Özgür İrade 7: Bell Teoremi ve Süperdeterminizm
Bu bölümü yukardaki uzantıdan veya doğrudan Spotify gibi podcast uygulamalarından dinleyebilirsiniz. İçeriğin hemen hemen aynısını aşağıdan okuyabilirsiniz. Serinin önceki bölümü de burada.
Bell Teoremi
Kuantum denince akla gelen 3 kavramdan bahsetmiştik:
Belirsizlik İlkesi... ve bunun Gözlemci Etkisi'nden farkı
Dalga Fonksiyonu... ve bunun ne anlama geldiğinin farklı yorumları.
Son olarak da kuantum dolanıklığı ve bunun Einstein'a düşündürdüğü bir düşünce deneyi.
Bu sonuncusunu uzun uzun konuşmadık, zaten bugünkü bölüme attığımız kancaydı. Kuantum teorisinin eksikliğini ispat etmeye çalışan bazı fizikçiler, şu argümanı öne sürmüşlerdi: Hakim görüş, yani Kopenhag Yorumu ne diyor? Bir ölçüm yaptığında, zaten orada saklı olan bir gerçekliği bulmuyorsun. Onun yerine, gerçekliği yaratıyorsun, belli bir formüle göre değişen olasılıklar kümesi içinden. Tanrı da olsan, tüm o olasılıkları da bilsen, ölçümün kesin sonucunu tahmin edemezsin.
Madem durum böyle, o zaman kuantum dolanıklığını nasıl açıklıyorsunuz, diyor Einstein. Dolanık iki parçacık varsa, biri üstünde yaptığım ölçümlere bakarak, çok uzaklara taşıdığım ve hiç kurcalamadığım ikinci parçacık hakkında aşırı isabetli tahminler yapabilirim. Sonuçlar korele, rastgelelik kalmıyor. Bunun iki yolu olmalı. Ya parçalar arasında ışık hızından hızlı bir haberleşme var, ve ben ilkinin belli bir özelliğini gözlemleyince diğerine bir sinyal gidiyor, diyor ki "benim dalga fonksiyonum çöktü, artık davamız sana emanet. Tam şimdi şu özelliğini ölçerlerse vereceğin sonuç benimkisinin aynısı olsun, o değer de budur, tamam mı dostum, hadi göreyim seni, kuantumun yüzünü kara çıkarma." Ya böyle ya da Kopenhagçılar yanlış. Parçacıkların herhangi bir özelliğinin tüm zamanlarda belli bir değeri var, bu değerler dolanıklık ilk yaratıldığı anda kodlanmıştı bunlara. Ama şimdilik gizliler, bu işin kurallarını çözemediğimiz için sonuçlar bize acayip geliyor.
Bu işin içinden nasıl çıkılır? Bir güzel yolu, gizli parametrelerden kaynaklı olan bir korelasyonun teorik limiti var mı, bunu bulmak. Eğer dolanık parçacıklar üstündeki deney sonuçlarında elde edilen korelasyon bu limitten yüksek çıkıyorsa, demek ki "yerellik" prensibi yok, yani ışık hızından hızlı bir haberleşme var.
İşte EPR paradoksundan 30 yıl sonra, 1964'te John Stewart Bell isimli bir fizikçi tam da böyle bir teorik çerçeve ortaya atıyor. Onun bu sulara girmesinin sebebi de önceki bölümde gördüğümüz Pilot Dalgası teorisiydi. Çok makul buluyor, sonuçta hayal etmesi kolay ve deterministik bir teoriydi. Tek acayipliği, yerellik prensibinin olmaması. Bir sörfçü, dalga üstünde takla atınca, anında çok uzaklarda aynı dalgayı süren sörfçüleri etkiliyor demiştik. Bell de yerellik prensibini sorguluyor esasen.
Bell'in yaptığı işi somutlaştırmanın en iyi yolu, polarize merceklerle yapılan basit bir test. Bu testi ve ardındaki matematiği uzun uzun açıklayan bir video linkliyorum ama eğer o kadar zamanınız veya İngilizceniz yoksa, ben anlatacağım, çünkü bu kadar önemli bir teorinin bu kadar kolayca test edilebildiği ve fantastik sonuçlar verdiği başka bir örnek bulmak zor.
Polarizasyon
Merak etmeyin, dalgalar hakkında uzun uzun konuşmuş olmamızın meyvesini yiyeceğiz. Ve bunu anladıktan sonra Bell'in teorisi üstüne deneyleri anlamamız kolaylaşacak. Üstüne gerçek hayatta işinize yarayacak bilgiler de var.
Su dalgasıyla başlayalım her zamanki gibi. Diyelim ki belinize kadar denize girdiniz ve tam o hizada belinize, su derinliğini gösteren bir cihaz bağladınız. Şu anda sıfırda. İlerden bir dalga size doğru geliyor. Yaklaştıkça suyun derinliği artacak, dalganın zirve noktasın size ulaştığında cihaz en yüksek değerini alacak, sonra düşecek. Dalganın dip noktasında da, su belki ancak dizlerinize geliyorken, bu gösterge negatif değer alacak. Dalga ilerlerken, su o harekete dik bir şekilde, aşağı yukarı hareket ediyor, siz de o eksendeki hareketi ölçtünüz. Polarizasyon işte bu hareketin eksenidir, yani su dalgası dikey polarizedir. Gerçekte su moleküllerinin yatay bir hareketi de var ama o kadar karıştırmayalım.
Elektromanyetik dalgada da aynı mantık var. Ama işler biraz daha serbest çünkü su gibi bir yüzeye bağlı değiliz. Dalganın ekseni rastgele olabilir, onu 180 derece oynatabilirim. Bu ekseni ne belirliyor? Dalgayı yaratan elektrik yükünü hangi yönde hareket ettirdiğim. Aşağı yukarı hareket eden elektronların yarattığı dalga ekseni başka, sağa sola oynayanlarınki başka olacak.
Şimdi suda yaptığımızın aynısını yapalım. Bir elektromanyetik dalganın yolu üstünde duralım. Göbeğimize de bu sefer bir elektron bağlayalım. Dalga bize yaklaştıkça, etrafımızdaki elektrik alanı yavaş yavaş değişmeye başlayacak. Zirve noktasında bu alan en yüksek değerlerine ulaşacak, sonra yavaşça azalıp negatif değerler edinecek ve bu döngü tekrarlanacak. Dolayısıyla dalganın ekseni dikeyse, göbeğimizdeki elektron önce yukarı çekilecek sonra üstündeki kuvvet sıfırlancak, sonra aşağı çekilmeye başlayacak. Bir yukarı bir aşağı. Yatay polarizasyonlu bir dalgada, bir sağa bir sola çekilecek. 45 derece? Elektron çapraz hareket edecek.
Eğer dersinizi iyi çalışmışsanız diyeceksiniz ki, elektromanyetik dalganın iki bileşeni vardı hani, biri elektrik alanındaki değişimdi, diğeri manyetik alandaki değişim. Ve bunlar da birbirine hep diktiler, aralarında 90 derece var. Öyleyse polarizasyonun yönü hangisini esas alıyor? Elektriği esas alıyor. Elektrik alanındaki dalgalanmanın ekseni dikeyse, polarizasyon da dikey. Gelenek bu, örfümüz adetimiz bu. Manyetik alan yıllardır eşitlik için mücadele vermiş, eşit işe eşit polarizasyon! demiş. Ama manyetik alan, elektrik alanın kaburgasından yaratıldığı için, yerini bilmesi lazım.
Peki ikinci soru: Her gün gördüğümüz ışığın polarizasyonu ne sizce?
Bu hileli bir soru çünkü gördüğümüz ışığın çoğu polarize değil. Güneş olsun, mum ışığı olsun, klasik ampüller olsun, buralarda elektronlar rastgele her yönde titreştiklerinden dalgalar da farklı eksenlerde yayılıyorlar. Polarize bir güneş gözlüğü taktığınızda, sadece o eksende titreşen dalgalar gözünüze ulaşır.
Bu noktada, podcasti en ön sıralarda oturarak dinleyenler diyecek ki: Bu işte bir yanlışlık olmalı. O güneş gözlüğüyle bile ortam yeterince aydınlık. Diyelim dikey polarize bir gözlükse, ve sırf o eksende bu kadar enerji varsa, diğer eksenlerde de bu kadar olmalı, e o zaman gün ışığı kör edecek kadar parlak olurdu.
Bravo. İşin sırrı şurada: Nasıl ki bir yelkenliyi hem arkadan motorla hem de yandan rüzgar ile eşit kuvvette ittirirseniz çapraz gider, burada da mantık aynı. 45 derece polarize olmuş bir dalga, eşit miktarda enerji içeren yatay ve dikey iki dalgadan oluşmuş gibi görülebilir. Yahut dikey bir dalga, -45 ve +45 derecede iki dalganın bileşimi olarak da görülebilir. Sonuçta "dikey" ve "yatay" kelimeleri tamamen farazi, önemli olan aralarındaki açılar.
Dolayısıyla, o polarize güneş gözlüğünüz, kendisine gelen ışıktaki tüm dikey bileşenleri geçirecek. E hemen her eksende dalgalanan ışığın da bir dikey bileşeni var, az veya çok. Bir eksen hariç: Yatay eksen. O yüzden ışıkla merceğin polarizasyonu arasında 90 derece fark varsa, o dalga geçmez.
Zaten tam da bu yüzden dikey polarize gözlük göz kamaşmasını azaltır. Çünkü güneşten gelen o karman çorman ışık, su birikintisi, asfalt veya kar gibi yüzeylerden yansıyınca, yansıdığı yüzeyin ekseninde dalgalanmaya başlıyor, yani yataylaşıyor. Gözlük de bu yansımaların çoğunu bloke etmiş oluyor, ama diğer ışıkları daha az bloke ediyor, dünya yeterince parlak kalıyor. Polarize olmayan mercekler ise böyle seçici davranmak yerine tüm ışığı aynı oranda azaltıyorlar.
Eğer bir merceğin polarize olup olmadığından emin değilseniz, parlak bir yüzeye tutun, sonra yavaşça 90 derece döndürün. Parlaklıkta bir değişiklik olmuyorsa, kazık yemişsinizdir.
Bu arada her polarizasyon derecelerle ifade edilmez. Eğer dalganın bileşenlerinden birini diğerine kıyasla biraz gecikmeye uğratırsanız, bir başka deyişle faz farkı yaratırsanız, dalganın sabit bir ekseni kalmaz, sarmal gibi dönmeye başlar, yani her saniye titreştiği eksen kayar. Dairesel polarizasyon deniyor buna. Animasyonlar Youtube'da gırla zaten ama ben size bir alternatif görselleştirme yöntemi önereyim. Ne de olsa matematik modellerin fiziksel dünyadaki karşılıklarını kendimize ara ara hatırlatmakta fayda var. EM Dalga dediğimiz modelin de fiziki karşılığı, elektrik alanındaki değişimler. Göbeğimize bağladığımız elektron bu değişimlere cevap veriyordu. Eğer dairesel polarizasyon sahibi bir dalganın yoluna çıkarsanız, o elektron da bir saatin kolu gibi sürekli dönecek. Dolayısıyla daire şeklinde bir iletkenim varsa, o iletkendeki elektronlar da bu dalga sayesinde fır fır turlayacaklar.
Hemen bu bilgiyi gerçek hayatta işimize yarayacak hale getirelim: Drone gibi oynak bir şeyde dairesel polarizasyona sahip antenler kullanmak daha iyi. Çünkü dronedaki antenin ekseni sürekli değişiyor, ama sinyal zaten ekseni sürekli değişecek şekilde yaratılmış, o yüzden alıcıdaki elektronları illa ki oynatacak. Dikey polarizasyon kullansaydık ne olurdu? Drone yatay pozisyondayken gönderdiği sinyal, yerdeki dikey alıcı tarafından alınamazdı. Bunun da fiziki karşılığını düşünelim: Dik bir antenin etrafındaki elektrik alanı, yatay kuvvetlerle doluyor ama antendeki elektronların yatay eksende oynayacak yerleri yok, bir akım yaratılmıyor. Dolayısıyla kağıt üstünde yazan o menzil içinde olsan bile "sinyal çekmiyor" dersin.
Öte yandan mesela evdeki wifi router gibi genelde sabit duran, hareket etse dahi hareket ekseni pek değişmeyen cihazlar dikey polarizasyon kullanırlar. Bunun avantajı, enerjiyi 360 derece tüm eksenlere yaymıyorsun, sadece işine yarayan eksende yayıyorsun, o yüzden menzil ve sinyal gücü daha iyi oluyor.
Tamam, şimdi ilkel bir Bell deneyi yapmak için hazırız. Elinize iki polarize mercek veya filtre alın, aynı şey. Dikey yatay vs önemli değil, aynı yönde olmaları önemli. İlk merceği parlak bir alana tutun, ışığın belli bir miktarını geçirecek, geçen ışık da mercek yönünde polarize olacak. Ne kadarının geçtiği önemli değil, ışık kaynağına bağlı orası. Bizim için önemli olan, ışığın ilk mercekten sonra geçirdiği değişim. Şimdi ikinci merceği, 90 derece açıyla ilkinin üstüne koyup öyle bakın. Tüm ışık bloke edilmiş olmalı.
Peki şimdi bu iki merceğin arasına, ikisine de 45 derece açıyla üçüncü bir mercek koyarsak ne olur? Zaten ışığın tamamını 2 mercekle engelliyorduk, daha fazla polarize filtre eklemenin bir şey değiştirmemesini beklersiniz. Olsa olsa daha da karanlık yapar, sonuçta adı üstünde filtre, yani işi ışık eksiltmek. Ama tam tersine, daha aydınlık yapıyor. İlk iki mercek arası 45 derece açı var, dolayısıyla ışığın yarısı geçiyor. E 2 ve 3 arasında da benzer bir durum var, yani o yarısının da yarısı geçiyor. Toplayın: 1'den geçen fotonların çeyreği 3. mercekten de geçip gözümüze ulaşmış oldu. Daha fazla filtre, daha fazla ışık!
Bu arada bu dalga bileşenleri işine kafanız yatmadıysa, foton bazlı da düşünebilirsiniz: Foton, tanım itibariyle, minimum enerjili ışık parçasıdır. Daha ufak olmuyor. Yani dikey ve yatay bileşenlerine ayırmak diye bir şey yok. Dolayısıyla mesela mercekle aynı polarizasyonda bir foton geliyorsa, %100 ihtimalle geçer diyoruz, ona yatay gelirse %0 ihtimalle geçer. Yok eğer ışıkla mercek arasında 45 derece fark varsa, bu fotonun yarısı geçer diye bir şey yok. Foton %50 ihtimalle geçer, %50 ihtimalle takılır. Böyle de bakabilirsiniz olaya. Matematik değişmiyor.
Yalnız foton bazlı bakınca, teknik olarak polarizasyon kavramının yerini spin denen bir özellik almalı. Ama spin, hayal edilmesi imkansız bir şey olduğundan, yani klasik fizikte bir karşılığı bulunmadığından bu bölümün kapısından çevirdim, dön git dedim. Bunu şu yüzden söylüyorum. Dolanıklık veya Bell Teoremi üstüne okuma yaparsanız, deneylerde genelde parçaların spinlerinin ölçüldüğünü okursunuz. Bence siz ne zaman spin lafını görürseniz onu dalga ve polarizasyon olarak hayal edin, rahatlayın.
Ama durun daha işimiz bitmedi. Düzeneğimize daha da fazla filtre ekleyelim. Mesela 1 ve 2 arasına da bir tane koyalım, tam 22.5 derece açıyla. 2 ve 3 arasına da öyle. Toplam 5 merceğimiz oldu. Ne beklersiniz? Deminki senaryodan düz orantı kurarsak, ilk mercekten sonraki her adımda ışığın %75'inin geçmesini. Yani en sonda gözümüze, ışığın neredeyse üçte biri ulaşacak. 3 filtreli versiyonda çeyreği ulaşıyordu. Işık yine arttı. İşin aslı, buraya kadarki kısmı klasik fizikle dahi açıklamak mümkün, hatta ışığı bırakıp buna denk bir düzeneği sallanan bir halat için kurup, onun hareketini de böyle ölçmek mümkünmüş.
Fakat bizim senaryoda daha da garip bir şey oluyor. 22.5 derecelik fark, aslen ışığın %85'ini geçiriyor, 75'ini değil. Düz orantı yok yani. Velhasıl, şimdi 5 mercek sonunda gözümüze giren ışık miktarı %52 oldu.
Bakın 1. ve 5. mercek halen birbirine dikler. Ortamda sadece bunlar olsaydı hiç ışık geçmeyecekti. Ama önce aralarına bir mercek koyup ışığın çeyreğini gördük, sonra iki mercek daha koyup ışığın yarısından fazlasına ulaştık. Belli bir sırada olduğu sürece, daha fazla filtre, daha fazla ışık! Evinizde üç kuruşa yapabildiğiniz ve böyle garip sonuçlara yol açan başka bir deney aklınıza geliyor mu?
Gizli Parametre
Burada çaktırmadan gizli parametre fikrini de test etmiş olduk, en azından basit bir versiyonunu. Diyelim ki bir foton yaratıldığı anda, içinde hangi polarizasyondan geçeceği bilgisi yazılı. Bizim fotonların bazıları ilk filtreden geçme parametresi olanlar. Bunların istisnasız hepsinde, "yatay polarizasyona takıl" parametresi olmalı. Baştaki karanlık senaryomuz. Ama araya mercek ekledikçe ne oldu? Son senaryomuzdaki fotonların en az yarısındaki parametrelerin şöyle olması lazım: "Dikeyden geç, 22.5 derece polarizasyondan da geç, 45 derece, 67.5 derece, 90 derece, Allah ne verdiyse hepsinden geç." Parametreler çelişti.
Fotonun şunu diyor olması lazım: Bu maymunun kurduğu ilk düzenekte ben yataydan geçerim ama son düzenekte yataydan geçmem. Benim hangi düzeneği kuracağımı nereden biliyor, o da baştan yazılmış içinde bir yere?
Bu açıklamanın daha makul bir versiyonu, fotonların içindeki parametrelerin sabit değil, dinamik oluşu. Her filtreden geçiş, onların diğer polarizasyon parametrelerini değiştiriyor olabilir. Peki bu teoriyi nasıl test ederiz?
Birtakım zeki insanlar da demişler ki, biz bir sürü fotonu ardışık merceklerden geçirmek yerine, dolanık foton eşleri yaratalım, hani bir bakıma fotonları kopyalayalım ve her kopyayı, aynı anda birbirinden uzaktaki merceklerden geçirelim. Aynı anda derken, pratikte aralarında nanosaniye farklar olabilir ama aradaki uzaklığımıza kıyasla ufak bir miktar bu. Ve bunu defalarca tekrarlayalım. Ne beklersiniz?
Fotonlar kopya oldukları için, aynı gizli parametrelere sahip olmalılar ve bu parametreler değişmiyor, çünkü her fotonu sadece bir mercekten geçirerek test ediyoruz. Buna rağmen ilk deneyimizdeki kombinasyonları yarattığımızda aynı değerler gözleniyor. Yani mercekler arasında 22.5 derece açı varsa, foton 1'in geçtiği zamanların %85'inde foton 2 de geçiyor. Aradaki açı 45 ise, ilk fotonun geçtiği durumların yarısında ikinci foton geçiyor, aradaki açı doksan ise, ilk fotonun geçtiği hiçbir durumda ikincisi geçmiyor veya tam tersi. Binlerce kez tekrarlayıp aynı istatistikleri her açı için gözlüyoruz. Fakat bu fotonlar mercekler arasındaki açı farkını bilmiyorlar ki. Yani diğer fotonun hangi testten geçtiğini bilmemelerine rağmen, sanki ortada tek bir foton var ve iki ardışık mercekten geçiyormuş gibi, sanki ilk senaryodaki gibi davranıyorlar. E ilk senaryodaki sonuçları da gizli parametre açıklayamadığına göre nedir sonuç?
İlk olası cevap, fotonlar arasında ne olup ne bitiyorsa bu yerel değil, birbirlerini anlık etkiliyorlar.Yani gizli parametreler olabilir ama bunlar fotonlara yerel değil. Bundan zaten bahsetmiştik.
Bu arada, bu izafiyet teorisini yıkmak zorunda da değil. İşin burası biraz yoruma bağlı ve beni aşıyor ama üstünkörü değineceğim. Hakim kuantum yorumu şöyle diyor: Biz bu dolanık fotonları ne kadar ayırsak da ayıralım, bunlar aslında aynı sisteme aitler, aynı dalga fonksiyonunun parçaları. Bir noktada gözlem yapınca, anında fonksiyon çöküyor ve ona bağlı olan tüm parçalarda belli değerler alınmasını zorluyor. Dolayısıyla bu iki fotonu, birbirine ışıktan hızlı sinyal gönderen iki ayrı şey olarak görmektense, bir dalga gibi aynı anda birçok yerde olan tek bir sistem gibi görmek lazım.
Zaten dolanıklığı kullanarak, bir yerden başka yere ışıktan hızlı bilgi aktaramıyoruz. Bu da izafiyetin halen sağlam kaldığını destekleyen bir şey. Bu ilk bakışta inanılmaz gelebilir ama bilgi aktarmanın ne olduğunu bir düşünün. Uzaktaki bir galaksideki fotonu kullanarak, onun dünyada bulunan dolanık eşine nasıl anlık bilgi gönderebilirim? Ölçümler birbirini anlık etkiliyor evet ama sonuçları diğer taraftaki ölçümlerle karşılaştırmam için yine ışık hızında iletişim lazım. Bunu daha hızlı yapmanın tek yolu, uzak galaksideki fotonu, belli bir kuantum durumuna zorlamak ama bunu yaptığım anda aradaki dolanıklık kırılmış oluyor. Dolayısıyla dünyadaki fotonda yaptığım gözlem bana işe yarar bir bilgi vermiyor.
Peki, yerellik meselesi haricinde, konumuzla daha alakalı bir alternatif açıklama da var: Aslında ölçülen fotonlar da onu ölçen sistemlerin durumu da, hep nedensel olarak birbirlerine bağlılar. Yani deminki deneyi yaparken, hangi merceği o an hangi rotasyonda tutacağımı özgürce seçtiğimi sanıyorum ya, hah, aslında o seçimi geçmişte belirlemiş olan bir şeyler var evrende, ve aynı şey, fotonun da tam o an nasıl davranacağını belirlemiş. Dolayısıyla fotonlar arasında ışıktan hızlı haberleşmeye gerek yok, o fotonlar zaten tam o an nasıl davranmaları gerektiğini biliyorlar, çünkü benim de o an yapacağım ölçümler belirlenmiş. Bir başka deyişle, evren, bize komplo kuruyor, sanki yerellik yokmuş gibi bir görünüm sunuyor, ama işin ardında ince bir korelasyon var.
Superdeterminism
Ha, şimdi bu açıklamayı nasıl test ederiz? Bakın hiçbir adımda tatmin olmuyor insanlar, sürekli soruyorlar, "süper fikir ama nasıl test edilebilir" diye.
Aklımıza ilk gelecek metod, uzaktaki mercekleri, birbirinden bağımsız biçimde ve rastgele döndürmektir. Rastgele derken, insan kararına bağlı olmayacak şekilde. Ama bu bizi pek kurtarmıyor. Hava durumunu kullansak mesela, o bile rastgele değil tamamen. Hangi süreci kullanırsak kullanalım, gerçek rastgelelik diye bir şey yoksa, seçtiğimiz her deney metodu, fotonun davranışlarıyla korele olabilir. Hangi deney metodunu seçeceğimiz bile önceden bellidir.
Bunun olasılığını azaltmak için, kozmik bell test denen bir şey bulunuyor. Maksat, merceklerin ne zaman hangi açıyla döneceklerinin kararının sadece insandan bağımsız olmaması, aynı zamanda, deneyin başlangıcından çok önce verilmiş olması. Yani, merceklerin dönüşünü, ta milyarlarca yıl önce uzak galaksilerden yola çıkmış olan ve bize ancak şimdi ulaşan ışıktaki özellikler belirleyecek. O ışığın frekansına göre mesela merceğin o andaki açısını ayarlıyorsun, diğer mercek de bambaşka bir galaksiden gelen bir ışığın o anki frekansına göre kendini ayarlıyor ve tam o sırada dolanık fotonlarımızı bu merceklere yollayıp geçip geçmemelerine bakıyoruz.
Böyle testlerde bile, dolanık parçalar arasındaki korelasyon, Bell Eşitsizliğini bozuyor, ve tam da kuantum teorisinin tahmin ettiği seviyede korele davranıyor.
Test düzeneğini belirleyen o eski ışıklar, ne kadar uzak galaksilerden geliyorlarsa, bu non-locality açıklamasını o kadar güçlendiriyor. Çünkü aksi halde, evrenin taaa o zamanlardan beri öyle bir çalışmış olması lazım ki, o fotonları öyle yollamış olması lazım ki, milyar yıl sonra hayata gelen birtakım insanların ürettikleri bambaşka fotonların polarizasyon özellikleriyle, tam da nanosaniyesi nanosaniyesine, doğru bir şekilde çakışmış olması lazım.
Fakat prensipte dahi test edemeyeceğimiz bir şey var ki, o da süperdeterminizm. Demin bahsettiğim testlerin birçoğu, Bell 1990 yılında öldükten sonra yapılabildiler, modern ekipmanlarla. Ama Bell hayattayken dahi, süperdeterminizmin aşılamayacak bir engel olduğunu kavramıştı. Çünkü bu teori diyor ki, ne kadar geriye gidersen git, ne kadar rastgele ve eski deney girdileri kullanırsan kullan, mevcut kuantum yorumunu asla kanıtlayamazsın, zira tüm olası deneyler ve onların sonuçları arasındaki ilişkiler, ta Big Bang zamanında belli olmuştu bile. Yani evren sadece deterministik değil, en temel seviyelerde ölçüm yapınca, bize sanki rastgeleymiş ve yerel değilmiş gibi gözükecek şekilde determinist. Her deneyde ve en ince detayına kadar. Öyle deterministik olmak ki, kuantum fiziği gibi gözükmek. Süperdeterminizm komplosu işte bu.
Makale: Is everything predetermined? Why physicists are reviving a taboo idea