100 Kitap: 11-20 (Distopyalar ve Ütopyalar)

100 Kitap: 11-20 (Distopyalar ve Ütopyalar)

11_big-brother-1984.jpg

11. 1984

George Orwell (1948)

Distopyaların en ünlüsü, en popüleri, en zengini. Her seçim dönemi en az 500 milyon referans aldığından, bu kitabı bilmeden siyaset takip etmek, dil bilmeden dedikodu yapmak gibidir.

Orwell, 2. Dünya Savaşı döneminde o kadar umutsuzluğa düşmüştü ki (bizzat katıldığı İspanya İç Savaşı’nda Franco’nun galip geldiğini görmüştü), muzaffer İngiltere’nin bile bu savaştan bildiğimiz haliyle sağ çıkamayacağını düşünüyordu. Nazilerin yıkamadığı düzen içten yıkılacak, yani demokrasi ya faşist bir darbeyle ya da sosyalist bir devrimle bitecekti. (Tabii Orwell bu ikileminin hatalı olduğunu, İngiliz demokrasisinin hayatta kaldığını görecek kadar uzun yaşadı.)

Birkaç sene öncesinde yazdığı Hayvan Çiftliği, büyük umutlarla başlayıp oligarşi ile biten bir devrim hakkındaydı. 1984 ise ikilemin diğer yarısını, yani tepeden inme bir faşist bir darbe sonrası kurulacak düzen hakkında.

Aslında bu romana futuristik distopya demek de garip, çünkü Orwell neredeyse o gün gördüklerini aynen yazıyordu. Romandaki birçok öğe Stalinizmden birebir kopyalanmış:

  • Big Brother = Stalin

  • Goldstein = Devrimi eleştiren Trotsky

  • Düşünce suçu = NKVD ve Japon askeri polisi Kenpeitai

  • Hainlerin tarihten silinmeleri (unperson) ve Doğruluk Bakanlığı = Sovyet propaganda taktikleri

  • Oceania’nın taraf değiştirmesi ve sanki hep o taraftaymış gibi davranması = Sovyet-Nazi paktı sonrası eski Nazi eleştirilerinin sansürü.


Benim özellikle sevdiğim yanı, Orwell’in dilin önemine olan düşkünlüğü. Fikir şu: Kelime dağarcığı basitleştirilmiş ve mantıksal çelişkilere davetiye çıkaran bir dil sayesinde, insanları yönetmek daha kolay. Bu Sapir-Whorf Hipotezi’ni andırıyor. Arrival filmi yazısında da bahsetmiştim:

“Orwell, dilin kullanımı konusunda çok hassastı ve 1984'teki IngSoc'un (yeni İngiliz sosyalizmi) temelinde, dilin, eleştirel düşünceyi imkansız kılacak bir şekilde yeniden tasarlanması yatıyordu. Ayn Rand da komünizmi -ve daha genel olarak kollektivizmi- eleştirmek için "ben" kelimesinin olmadığı bir dil hayal etmişti… Konuştuğumuz dilin, sadece karakterimizi değil, zaman kadar temel bir algı çerçevesini değiştirmesi fikri, benim için ideal bilimkurgu harcı.”


animalfarm.jpg

12. Animal Farm

Hayvan Çiftliği

George Orwell (1945)

“Tüm hayvanlar eşittir ama bazıları daha eşittir.”

Ben de çoğunluk gibi, 1984’ü Hayvan Çiftliği’ne daha üstün görüyorum ama belki de fularsızlık açısından Hayvan Çiftliği daha iyi bir tavsiye olabilir. Yukardaki gibi kolay akılda kalan sloganlar içeriyor, daha kısa ve epey direkt bir alegori. Üstelik sonu da en az diğeri kadar vurucu.

(CS Lewis, 1954’te daha ayrıntılı bir yazıyla neden Hayvan Çiftliği’ni daha çok sevdiğini burada anlatmış.)

Bazıları bunun “kapitalistlerin” siparişiyle basılmış olduğunu düşünür. Orwell’in İspanya’daki savaşta sosyalist kanatta yer aldığından zaten bahsetmiştik (tweet atarak değil, bizzat siperlerde savaşıp, boynundan vurularak hem de). Yani kendisini “kapitalizmin maşası” (o da ne demekse?) olarak görmek abes. Ama kitabın sonradan popülaritesinin artmasının önemli bir sebebi, yazarın ölümünden sonra azıtan Soğuk Savaş döneminde, propaganda amacıyla Amerikan okullarında okutulmasıydı.

Tabii ki kitabın doğru okumasını yapan biri için bu epey absürd. Zira kitabın ana mesajı “sosyalizm kötüdür”den çok, “iktidar (güç) idealistleri bile yozlaştırır ve bir süre sonra devirmeye çalıştıklarına benzerler” idi. Yani kitaba göre, başarılı/normal kapitalizm ile başarısız olmuş sosyalizmin varacağı nokta aynıydı. Buradan kapitalizme övgü çıkarmak çok güç, hele ki kitabın sonu bunu artık ayan beyan gözünüze sokarken.

Orwell genel olarak “mutlu son”ların yazarı değildi. Öte yandan, 1999’da çekilen filminin (linkini bile vermiyorum, Rotten Tomatoes puanı %40) neredeyse mutlu bir sonu olması, mesajının ne kadar kolayca manipüle edilebildiğini gösteriyor.


13_bravenew.jpg

13.

Brave New World

Cesur Yeni Dünya

Aldous Huxley (1931)

Huxley’nin başyapıtı, sıkça karşılaştırıldığı 1984’ten tam 15 sene önce yazılmıştı ve onun aksine gerçek anlamıyla bir bilimkurgu idi:

  • devletin sübvanse ettiği uyuşturucular

  • kendi kendine uçan helikopterler

  • genetik mühendislik

  • eugenics

  • Fordizm

  • 60ların “free love” hippilerine taş çıkartacak bir cinsel özgürlük…


Huxley’nin distopyası bir korku imparatorluğundan ziyade bir konfor düzeniydi. Herkesin temel ihtiyaçları karşılanıyor, herkes zevk-ü sefaya dalabiliyordu. Hatta, biraz üstünkörü okursanız bunu bir ütopya romanı bile sanabilirsiniz. Ama Huxley’nin amacı, aşırı iyimser teknolojik ütopya hikayeleri yazan HG Wells ile dalga geçmekti. Yani “senin ütopyaların gerçekte böyle şeylere yol açar” demeye getiriyordu.

Huxley’nin Orwell’den ayrıldığı en önemli nokta bence cinsellik. Bu kadar temel bir şeyi baskılamak sürekli bir direnç yaratacağı için, ve bu direnç de muhalefet olarak şekilleneceği için, akıllı bir dikatörlük tam aksi yöne gitmeli. (Zaten biraz önce bahsettiğim CS Lewis’in 1984 eleştirisinin bir kısmı da cinsellik konusundaki gerçekdışılığı hakkında idi).

Bugünün dünyasına bakınca, yani bilgiye ulaşım bu kadar kolayken yalan yanlış şeylere inancın zayıflamadığı bir dünyaya, Huxley’nin vizyonunun daha gerçekçi olduğu bariz. 1984’ü yaşayan bir tek Kuzey Kore var, oysa kalan herkes Cesur Yeni Dünya’da: Bir bolluk ve aptallık dünyası. (“Soma” isimli uyuşturucunun yerini “eğlence sektörü” alıyor, ki buna Fahrenheit 451’de de değineceğim.)

Bu dünyada sansüre gerek bile yok, çünkü sosyal medyadaki dezenformasyon çok daha etkili. Bu dünyada diktatörlüğe de gerek yok, çünkü demokrasi adı altında kontrol daha kolay. Ve henüz genetik düzlemde olmasa bile, sosyokültürel açıdan belirgin bir kast sistemi var. (nesilden nesile aktarılan servet adaletsizliği ve onun yolaçtığı eğitim farkı).


14_island.jpg

14. The Island

Ada

Aldous Huxley (1962)

Brave New World’den 30 sene sonra, yıllardır hayalini kurduğu ütopyayı nihayet kağıda dökmüş Huxley. Bu ada ülkesi, distopyasındaki gibi bir modernizmin veya o düzenin dışında kalan vahşilerin yolunu değil, üçüncü bir yolu seçmiştir: Teknolojiyi ve sanayiyi seçici olarak kullanan ve onu Budizm ile birleştiren bir toplum. Bu sayede toplum akıl sağlığını kaybetmez, uçlara kaymaz.

Brave New World’de kullanılan öğeler/temalar burada da karşımıza çıkar ama farklı kullanımlarla. Örneğin iki romanda da uyuşturucunun rolü büyük. Fakat ilkinde bireyleri kelimenin tam anlamıyla uyuşturur ve köleleştirirken, ikincisinde aydınlanma (Nirvana?) aracısıdır. Zaten bu bakımdan Kızılderili geleneklerine de benzer.

Ada, diğer ütopyalar kadar meşhur değil ama tek başına okumak yerine, Brave New World’den hemen sonra okunursa bence ilginç olacaktır.


15_we.jpg

15. We

Yevgeny Zamyatin (1924)

Ortamlarda fular puanı kazanmak istiyorsanız, hemen şu sözleri tekrarlayın: “Orwell ve Huxley halt etmiş, her şeyi Zamyatin’den çalmışlar.” Dilediğiniz kadar iddialı konuşun, kimse de size bir şey diyemez, popüler kültürün kölesi gibi gözükmek istemeyeceklerinden.

Gerçekten de Orwell bizzat bu etkiyi kabul etmişti (Big Brother = Benefactor). Hatta 1984’ü yazmadan birkaç sene önce bir Zamyatin ve Huxley karşılaştırması bile yapmış, Huxley’nin We’den etkilenmiş olması gerektiğini yazmıştı. Huxley bunu reddetmiş, ilhamının HG Wells olduğunu ve onu eleştirme amacı taşıdığını söylemişti. İlginçtir, Zamyatin de Wells’in eserlerinin Rusça derlemeleriyle uğraşıyordu ve onlardan epey ilham almıştı. Kısacası koca bir ilham düğümü var aralarında.

Peki ne anlatıyor, modern distopyaların atası sayılan bu hikaye? We, bir devrimi değil, yıkıcı bir savaş sonrası kurulan ve uzun süredir ayakta duran bir devleti anlatır. Bu devlette:

  • Bireysellik yoktur (güzel insanlar deforme edilir, isimler yerine seri numaraları kullanılır)

  • Çeşitlilik yoktur (mantık en önemli değerdir ve mantıkta tek doğru vardır)

  • Gizlilik yoktur (tek bir bina hariç her şey camdan imal edilmiştir)

  • Aşk yoktur (çiftler devlet tarafından birbirine atanır)

Birkaç sene sonra çıkacak Metropolis filmindeki gibi, her şey aşırı derecede mekanizedir. Hatta bir noktada insanlar da ameliyatla mekanize hale getirilirler. Sonuçta bu yapıtlar, endüstriyelleşmenin ve şehirleşmenin kötü yanlarının herkesçe hissedildiği çağlarda çıkan yapıtlar. Bu trendi uçlara taşıyarak insanlara bir şeyler anlatabiliyorlar.

Fakat ben We’yi bizim çağımızdaki yapay zeka korkusuyla daha ilintili buluyorum. Çünkü buradaki düzen, ne pahasına olursa olsun her yere yayılmak isteyen (uzay dahil), her şeyi kendine benzetmek isteyen, başka da bir amacı veya felsefesi olmayan yoldan çıkmış bir zeka gibi. Daha önce paperclip maximizer hikayesinden bahsetmiştim, oradaki bilinçsiz yayılmayı andırıyor bana.


15_ironheel.png

16. The Iron Heel

Demir Ökçe

Jack London (1908)

London’ın Call of the Wild veya White Fang gibi kitapları kadar meşhur olmasa da, modern distopyaların atası işte bu. Yani adamın yazdığı 3. en meşhur kitap, bir türün başlangıcı oluyor, nasıl bir yazar CVsi kardeşim bu!

1984 gibi, bilimkurgu öğeleri yok denecek kadar az, asıl odak noktası siyaset ve toplum. Demir Ökçe’nin beni korkutan yanı şu: Big Brother yerine koyduğu Oligarşi tarafından kurulan baskı, tek merkezden planlı ve bilinçli yaratılmak zorunda değil. Sigara dumanı dolu karanlık bir odada oturup, sinsi sinsi her şeyi yöneten İlluminaticiler yok. Oligarşi de, tıpkı proleterya gibi başı sonu belli olmayan organik bir oluşum. Ama elindeki güç belli bir kritik eşiği geçtiği için diğerini sonsuza kadar kontrolüne almış.

Jack London bir sosyalistti ve her çağdaşı gibi kapitalizmin sürdürülemez olduğunu düşünüyordu. Ya direkt devrimle yıkılacaktı ya da sermaye giderek tekelleşerek (büyük balık küçük balığı yutarak) her şeyi ezecek, daha kanlı devrimlere zemin hazırlayacaktı. O sıralarda, hikayenin geçtiği ABD’de soyguncu baronlar (robber baron) devri yaşanıyordu, yani devletin ve hukukun pek kuvvetli olmadığı yerlerde kısa sürede aşırı zenginleşenlerin devri. Bu yüzden de bu baronların illa ki bir kartel oluşturacaklarını, bir araya gelip devletin yerini tamamen alacaklarını, kendi ordularını ve okullarını kuracaklarını hayal etmek doğal.

London’ın öngörülerinden bir kısmı tuttu. Büyük Buhran’ı örnek gösterebiliriz. Ben daha ziyade grev kırıcılığı taktiklerini, işçi sınıfı bilincinin erimesini düşünüyorum. Lakin nihayetinde kapitalizm, London’ın sandığından çok daha esnek çıktı. Hem kendisi değişik formlara girip ayakta kaldı, hem de London’ın sosyalist devrim yapacağını hayal ettiği yerlere de iyice yayıldı.

Ama bahsettiği o oligarşi hiç kaybolmadı. Ordularımızı, mahkemelerimizi ve okullarımızı ufak bir azınlığın eline tamamen teslim etmedik ama giderek finansallaşan ve sanallaşan ekonomi, her zamankinden de dengesiz bir yapıya sahip.


time.jpg

17. The Time Machine

Zaman Makinesi

HG Wells (1895)

Nihayet geldik, Huxley’nin dalga geçtiği HG Wells’e: Zaman makinesi terimini hayatımıza bu kitap sokmuş.

Elbette zamanda yolculuk fikrini Wells keşfetmedi, bunun hakkında hep yazılıyordu. (Mahabrata’da tanrılarla konuşanlar, A Christmas Carol’da hayaletler aracılığıyla geçmişi ve geleceği görenler). Hatta Wells’in kendisi de The Sleeper Awakes eserinde uzun süreli bir komadan uyanıp kendini gelecekteki bir totaliter rejimin kağıt üstündeki lideri olarak bulan birini anlatmıştı. Ama zamanda yolculuğu bilerek ve bir alet kullanarak yapan ilk karakter Wells’in isimsiz kahramanıydı. Back to the Future’ın büyük dedesi diyebiliriz.

Peki neden distopya?

Wells, makinesini öyle 30-40 sene sonrasını anlatmak için kullanmaz; tam 800,000 yıl ileriye gider. (Hatta bir noktada iyice abartıp 30 milyon yıl ilerisine gider ve bozulan yörüngeyi, giderek devleşen Güneş’i, kısacası dünyanın son demlerini gözlemler.) Bildiğimiz her şey kaybolmuş, insanoğlunun tüm başarıları, uçsuz bucaksız ormanlar tarafından yutulmuştur. Bu ormanların içinde insanımsı bir türe rastlar zaman yolcusu. İlk bakışta, Wells’in idealindeki sosyalist toplum gibi gözükür: Teknolojik olarak ilkel olsalar da bolluk ve barış içindedirler.

Fakat kısa sürede bir şeylerin ters gittiği belli olur. Öncelikle bu halk hiç çalışmamakta ve kendisine karşı bile hiçbir korku veya merak duymamaktadır. Kısa bir sonra da yer altında yaşayan ayrı bir tür ile tanışır zaman yolcusu ve sosyalizm odağı buraya kayar: Zira burada bir sanayi vardır. Yeryüzündeki o ilkel cenneti -ve ondan faydalanan aristokratları- bu sanayi ve emek ayakta tutmaktadır. Aristokratların hayatlarında bir mücadele olmadığı için, kafaları da hiçbir şeye çalışmaz ve gerçek bir dayanışmadan da yoksundurlar.

Tabii zaman yolcusunun, insandan evrilmiş bu iki tür arasındaki ilişkiye dair görüşleri daha da değişecek ama tüm hikayeyi de anlatmayayım artık. (Üşenip filmini izleyeceksiniz uyarayım, kitaba pek sadık değil.)


14_fahrenheit.jpg

18. Fahrenheit 451

Ray Bradbury (1953)

“It was a pleasure to burn.” (Yakmak bir zevkti)

Böyle başlayan bir romanı nasıl okumazsınız. Dahası, bu hikaye gördüğüm en vurucu önermelerden birine dayanıyor: Gelecekte itfaiyecilerin işi yangın söndürmek değil, yangın çıkarmak. Özellikle de kitap yakmak. 451 Fahrenheit, tahmin edebileceğiniz gibi kitap sayfalarının tutuştuğu sıcaklık.

Diğer birçok distopyadaki gibi, burada da ana karakter, totaliter bir sistemin parçası olan ama zamanla ona karşı yabancılaşan birisi. Matrix’ten uyanan Neo değil de, Matrix içindeyken huzursuzlanan Neo gibi; yavaş yavaş ayılıyor. Her ayılmanın bir katalizörü var, buradaki de asi ruhlu bir komşu kızı (We’de de öyleydi) ve kitaplarıyla beraber yakılmayı göze alan bir yaşlı kadın. Bunlar sayesinde, itfaiyeci olan esas oğlan bir gün bir kitabı yakmak yerine ceketine koyar ve olaylar gelişir.

Yazara göre ABD’deki McCarthy dönemi sansürlerine bir tepki olarak ortaya çıkmış bir hikaye bu, fakat hemen her çağda yazılabilirdi, zira insanoğlu kitap yakmayı hiç durdurmamıştı. Ama bence daha ilginç olarak, burada tasvir edilen toplum 1984’ün sansürcülüğünden ziyade Huxley’nin dünyasına daha yakın: Soma denen uyuşturucunun yerini duvardan duvara televizyonlar almış. İnsanlar, içi boş programlardaki (reality şovlar) hayali dünyalara ve ailelere aşırı bağımlı, hem de kendi ailelerini unutacak kadar. Yahut başlamak üzere olan bir savaşı umursamayacak kadar. (Kıçında ayılar bağırırken penguen belgeseli gösteren medya)

Bununla nasıl savaşılır? Kelimenin tam anlamıyla birer ayaklı kütüphane haline gelerek.


16_devlet.jpg

19. Devlet

Platon (MÖ 375)

Muhtemelen tarihin ilk ütopya eseri. Ve çok daha fazlası.

Bazı eserler tarihsel açıdan önemlidirler ama günümüzde o konunun uzmanları dahil pek kimse okumaz. Belki sıkıcıdır, belki fazla tekniktir, belki geçerliliği kalmamıştır. 2400 sene önce yazılmış olan Devlet böyle bir eser değil. Siyaset ve toplum felsefesi çalışan herkes -ve benim gibi hobi olarak felsefe ile ilgilenen birçok kişi- Devlet’i okumuştur, okumaya devam edecektir ve de pişman olmayacaktır.

Adalet, mutluluk, demokrasinin eksiklikleri, filozof-kral arketipi, mağara alegorisi, sanatın rolü, hepsi bu diyalogda tartışılıyor. İlk konu, her şeyin başı olan eğitim. Eğitimin de ilk konusu, hikayeler ve edebiyat (o zamanlar bilginin büyük kısmı bu yolla aktarıldığı için bu normal). Ve Platon, biraz önce gördüğümüz distopyaların aksi yönüne gidip, zaman kaybetmeden sansür savunusuna başlıyor: 

"Ağaç yaşken eğilir. Modern hayatta çocuklarımızı kötü yola düşürecek birçok etmen var. İyi bir toplum için çocuklarımızı en azından bir süreliğine bu etkilerden korumalıyız".

Çağımızın değerlerine 180 derece zıt gittiği durumlarda dahi bunu size bir şeyler katacak şekilde yapıyor.

Platon ve Devlet hakkında daha ayrıntılı bir yazım


17_utopia.jpg

20. Utopia

Thomas More (1516)

Ütopya (“hiçbir yer”) kelimesini, bugünkü anlamıyla (“ideal ülke”) kullanmamızın sebebi bu kitap. Ama ironik olarak Utopia’da anlatılan ada, More’un hayalindeki ülke değildi.

Önce kurguladığı sisteme bakalım (daha doğrusu sistemin işleyişini anlatmıyor da, o sistemin öğelerini anlatıyor):

  • Özel mülk yok.

  • Para pul yok.

  • Lüks kötü bir şey olarak gözüksün diye, kölelerin zincirleri altından.

  • Kadın erkek herkes, en azından bir süreliğine tarımla uğraşmak zorunda.

  • Hastaneler bedava (hem de hiç para vermeden)

  • İnanç özgürlüğü var

Fena gözükmüyor, değil mi? Ama aynı zamanda:

  • Evet, demin köle dedim. Her evde köle var. Prangalı cinsten.

  • Ada içinde bile seyahat özgürlüğü yok. İzinsiz seyahatin cezası köle olmak.

  • Evlilik zorunlu ve evlilik dışı seksin cezası da köle olmak.

  • Evlilik öncesi seksin cezası ise ömür boyu abaza kalmak.

  • Özel hayat yok

İşin garip tarafı, More koyu bir Katolikti (hatta kafirleri avlamış, istisnai durumlarda da yakılmalarına izin vermişti) ama romandaki ada halkı inanç özgürlüğüne inanıyordu. Hatta ateistler bile öldürülmüyorlardı. Dahası, rahipler evlenip boşanabiliyorlardı.

Ben ilk okuduğumda bu çelişkileri anlamamıştım tabii. Bir diğer anlamadığım nokta da More’un kullandığı sarkastik dil idi. Zaten romanın popülerliğinin bence en büyük nedeni, More’un neyi ciddi ciddi önerdiğinin, neyle de dalga geçtiğinin pek belli olmaması. Genel kanıya göre, anlattığı gibi bir komünizmi seviyor ama gerçekçi bulmadığı için, okuyucuyu daha pragmatik çözümlere ve politikalara itiyor. Bu belirsizliği göz önünde bulundurarak okursanız, daha çok zevk alırsınız.

Evet, 10 kitap etti ve bu bölüm bitti ama distopyaları ve ütopyaları bitiremedik. Merak etmeyin devamı gelecek…

Önceki Bölüm: 1-10 (Fularlı Fularsız Bir Koleksiyon)

100 Kitap: 21-30 (Daha Fazla Distopya ve Ütopya)

100 Kitap: 21-30 (Daha Fazla Distopya ve Ütopya)

100 Kitap: 1-10 (Fularlı Fularsız Bir Koleksiyon)

100 Kitap: 1-10 (Fularlı Fularsız Bir Koleksiyon)