100 Kitap: 1-10 (Fularlı Fularsız Bir Koleksiyon)
Yıllardır başımın etini yiyorsunuz “bir kitap listesi” yapsana diye, ben de yıllardır aynı tembellikle “haftaya yaparım” deyip kaçıyordum. Bu sağlıksız döngü bugün bitiyor…
Tabii biliyorum, konu liste olunca insanın gözü dönüyor, sonra “Simyacı niye yok, ne biçim liste bu?” şikayetlerini dinleyeceğim tüm gün. O tip soruların önünü kesmek için birkaç önemli nokta:
Liste kısmen ortamlara yönelik (fularlı), kısmen benim sevdiklerim (fularsız), ama büyük kısmı iki gruba da dahil.
“Sadece bunları okusanız yeter” değil, “bunları okumanız bence şart”.
Batı dünyasından eserler bol. “Doğrusu bu” olduğundan değil, her şeyden çok o dünyanın bir ürünü ve parçası olduğum(uz) için.
Okuduğum her şey burada yok (Üzgünüm Red Kit). Buradakilerin de hepsini okumadım. (Üzgünüm LoTR)
Sıralama yapmak zaten saçma olurdu ama ben gruplama dahi yapmadım. Sizi biraz hazırlıksız yakalamayı istiyorum.
“x niye yok!” yerine “x’i de eklersek okuyanı şu yönden ihya eder” gibi yorumlar daha yardımcı olur. Haydi rastgele…
Hayır, Shakespeare ile başlamıyoruz ve evet, ciddiyim.
Dune, bazı fantezi serileri kadar popüler kültüre yayılmadı ama birçok ankette gelmiş geçmiş en iyi bilimkurgu romanı seçiliyor. Denis Villeneuve yeni film adaptasyonunu seneye bitirince -ki umarım David Lynch’in 1984’teki denemesinden iyi olur- iyice popülerleşecektir.
Benim Dune evreniyle tanışmam yıllar evvel, bilgisayar oyunu sayesinde olmuştu (5-6 pikselle iyi bir RTS çıkarmışlardı) ve seriyi başlatan romanı okumayı epey ertelemiştim. Nihayet başlayınca da bırakamadım. Aylarca her gün ama her gün, öğle tatilinde ofisten çıkıp aynı kafeye gidiyordum, köşede şömine karşısındaki koltuğa gömülüp yemek bile yemeden bu kitaba dalıyor ve bitmemesi için yavaş yavaş okuyordum.
İşin bilim tarafı gayet hafif, odak noktası politika ve insanlar. Hatta bilmeyenler için, uzayda geçen Game of Thrones diyebiliriz, ki George RR Martin’in epey ilham aldığı belli. İki eserde de feodal bir yapı ve büyük beylikler var:
Lannister = Corrino (taht sahibi)
Targaryen = Harkonnen (dejenere)
Stark = Atreides (asil)
İki eserde de trajik, kehanetlerle müjdelenen, ve ölüp ölüp dirilen kahramanlar var:
Ned Stark = Leto (trajik kahraman)
Azor Ahai = Muad'Dib (müjdelenen lider)
Jon Snow = Paul Atreides (esas oğlan)
İki eserde de hakim bir doğal atmosfer (kar = kum) ve başka bir çok ortak öğe var:
Unsullied = Sardaukar (süperaskerler)
Dragonglass = Melanj (sihir)
Ejderha = Sandworm (sihir ile özel ilişkisi olan "canavarlar")
Wildlings = Fremen (yerli halk)
Faceless = Face dancers (yüz değiştirenler)
Meister = Mentat (özel danışmanlar)
Iron Bank = Spacing Guild (finans monopolisi)
Sparrows = Bene Gesserit (siyasal ve dini tarikat)
Peki aralarında ne fark var? Fark şu ki, aradan tam 55 sene geçmiş olmasına rağmen Dune hala konuşuluyor. İçerdiği çevreci/ekolojik tema sebebiyle de epey bir süre daha güncel kalmaya devam edecek.
(Seri çok uzun olduğu içini üşenmek doğal. En başarılısı olan ilk kitaptan zevk almak için illa devamını okumaya gerek yok. Herbert beş devam romanı daha yazdı, sonra da oğlu sazı eline aldı. Ben kronolojik sırayla gitmedim, 3. kitap olan Children of Dune ile devam ettim, zira ilk romanın atmosferini yaşatıyor. Aradaki ikinci kitap (Dune Messiah) ise esas oğlan Paul’a odaklandığı için daha az “epik”. Triloji ile kastedilen bunlardır, zira 4. kitap (God Emperor of Dune) her bakımdan farklı olan bir kırılma noktası. Okuyan ya nefret ediyor ya da bayılıyor, ki ben bu noktayı geçemedim.)
Odysseus tam 20 sene aradan sonra evine döner ama dilenci kılığında. Nitekim herkes onun öldüğünü sanmakta ve birtakım züppeler karısıyla evlenmek istemektedir, bizimki de onları hazırlıksız yakalamayı planlar. Onu sadece köpeği Argos tanır. Diğerlerinin aksine, tüm hayatı boyunca sahibini beklemiştir. Fakat artık ayağa kalmak için çok yaşlı ve hastadır, sadece kuyruğunu sallar. Odysseus da tanınmamak için çok istediği halde köpeğini sevmeye gidemez, ağlayarak yanından geçer. Sadık dostu, sahibinin arkasından bir müddet bakar. Görevini nihayet tamamlamıştır, oracıkta ölür…
Rivayete göre Homer tam 8 epik şiir yazmış ama sadece ikisi hayatta kalmış. İliad Truva Savaşı’nın sonunu, Odyssey ise Truva düştükten sonra geçen 10 senelik bir dönüş yolculuğunu anlatıyor, ama aslen, Antik Yunan dünya görüşlerinin birer kolleksiyonu olmuşlar.
Sırayla okumanıza gerek yok. Benim gibi sıradan okuyucu için genelde Odyssey daha ilginç gelir ama analiz sevenler için, İliad’ın temaları daha karmaşık, karakterleri daha ilginçtir.
Elbette tarihteki tek epik şiir bu değil, gönül isterdi ki oturup Mahabrahata’yı da okuyalım (Hint), Şahname’yi de hatmedelim (İran). Ama çoğumuz, bu kültürel mihenk taşlarına dışardan bakmaya mahkumuz, yani onların edebi güzelliğini ve referanslarını anlayamıyoruz. Dahası, onlara yaklaşıp dokunmanın bile maliyeti büyük: İlki 200,000, ikincisi 100,000 dize! Bunlara kıyasla, Odysseus ve İliad’ın toplamı 30,000 dize. Şiir sevmiyorsanız, en azından özetini bulup okuyun çünkü Batı kültüründe bu ikisine tonla referans var. (Ben de İliad’ı bitirmeye üşenip, kestirmeden giderek analizlerini okumuştum)
“Love loves to love love.”
Sanırım listedeki en “fularlı” kitap bu. Üzerinde bu kadar konuşulup da bu kadar az okunan bir eser daha olmamıştır.
Ulysees, Odyssey şiirinin kahramanı olan Odysseus’un Latincesi. Bu bir tesadüf değil, çünkü romanda Dublin’de geçen sıradan bir gün anlatılmasına rağmen, şiir ile arasında epey paralellikler kurulmuş. Bunu fark etseniz dahi, içerdiği tonla sembolizm ve göndermeyi tek başınıza anlamaya kalkmayın, yardımcı metin kullanın. Mesela kolay anlaşılan bir tanesi bölüm bölüm açıklamalar yapmış.
Benim gibi modernist edebiyat cahilleri için dahi kitabı ilginç kılacak iki şey yapmış Joyce:
İç ses veya “stream of consciousness” denen şeyi arşa taşımış. Bazı kısımları kafa karıştırıcı olsa da (o bölümleri atlayın) bazıları çok zevkliydi.
Farklı bölümleri farklı edebi tarzlarda yazmış. Bunun zevkini çıkarmak için iyi İngilizce şart. Çeviri hiç okumayın, 700 sayfalık zamanınıza yazık olur.
Bir entelin fularını test etmenin en iyi yolu, kütüphanesinde bu kitabı bulunca hakkında birkaç soru sormaktır. Doyurucu bir açıklama geliyorsa uzaylı olabilir. Yarım yamalak laflar ediyorsa insandır ve bildiğin fularlıdır. Açık açık “okumayamadım ki hacı” diyorsa fularsızdır. Tabii gerçek fularsızlar, okuyamayacakları kitabı kütüphanelerinde sergilemez, onu büyük bir günah gibi bavulunun derinliklerine gömerler.
Abartıldığı kadar var, dolayısıyla teknik olarak abartılmıyor. Orijinali bir radyo programıydı, sonra sayısız kitaba ve TV uyarlamasına dönüştürdüler. İlk kitabı hala en iyisi, en komiği. (Filminin tek iyi yanı ise Marvin’i seslendiren Alan Rickman idi)
Günün birinde uyanıyorsunuz ve -hayır böceğe dönüşmediniz- göklerden bir ses geliyor: “Merhaba dünyalılar. Evet yalnız değilsiniz ama ne yazık ki gezegeninizi bir galaktik otoyol inşaatı için yok etmek zorundayız. 5 dakikanız var. Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz. İyi günler”
Açılış sahnesi aşağı yukarı böyle. Daha ilk sayfalarda dünya ve üstündeki tüm canlılar yok oluyor ve evet, buna güleceksiniz.
Hayata, evrene ve her şeye dair nihai sorunun cevabı 42’dir. Fakat o sorunun ne olduğu meçhul.
Muhtemelen gelmiş geçmiş en iyi çizgi roman.
Hem konusu, hem de yapısı ilginç. Konunun arkaplanı, ABD’nin Vietnam Savaşı’nı kazandığı ve süperkahramanların devrinin geçtiği alternatif bir gelecek. Olayları başlatan itki de emekli bir süperkahramanın suikasti.
“Modası geçmiş kahraman” kavramı üstünden çizgi roman dünyası hakkında meta-yorumlar gırla. Üstüne, Dr Manhattan’ın insanüstülüğü ile Rorschah’ın aşırı insanlığı arasındaki tezat çok verimli.
Ama ben en çok yapısını sevdim: Hikaye içindeki bir korsan hikayesi ve zamansal atlamalar sayesinde elimden bırakamamıştım. “Hiç çizgi roman okumadım” diyenler özellikle okumalılar, kafanızdaki imajdan %100 farklı olduğuna iddiaya girerim.
“Man, when preparing for bloody war, will orate loudly and most eloquently in the name of peace.” (Kanlı bir savaşa hazırlananlar, barışa yüksek sesle övgüler düzerler).
İncil ile bir tanışıklığınız yoksa, Batı edebiyatının ve sanatının yarısını anlayamazsınız, burası tartışmasız. Tartışmalı olan kısım şu olabilir: Neden Kuran değil? Aynı hikayeler -hem de bozulmamış halleriyle- orada da yok mu?
Ben İncil’i aslında tam da “bozulmuş” olduğu için seviyorum. “Allah’ın kusursuz kelamı olma” gibi bir iddiası yok ve Kuran gibi kısa bir zamanda yazılmadı. Eski Ahit’i de işin içine katarsak, yüzlerce yıla yayılan bir yazım ve editörlük sürecinden bahsediyoruz. Dolayısıyla hem tarihin çok daha geniş bir kesiminden insanoğlunun fikri manzaralarını yansıtıyor, hem de Ulysees gibi, farklı bölümlerinin farklı yazım tarzları var.
Okumaya üşenenler: Eski Ahit’in Tanrısı, insan ile bir anlaşma yapar sonra kontratın detayları hakkında bol bol tartışırlar, arada ufak tefek soykırımlar yaşanır. Yeni Ahit’in Tanrısı ise, insan sevgisi yüzünden insan kılığında dünyaya gelir ve günah kayıtlarında birtakım usülsüzlükler yapıp döner.
İncil’den bahsettik ama insanın cennetten kovulması ve şeytan ile ilişkisi hakkındaki bence en ilginç eser bu. Ne yazık ki okuması biraz zor.
Genelde Dante’nin İlahi Komedya’sı (1321) ile karşılaştırılır ama “hangisi daha iyi” gibi bir soru anlamsız olacak. Eğer tarihe merakınız varsa, Dante’nin şiiri Ortaçağ hayalgücünü ve zamane İtalyan politikasını yansıttığı için daha değerli. Fakat İtalyanca bilmediğim ve İtalyan Ortaçağ Tarihi ile ilgilenmediğim için beni pek sarmamıştı. Dante’nin kendi düşmanlarını cehenneme yerleştirmesi de ergen esprisi resmen.
Kayıp Cennet ise anadili İngilizce olduğundan ve dönemin siyasi çekişmelerine bulaşmadığından, bize daha açık. Milton’a göre bu eserin amacı, Tanrı’nın insana verdiği azaba açıklamalar getirmekti. Yani bir nevi Kötülük Problemi savunusu. (Taze taze ilgili podcast serisi).
Fakat bu yolculukta, eserin yarısı Şeytan hakkında ve onu neredeyse sempatik bir figür olarak gösteriyor. Tanrı’nın tiranlığına başkaldıran, insani, karizmatik, kibirli bir figür. Kaderi baştan belli olan bir “köle isyanı” lideri. Milton aynı zamanda Tanrı’nın da zulmünü de sansürlemiyor, dolayısıyla Tanrı burada “sevilecek” bir karakter değil. Bu bakımdan epik şiir meraklısı olmasam da bana epey zevk vermişti.
"Better to reign in Hell than serve in Heaven." (Cennette köle olmaktansa, Cehennemde kral olmak yeğdir)
Romanın sahnesi bize yabancı olabilir: Ayrımcı politikaların güdüldüğü ABD’nin güney eyaletlerinde, suçsuz bir zencinin beyaz bir kadına tecavüz davası.
Öte yandan esas oğlan avukat Atticus Finch, herkese hitap edecek asil ve cesur bir karakter. Muhtemelen önceki nesilde avukat olmak isteyenlerin yarısı da kariyerlerini bu karaktere borçludur.
Romandaki anlatıcı, Atticus’un küçük çocuğu. Dolayısıyla Lee, hem bir çocuğun perspektifinden dünyaya baktığımıza bizi inandırmalı, hem de ırkçılık, tecavüz, sınıf çatışmaları gibi konuları hakkıyla işleyebilmeli. Bunu herkesten iyi becerebildiği için de Pulitzer Ödülü kazandı.
Filmi de kitabı kadar iyi olan nadir eserlerden, o yüzden korkmadan yumulun.
“Bir hermafrodit hikayesi ne kadar ilginç olabilir ki” diye başlayıp, bir çırpıda okuduğum bir romandı bu. Üç kuşak boyunca gözlenen bir genetik varyasyon sonucu, Türkiye’de başlayan bir hikaye ortaya çıkıyor ve doğa, Balkan Savaşları, toplumsal normlar, Yunan mitolojisi, ABD kültürü, ensest, Detroit’in çürümesi gibi farklı konular, sarkastik bir dille beraber örülüyor.
Listedeki çoğu eser kadar bir “ağırlığı” yok ama yine de Pulitzer Ödülü sahibi ve benim dünyamı epey zenginleştirmişti. Hassas bünyeler için diyorum, içinde İzmir Yangını geçiyor.
Düşünceleriniz üstüne düşünme kılavuzu.
Bana kalsa bu kitabın ilköğretimde okunmasını zorunlu kılardım. Okulların amacı eğitim ise, o eğitimi almanızı sağlayacak zihnin nasıl çalıştığını öğrenmek, tam olarak ne tür zihinsel eksikliklerinizin olduğunu bilmek, yapılacak ilk şey olmalı. Tabii konu eğitim ile sınırlı değil: İrili ufaklı her türlü kararı alırken, zihninizde paralel çalışan -ve birbiriyle çatışan- sistemleri ortaya döküyor, zihinsel önyargılarınızı (cognitive bias) ve bilişsel kısayolları (heuristics) anlatıyor.
İçeriğini çok ortaya dökmek istemiyorum, zira bu konuda hem kitap yazıyorum (Mart 2020’de çıkacak olan Safsatalar Ansiklopedisi’nin devamı olacak) hem de kendi verdiğim derslerimi de kullanacağım bir podcast serisi yapacağım. Şimdilik diyeceğim şu:
Kararlarınızın çoğunu siz vermiyorsunuz, “otopilot” veriyor.
Bu illa kötü bir şey değil, çünkü aksi çok enerji gerektirirdi.
Fakat otopilotun programlaması, bazı modern senaryolar için yetersiz ve bizi yanlış yönlendiriyor. O yüzden önemli kararlar alırken kontrolü mümkün olduğu kadar elinize almalısınız.
”If you care about being thought credible and intelligent, do not use complex language where simpler language will do.” (Zeki ve yetkin gözükmek istiyorsanız, basit kelimelerle anlatabileceğiniz şeyler için karmaşık bir dil kullanmayın.)