100 Kitap: 21-30 (Daha Fazla Distopya ve Ütopya)

100 Kitap: 21-30 (Daha Fazla Distopya ve Ütopya)

Oryx_Crake_1200px_grande-min.jpg

21. Oryx and Crake

Margaret Atwood (2003)

MaddAddam trilojisinin ilki ve Atwood’a göre bir bilimkurgu değil, çünkü zaten halihazırda yapabildiğimiz şeyler üzerine yazılmış. Biraz abartılı konuşmuş tabii, çünkü konu, başıboş bırakılmış bir genetik mühendisliği geleceği. Bu dünyanın “insanları” (Children of Crake), Zaman Makinesi’ndeki Eloilere benziyorlar epey: Güzel, fiziken kusursuz, empati ve duygu yoksunu, pasif, meraksız… Evrimin bir sonraki basamağı yerine, bir nevi übermensch yerine, çocuk ile evcil hayvan karışımı bir tür.

Fakat dünya bundan ibaret değil. Atwood işin içine korkunç yaratıklar, salgın hastalıklar ve herkese ortak şiddet ritüelleri ekliyor ve ana karakterin gözünden, hem o karakterin geçmişini hem de bu dünyayı keşfediyor.


the-dispossessed-small-min.jpg

22. The Dispossessed

Ursula Le Guin (1973)

En sevdiğim hikayelerden biri çünkü fikir çok ilginç: Liberteryen/anarşist bir ütopya kurmak için çok kurak bir gezegene yerleşen bir grup var -ve bu dünya epey gerçekçi tasvir edilmiş- ama merkezi bir otorite olmamasına rağmen hayatları özgür değil. Ve daha meşhur olan distopyaların aksine, insanların isyan edecekleri bir despot, bir ordu, bir hükümet yok. Hayatın kendisi baskı.

Bir fizikçi olan esas oğlan Shevek -ki herkesin seveceği bir karakter- çok daha zengin ve rahat olan Dünya’ya gidince, kendi kültürünü sorgulamaya başlıyor. Elbette Dünya da bir ütopya değil ama oradaki devrimcilerin hayatı, kendi gezegenindekilerden çok daha iyi, ve iki taraf da bunun farkında değil.


high-castle.jpeg

23. The Man In The High Castle

Philip K Dick (1962)

Ben önce Amazon’un çektiği diziyi izleyip, sonra kitaba saran ve aradığını bulamayanlardanım. Muhtemelen önce kitaptan başlasaydım, daha çok sevecektim. Sebebi de dizinin dünyasının çok daha geniş olması (ve tabii ki “kötü adam” olan ana karaktere sempati duymamız.) Diziye kıyasla kitap daha yavaş, işleyen ana senaryo da pek belli değil, çünkü sürekli farklı karakterlerin bakış açılarından olayları anlamaya çalışıyoruz.

Fakat bu kitabı koymasam olmazdı, çünkü what-if (“ya öyle olsaydı”) tarzı bilimkurgunun en baba konusunu işliyor: Ya Naziler kazansalardı?

Bu hepimizin hayalgücünü canlandıran bir ihtimal. Ama kitap aynı zamanda Japonların da kazandığı ve ABD’yi Nazilerle birlikte aralarında paylaştıkları bir dünyayı anlatıyor. Dolayısıyla iki senaryoyu inceleme fırsatı sunuyor.

Bence kitabı ilginç yapan iki unsur var:

  1. Amerikalılar, sonradan isyan edip başarıya ulaşacak olan underdog karakterini oynamıyorlar. Bir direniş örgütü, bir kurtuluş savaşı yok. Müttefikler İkinci Dünya Savaşı’nı kaybettiler, nokta. Bu önemli, çünkü bu sayede odak noktası özgürlükten ziyade kimlik meselesine kayıyor.

  2. Roman içinde roman önemli bir hikaye aracı. Karakterler, müttefiklerin savaşı kazandığı alternatif bir tarih kitabı okuyorlar ama bu alternatif tarih, bizim yaşadığımız zaman çizgisi değil, üçüncü bir tarih.


newatlantis-min.jpg

24. Yeni Atlantis

Francis Bacon (1626)

300-350 yıl geriye gidelim. Zamanının diğer ütopyaları gibi, Bacon’ın eseri de merkezi bir yönetimi esas alır. Zaten kralcı biri olan Bacon, kuvvetler ayrılığı gibi lüzumsuz(!) engellerle uğraşmıyor, yargı ve eğitim gibi kurumların özerk olmaması gerektiğine inanıyordu. Atlantis'te, iktidarın gücünün yetmediği bir şey yoktu, fikir ayrılıkları da yoktu, herkesin sevdiği, daha doğrusu sevmek için yetiştirildiği tek ve mutlak bir düzen vardı.

Diğer ütopyalardan farklı olarak, Yeni Atlantis kültürünün merkezinde bilim vardır. Bilimin de merkezinde tümevarım vardır. Bacon’ın tümevarımdan anladığı, safsatalara karşı akılcı düşünmek olarak özetlenebilir. Deneyler ile edinilen bilgi, tümevarım ile düzenlenir ve doğaya hakim oluruz, toplumun amacı budur. Kitap boyunca Süleyman’ın Evi'ne yapılan vurgu bu yüzden. Bu ev sadece bir üniversite olmakla kalmaz, kültürün merkezini temsil eder.

Başkaları ideal dünyada ahlak, özgürlük, eşitlik, adalet gibi kavramların nasıl olması gerektiği konusunda epey kafa patlatmışken, Bacon önceliği bilimin ilerlemesine vermiş. Sanki, bu ilerleme sayesinde, diğer konulardaki çıkmazlarımız otomatikman çözülecekmiş gibi bir yaklaşımı var. Örneğin, ideal bir ahlak anlayışı üstüne kafa patlatmak yerine, bilimsel açıdan gelişmiş bir toplumun eninde sonunda mükemmel bir ahlaki sisteme ister istemez ulaşacağı iddia ediliyor.

Kendi varlığımız dahi, Bacon’ın bu fikirlerine bir karşı-sav: Bizim toplumumuzun 1620’lere oranla ahlaken daha üstün olduğunu iddia edebiliriz ama hem halen bir çok sorunumuz var, hem de bizzat teknolojik ilerlemeler yüzünden yeni yeni ahlaki ikilemlerle yüzleşiyoruz. (genetik, yapay zeka, vs)


campanella.jpg

25. Güneş Ülkesi

Tommaso Campanella (1602)

Bacon’ın bilim odaklı ütopyasından da eski bu eseri, Campanella hapisteyken yazmıştı. Aslında eserlerinin çoğunu hapisteyken yazmıştı çünkü defalarca işkence edildikten sonra tam 27 sene tutuklu kaldı. Suçu? Ekmek çalmak. Şaka şaka, suçu bildiğin komünist bir düzen kurmaya çalışmaktı. Ama sadece üretim araçlarının değil tüm malların ve tüm kadınların da ortak olduğu bir düzen. Bunu da İncil’e dayandırıyordu.

Pek şaşırtmayacaktır öyleyse: Campanella’nın idealindeki düzen bir teokrasi idi. Bir diyalog haline yazılmış kitapta, uzun uzun şehir planı ve kale duvarları anlatılıyor, bu kısım bana ilginç gelmemişti, meğer zamanında epey popüler olmuş, çünkü duvarlara taşla kaplamak yerine boyuyorlar. Ama tek renge değil: Oortak bir ansiklopediden bilgiler koyarak boyuyorlar. Yani tüm şehir, bir ansiklopedi oluyor.

Fikren ilginç tarafı, emeğin yüceltilmesi. Eğer emek daha somutsa, sosyal statüsü de daha yüksek oluyor. Yani tarlada çalışıyorsun diye kimse sana yukardan bakmıyor. Ve herkes çalışmak, herkes katkı sağlamak zorunda.

Kendisini hapse attıran düşüncelerini burada da tekrarlayıp, her şeyin ortak olduğunu resmetmiş: Evler, eşler, çocuklar. Zira herhangi bir şeye fazla tutkunluk, onu sahiplenmenize, sahibiyet de bencilliğe ve kavgalara yol açar diyor. Bencillik ve ego önemli bir tema.

Bu arada, seks, üreme amacı taşıdığı için, tamamen toplum yararına, toplum tarafından düzenlenen bir aktivite. Öyle her istediğinizle çocuk yapamıyorsunuz. Bir sürü şeyin uyuşması lazım. Köpeklerin ve atların soyuyla bu kadar ilgilenen diğer halkların, kendi soylarıyla ilgisiz olmalarına çok şaşırıyorlar.


gulliver.jpg

26. Güliver’in Gezileri

Jonathan Swift (1726)

Muhtemelen hepimizin çocukken okuduğu ama asıl mevzuyu tamamen kaçırdığı kitapların başını çekiyor. Aklımızda kalan şey, cüceler ülkesine yaptığı seyahat ve kitap kapağındaki sahne. Sanırım bunu çocuk kitabı diye programa alan yöneticiler de, kitabın ne kadar eleştirel ve hiciv dolu olduğunu bilmiyorlar.

Aslen Güliver’in 4 ayrı bölümde anlatılan 4’ten de fazla sayıda seyahati var. Her birini değişik seviyelerde, değişik açılardan okumak mümkün. Liliputların ülkesi İngiltere ile karşılaştırılır genelde mesela. Yahut yolunu şaşmış bilim ülkesi Laputa, saçmasapan araştırmalara para harcayan Kraliyet Akademisi’ni temsil eder. Ama siyasi hicvin ötesinde, Swift, insan doğasını da sorguluyordu:

  • Toplumdan bağımsız bir doğamız var mı?

  • Biz mi esasen bozuk yaratıklarız, yoksa bu kötü sistemler mi bizi bozuyorlar?

  • Eskiye nazaran daha iyi durumda mıyız?


Son kısım olan atlar ülkesi, bir ütopya olarak anlaşılır genelde. Ben öyle yorumlamıyorum. Nitekim Laputa’ya kıyasla her şey çok daha doğaldır, devler ülkesine kıyasla daha medenidir, cüceler ülkesine kıyasla asildir, vs. Fakat atlarda da sorun var. İnsanımsı “yahoo”ları işçi sınıfı olarak kullanmaları bir yana, onlardan çok daha farklı olan Guliver’i aynı kefeye koyup, ülkeden kovarlar. Tek bir kişi yüzünden bozulacaksa “şu güzel ortam”, o zaman ne değeri var toplumunuzun? At dedik, bağrımıza bastık, zenofobik izolasyoncu muhafazakar çıktı.


erewhon.jpg

27. Erewhon

Samuel Butler (1872)

Bunu Güliver’den sonra koydum, zira tıpkı onun gibi, ütopya gibi gözüküp de olmayan, ama tam bir distopya da olmayan bir yer anlatır. Aslında “hiçbir yeri”, yani nowhere’i, yani nam-ı diğer erewhon’u anlatır. (tam olarak tersten yazılmışı değil).

1872, Viktoria Dönemi’ni hicveder. Nedir bu dönem? 1837-1901 arası tam 64 sene tahtta kalan Kraliçe Victoria’nın hükümranlığında, İngiltere tarihin en büyük imparatorluğu olmuş, Endüstri Devrimi yayılmış, nüfus ikiye katlanmış. Bu muazzam değişime paralel olarak, toplum ahlakı katılaşmış, cinsellik baskılanmış ve adab-ı muaşeret önem kazanmış. Kafalardaki “İngiliz soğukluğu” imajının kaynağı bu dönemdir. (Kaynak: Harold Perkin, The Origins of Modern English Society , 1969).

Benim ilgimi çeken yanı, makinelerin evrimi fikri. Evrile evrile, düşünebilecek makineler oluşabileceğinden bahsetmiş. Yani hem düşünen makine kavramı var, hem de Darwin’in doğal seçilim fikirlerini biliyordu ve bunun makinelere de uyarlanabileceğini düşünüyordu. Meğer zamane okuyucuları bunu da bir hiciv ve Darwin eleştirisi olarak yorumlamışlar, o da ikinci baskıya uyarı koymuş, “arkadaşlar ben ciddiyim, Bay Darwin’e gülmek fikri bile beni rahatsız ediyor” demişti.

Bu seriye başlangıcımız olan Dune’da, düşünebilen makineleri yok etmek amacıyla başlatılmış Butlerian Jihad isimli bir olay geçiyor. İşte o Butler, bu Butler.


lord-min.jpg

28. Sineklerin Tanrısı

William Golding (1954)

Evet, ıssız bir ada var ama Robinson Crusoe’daki gibi iyimser bir hava arıyorsanız başka kitap deneyin.

Sahne, uygarlığın etkisini minimuma indirip (sıfırlayamazsın tam olarak), insan doğasına odaklanmamızı sağlayacak bir sahne: Bir grup çocuk, bir adada mahsur kalır ve kendi düzenlerini kurmaya çalışırlar. Halihazırda görmüş oldukları eğitim yüzünden olsa gerek, işe demokrasi ile başlarlar ve kurallara büyük önem verirler. Fakat anında bir kamplaşma başlar ve zamanla düzen bozulur. “Adamda liderlik vasfı yok bir kere” diyenler, ilk liderin peşini bırakıp, adaya özgü bir çeşit mistisizmi istismar eden bir güç meraklısının peşinden giderler.

Güç, demokrasi, kanun, liderlik, dayanışma, yabanileşme ve akılcı düşünme arasındaki dengeyi inceleyen bir “çocuk kitabı”. Filmi de güzeldir ama kitapdan farklıdır.


culture.jpg

29. Culture Serisi

Iain Banks (1987-2012)

Hiç poz kesmeyeyim, boyumu aşan bir iş bu. 9 kitaptan oluşan bir seri ve ben ikisine başlamış ama birini dahi bitiremememiş olmanın hüznü içindeyim. Yine de eklemezsem ayıp olurdu.

Culture, bizim Hazreti Kurzweil’ın yıllardır hayalini kurduğu singularity sonrasını yaşayan bir toplum. Yapay zeka, insanlar ve uzaylılar beraber, bolluk içinde yaşıyorlar. Çalışmayı yücelten, kutsallaştıran Campanella’nın aksine, bu toplumda iş yok, çünkü otomatize edilmiş üretim, tüm organik yaşam formlarının ihtiyacının ötesinde. Kısacası düşünmesi en kolay sosyalizm ve ütopya şekli. Her şeyi yapay zekalara teslim etmişiz.

Culture, bizim için bir teknolojik ütopya olsa bile, galakside onlardan çok daha eski -dolayısıyla bazıları çok daha ileri- varlıklar ve toplumlar var. Dolayısıyla bu toplum üyeleri ilginç bir durumdalar: Ne çok bilgeler/aşmışlar, ne de hayatlarında herhangi bir ilkel mücadele kalmış. Yani kendilerine bir amaç lazım, ama bunu bulacak kadar akıllı/bilge değiller. Bizim 1-2 nesil içindeki halimiz, hatta bazılarımız şu anda da bunu yaşıyor.

Seriye baştan başlamanıza gerek yok, zira basım sıralaması ile yazım sıralaması birbirini tutmuyor. Ama forumlardan gördüğüm kadarıyla en çok önerilenler:

  1. Consider Phlebas (ilk basılan ve dışardan bir perspektif veren)

  2. The Player of Games (daha çok sevilen)

Ben ilkinden başlamıştım ve biraz kafam karışmıştı, sanırım diğeri daha uygun.


blade.jpg

30. Do Androids Dream of Electric Sheep?

Philip K Dick (1968)

Blade Runner’ın esas aldığı bu kitap hakkında ayrı bir yazı yazmıştım.:

“Filmden epey farklı olduğu için, kıyas yapmak yerine kitaptaki ilginç fikirlere odaklanayım:

İnsanların çoğunun Mars'a göçtüğü, hayvanların çoğunun da soylarının tükendiği radyoaktif bir dünyadayız. Kültür, geride kalan az miktardaki "hayatı" koruma üzerine gelişmiş. Bunu empatiyi yücelterek yapıyor. Mesela en yaygın dini ibadet, sanal gerçeklik yoluyla İsa benzeri bir figürle birleşmek ve acısına ortak olmak.

Kitabın ortalarında, filmde olmayan mükemmel bir sahne var. Deckard'ın ikinci polis istasyonuna gittiği sahne bu. Birkaç satırda tüm gerçeklik alt üst oluyor. Buradaki bir karakter üzerinden, sadece androidlerin insanlara giderek benzemediği, empati yoksunu olan insanların da androidlere benzedikleri işleniyor. Blade Runner'daki android şirketinin sloganını hatırlayın: "more human than human"

Giderek belirsizleşen insan-android ayrımına paralel olarak, organik-inorganik ayrımı da anlamsızlaşıyor. Hikaye bunu "kipple" dediği, giderek artan çöp yığını kavramı üstünden işlemiş. Bu çöp, önceleri, Dünyanın terkedilmişliğini ve ölümünü sembolize ediyor gibi gelmişti bana. Ama sanki canlı birşeymiş gibi, bir ekosistemmiş gibi sunuluyor giderek. Çöpün arasında "evrim" devam ediyor, canlılık yeni formlar alıyor. En sonda, "doğada" bulunan kurbağanın mekanik çıkması, bu değişimin sembolü.”

Özet: Filmlerini de izleyin, kitabı da okuyun, özet çıkarıp bana raporlayın.


Teselli Ödülleri (ütopya/distopya):

  • The Children of Men

  • The Handmaid’s Tale

  • A Clockwork Orange

  • News From Nowhere

  • Candide (El Dorado hikayesi)

Evet, Sizin Maviniz Benim Kırmızım

Evet, Sizin Maviniz Benim Kırmızım

100 Kitap: 11-20 (Distopyalar ve Ütopyalar)

100 Kitap: 11-20 (Distopyalar ve Ütopyalar)