece Gülbin değil, aynı zamanda o dizi yıldızı olan kız ile muhabbetleri sırasında Peri'nin ne kadar halktan kopuk olduğu gösteriliyor, asıl ayakları yere basan karakterse ünlü film yıldızı.) Şöyle bir karikatüre dönüşüyor Peri: Yalıda büyümüş, dünyayı gezerek büyümüş, zengin ve muhtemelen soğuk ebeveynleriyle birlikte. Robert'te okumuş, sonra Amerikalara gitmiş, doktor olmuş. Sonra Türkiye'ye geliyor ve üstüne bir de devlet hastanesinde çalışıyor. Böyle bir insan zaten olmaz da, bu karakterin eleştirilmemesi lazım, dizideki en mükemmel karakter zira. Diğerleri ne yapıyor? Hiç kimse bu kadar imkana sahip olup da başkalarına yardım için çalışmıyor.
[00:23:59]: Dizideki en sempatik karakter Meryem mesela: Ama Meryem'in bir seçim şansı yok, kendine çizilmiş yolda gidiyor. O yüzden onu yaptıklarını iyi veya kötü diye değerlendirmemek lazım. Bir şeyin ahlaklı veya ahlaksız olması seçimine bağlı. Peri'nin seçim şansı var ve bu sadece para meselesi de değil, kafa meselesi de birazcık. Mesela kendi yine bir sahnede diyorki "Peru'ya gittik, işte oradaki insanlarla anlaşabiliyorum, burada kendi halkımla anlaşamıyorum." Eleştirilecek bir şeymiş gibi sunuluyor Gülbin karakterinin iç sesinden.
Halbuki Peri gayet haklı ve bunun için yalıda yetişmesine filan da gerek yok, Robert'e gitmesine de gerek yok, aynı şeyi ben de hissediyorum. Ve bu bana veya Türkiye'ye has bir durum da değil, dünya çapında bir olay bu. Sen şimdi Washington DC'de yaşayan bir Amerikalıyı, üniversite mezunu Amerikalıyı, aynı o Peri'nin takıldığı Peru'daki ortamlara götür veya İstanbuldaki belli ortamlara götür, oralarda yaşar o. Kendine bir çevre de edinir. Ama Alabama'nın ortasına bırak, hatta ABD'nin %90'ının ortasına bırak, uzaydan gelmişe döner.
Ayrım aslında Perulu-Türk ayrımı değil. Ayrım, şehirli-kırsal ayrımı, kıyı kesimlerle iç kesimler ayrımı, hizmet sektörüyle veya beyaz yaka işler ile üretim sektöründeki hayatların ayrılığı ve buna mukabil gelir düzeyindeki ayrılık. Böyle böyle değişik ayrılıklar var. Bunların bazısı üst üste biniyor, bazısı birazcık daha farklı. Ve her zaman bu böyleydi, yani her coğrafyada bu ayrımlar vardı. Yeni anlaşılan şey ne? Yeni anlaşılan şey, internet sayesinde Perulu bir psikiyatristle Türk bir psikiyatristin aralarındaki ortak noktaların çok fazla olduğunun iki tarafça da görülmesi. Bu açılardan bakınca Peri aslında oradaki en düzgün karakter: Hem seçim şansı olmasına rağmen "iyi olanı" yapıyor hem de kendini toplumun genelinden kopuk görmesi onun bir suçu veya irrasyonel bir elitist tutumu değil, durum tespiti.
Evet, Türkiye'yi de öyle çok anlamayan bir maymundan, Türkiye'yi anlatma iddiasında olup olmadığı belli olmayan bir dizi hakkında analiz dinlediniz. Umarım en azından genel olarak dizi ve karakter okuma konusunda yardımcı olmuştur.