Evet, Sizin Maviniz Benim Kırmızım

Evet, Sizin Maviniz Benim Kırmızım

Podcast Versiyonu

Patreon’daki bir bonus kayıt bu yazı hakkında. Aşağıdaki podcast bölümü de kısmen bu içerikle alakalı.


Eğer çocukken bir ara “acaba benim gördüğüm renkler, duyduğum sesler, hissettiğim duygular, herkes için aynı mı” diye düşünenlere sesleniyorum: Deli değildiniz. Hatta araştırmalara göre basbağayı haklıydınız. Sadece büyüyünce bunları merak etmeyi bıraktınız. Şimdi bu sorularla dalga geçen veya “bilinemez” diye kestirip atanlara gelsin. (Bu yazının ilk halini zamanında ekşi sözlükte yayınlamıştım fakat bu versiyonu daha kapsamlı ve derli toplu.)


“Öyle saçma sey olur mu, farkına varırdık” diyenlere

Farkına varabileceğin tek şey, renk isimleriyle eşyalar arasındaki tutarsızlıklar olabilir. Yani başkası denize “mavi”, ağaca “yeşil” diyorsa ve sen ikisini de aynı renk görüyorsan, o zaman bir sıkıntı olduğunu anlarsın. Renk körleri de bu tutarsızlık sonucu teşhiş ediliyorlar. Aynı objelere aynı etiketleri verdiğimiz sürece anlaşabiliyoruz, ama etiketlerin anlattığı algı tamamen kişisel bir şey. Denize baktığınızda ne renk gördüğünüzü bilemem.


"Boşuna konuşmayalım, metafizik bunlar!” diyenlere

Benim ne algıladığımı bilmen için zihnimin içinde olman lazım, yani bir anlamda “ben” olman lazım, ki o zaman da “sen” algılamış olmuyorsun. Dolayısıyla, evet, kesin olarak bilinemez. Zaten kesin olarak bilinebilen şeyler kümesi epey sınırlı. Fakat bu da tamamen metafizik bir soru değil; nörobiyoloji alanında olduğu için eldeki verilere bakıp akıl yürütebiliriz.


“İhtimali dahi yok" diyenlere

Eh, bunun cevabını ilk gruptakiler veriyor zaten: Bilemezsiniz. Ya herkesin kafasının içine girip kendi tecrübenizle karşılaştırdınız -ki ihtimali dahi yoktur- ya da ihtimal ne unuttunuz. %1 dahi mi yok? Oysa ben şenle ayrı kırmızıları görebilme ihtimalini sevmiştim.


"Işığın frekansı/dalgaboyu herkes için aynı" diyenlere

Değil. Hızımıza, acımıza göre göze gelen dalgaların bileşimi değişiyor. Relativiteden kaynaklanan farkları algılayacak bir göz yapımız yok (ivmelenen birine gelen dalgaboyu duran birine göre farklı olacak mesela) ama interference gibi daha makro etkileri algılayabiliyoruz. Hele konumuz renklerden ziyade nota ve seslerse bu etki iyice bariz.

Duyu öznelliğini kavramak için kulağınızı bir cep telefonu anteni gibi düşünün. Bu antene sadece tek bir kaynaktan, tek bir frekansta bir sinyal gelmiyor. Bir sürü “baz istasyonu”ndan karmakarışık sinyaller geliyor, her biri her salise değişiyor ve her salisenin içinde farklı frekansta enerji geliyor. Anten sürekli hareket halinde, her bir sinyalin farklı ekolarını da alıyorum.


Doğada kırmızı, bok kokusu, beşinci senfoni, sucuk lezzeti, aşk acısı diye şeyler yok

Bu tecrübeler beyinde, bunlara sebep olan girdiler doğada (elektromanyetik dalga gibi). E bu girdiler ile zihnindeki tecrübeler arasındaki ilişkilendirme nörolojik olduğundan, dalgaboyunun vb evrensel olması önemsiz, çünkü göz ve beyin evrensel değil. Herkes o ışığı aynı şekilde görüp (retina), aynı şekilde iletip (optik sinirler), aynı şekilde işlemeyecek (beyin).


Zaten doğada elektromanyetik dalga da yok

Işığın dalga modeli, parçacık modeli, vs, sadece bir fenomeni beyinlerimize açıklayan matematiksel modeller. Bir soyutlama yani. Somut olan ne peki? Dalga veya foton gören var mı? Gördüm diyen varsa beri gelsin. (Sülü tarzı parçacık fizikçiliği)

Sadece algımızın eksik oluşundan ötürü, yarattığımız modelin de illa eksik olacağından bahsetmiyorum (doğadaki asıl fenomenin sönük bir kopyası, 3 boyutlu bir cismin 2 boyutlu bir izdüşümü olması gibi). Bir adım ileriye gidip, matematiğin, yani modelleme dilinin kendisinin de en nihayetinde sübjektif, insan merkezci, yani yapısı itibariyle eksik olduğundan bahsediyorum.

Hatta, bu algıdan bağımsız bir doğa da yok denilebilir. Yani bırak “kırmızı” hissini, 650 nm dalga boyundaki elektromanyetik dalganın kendisi dahi yok bizden bağımsız olarak. Ancak gözlemlenince varolan ve eksik bir matematik diliyle anlatılabilen bir fenomen doğa (kuantum mekaniği ve immateryalizm).

Ama biz balataları daha fazla sıyırmadan beyne dönelim…

eyeye.jpg

Nöroplastisite

Dışardan gelen ışık aynı diyelim. Herkesin de beyni şu anda aynı diyelim. Yani diyelim ki genetik farklarımız yok, hepimiz klon ordusunun asil subaylarıyız. Yine de yaşam tecrübelerimiz bambaşka olduğu için beynimiz de her an farklılaşıyor.

Bir insan beyninde aşağı yukarı 100 milyar nöron var ve her birinin de binlerce bağlantısı. Hayatımız boyunca beyindeki bağlantı sayısı 100 trilyon ile 1 katrilyon arasında değişiyor. Bunlardan her biri bir sürü farklı parametreyle tanımlanabilir (hangi nörona bağlı, uzunluğu, kimyasal yapısı, elektrik direnci, miyelin dokusu, vs). Tüm olası özellikleriyle, bu 1 katrilyon bağlantının yapısı, bizim genetiğimizi ve hayat tecrübemizi yansıtan ve her saniye değişen eşsiz bir resim oluyor.

Eşsizliğimiz sadece hayattaki 7-8 milyar insanla sınırlı değil, şu ana kadar yaşamış tahminen 100-110 milyar insan için de geçerli. Bunca bilinç arasında, 650nm dalga boyundaki ışığı, yahut deniz seviyesinde %80 nem oranındaki havanın 220 hertzde titreşmesini senin gibi algılayan bir bilinç olmadı büyük ihtimalle. Zaten biz de her an ölüyor ve başka birine dönüşüyoruz. Yani milyarlarca insanın her birinin bu sayısız versiyonu arasından, belki bir tanesinin 40. yaş gününde yaşadığı orgazm, Kleopatra'nın 20. yaş gününde yaşadığı orgazmın aynısıydı, kim bilir.

Öyleyse deminki metaforu genişletelim: antenin kendisi (göz, kulak) her telefonda farklı imal edilmiş, bu antenin bağlantıları (sinirler) farklı ve iletkenlikleri sürekli değişiyor, ve en mühimi sinyalin işlendiği mikro çip tam bir manyak: trilyonlarca transistörün bağlantılarının farklı imal edilmiş olması (genetik) bir yana, telefon kullanıldıkça mikro çip de değişiyor (nöroplastisite).

Deterministik Değil

Başta linklediğim makalenin bence en ilginç iki kısmından ilki, renk algısının doğrudan hayat tecrübelerimize bağlı olarak geliştiği. Yani beyin sadece “plastik” değil, aynı zamanda renk algısı için önceden hazırlanmış, deterministik bir şablonu da yok. En azından maymunlar üstünde yapılan deneyler bunu gösteriyor. Dolayısıyla gökyüzüne bakınca gördüğünüz renk, belki ilk 12 ay boyunca gördüğünüz diğer şeylere bağlı, kim bilir.

Renklerin Yarattığı Duygular Evrensel

Gelelim makalenin en ilginç ikinci kısmına: Gökyüzüne bakınca tam olarak ne gördüğünüzden bağımsız olarak, bizim mavi dediğimiz kısa dalgaboylu renkler sakinleştirici, uzun dalgaboyu olan kırmızı gibi renklerse uyarıcı. Bu duygular evrenseller, yani kültürler ötesi. Hatta diğer primatlarda da bulunuyor.

Bir açıklama şu: Rayleigh scattering yüzünden öğlenleri ve gece, mavi renkler gökyüzünde daha baskınlar. Birçok canlı, bu saatlerde dinleniyor. Gündoğumu ve batımında ise sarı ışık. Zira gökyüzüne bakınca algıladığımız ışık baskın, ve bu saatlerde de yaşamsal aktivite artıyor.

İşin süper-ilginç tarafı: Kısa veya uzun dalgaboylarını algılayan apayrı bir sistemimiz var. Yani bunların algı hücreleri, renkleri algılamamızı sağlayan koni hücrelerinden farklı. Beyinde bağlandıkları kısım da, koni hücrelerinin bağlandıkları kısımdan farklı. Bu hücreler, koni hücrelerinden tahminen 1 milyar yıl daha önce evrildiler. Yani canlılar, renkleri algılamadan çok çok önce, değişen dalgaboylarını algılayabiliyorlar, günlük ritmlerini ona göre ayarlayabiliyorlardı.

Zaten koni sistemi hasar gören ve renkleri algılayamayan insanlar da, “mavi” gökyüzüne bakınca sakinleşmeye, kırmızı bir şeylere bakınca uyarılmaya devam ediyorlar. Nasıl, süper değil mi?


Velhasıl, her algı özneldir

Aradaki fark bazen fark edilemeyecek kadar mikroskopik (birkaç nöron bağlantısının kopup oluşması), bazen ufak (Himba kabilesinin yeşilin tonlarını Avrupalılara göre daha iyi ayırt edebilmeleri) bazense epey büyük (renk körlüğü). Bu farkılılıklar bazen sinestezi örneklerinde olduğu gibi duyuların arasındaki duvarları da aşabilir. Zaten sinestezi tek başına bu doğadaki girdi/input ve yolaçtığı algı ilişkilendirmesinin ne kadar rastgele olduğuna güzel bir örnek.

Rastgele derken aslında evrimsel sürecin bir sonucu ama aynı evrim sürecini başlatsak, bambaşka bir ilişkilendirme elde ederdik. Kırmızı dediğin şeyi sarı gibi algılayabilme ihtimalini bırak, onu do notası olarak da algılayabilirdin, elektrik şoku olarak da, mide bulantılı aşk acısı olarak da.

Renk körlüğü ve sinestezi gibi üç örneklerin dışında kalan çoğunluğun nörolojik altyapısı epey benzer ama bunlar arasında da kültürel etkenler ve hayat tecrübesi yüzünden az da olsa bir kişiselleştirme oluyor.

Kitap Nasıl Okunur

Kitap Nasıl Okunur

100 Kitap: 21-30 (Daha Fazla Distopya ve Ütopya)

100 Kitap: 21-30 (Daha Fazla Distopya ve Ütopya)