Hayatın Anlamı: Absürdlük Kardeşliği
(Medium'da okumayı tercih edenler buraya)
Sonunda bir cevap vereceğim ama işe sorunun kendisiyle başlayalım: "Hayatın anlamı nedir?" tam olarak ne demek?
Ben ilk defa bu soruyu sorduğumda, kasettiğim şey "benim hayatımın manası ne?" idi. Aklımda uzay-zaman dokusu değil, kariyerim vardı, ilişkilerim vardı, geleceğim vardı.
Çünkü insan bir noktada, o ana kadar belli belirsiz sahip olduğu "bu hayata önemli işler yapmak için geldim ve elbet hakettiğim yere geleceğim" illüzyonundan kurtuluyor. Doğuştan bir şey haketmediğini, türünün %99.99'u gibi yaşayıp öleceğini anlayınca, daha önce hissetmediği bir aciliyetle pratik seçimlerini sorgulamaya başlıyor. Ve anlıyor ki, o seçimleri ilk yaptığı sıralarda, mesela ilk eğitim kararlarını, ilk arkadaşlık kararlarını verirken, aslen bir seçim falan yapmamış, tesadüflere ve akıntılara kapılıp gitmiş. Hayatı(mı)n anlamını yeterince erken sorgulamış olsaydım, daha akıllı seçimler yapabilirdim.
Neleri seviyorum?
Ne kadar şey biliyorum ki onları sevip sevmediğimi söyleyebilirim?
Nelere yeteneğim var ve nelere yeteneğim olmalı?
En sonunda kafamdaki en baskın, en şişman düşünce baloncuğu "Lan ben n'apıyorum hayatımla?" oluvermişti ve onun ertesini Kariyerinizi Çöpe Atma Rehberi serisinden biliyorsunuz.
***
"Hayatın anlamı nedir" kişisel bir sorudan öte, toplumsal bir soru da olabilir: "Biz topluluk olarak ne yapıyoruz, değer yargılarımız nedir, neleri teşvik ediyor, kimleri yüceltiyoruz?". Kişinin toplumla ilişkisinin zemininin sorgulanışıdır bu:
İçinde varolduğum ekonomik sistem bir bankere 100 milyon dolar kıdem tazminatı verirken, bir kanser araştırmacısı fon bulmakta sıkıntı çekiyorsa, özgürlük ve adalet aslen ne demek?
Dini inancımın ilahi değil de insan yapımı bir sistem oluşu neyi değiştirirdi?
Dogmalarım dünyayı daha iyi bir yer mi yapıyor yoksa sadece kendi grubumun saflarını sıkılaştırmaya mı yarıyor?
Benzer sorularla insanın bir boşluğa düşmesi doğal. Daha ayakta durmasını bilmeden, koltuk değneklerini atmaya benziyor bu. Kimi başka bir değnek buluyor, kimi yere kapaklanıyor, kimi de yalpalaya yalpalaya devam ediyor. Koşuyor demiyorum, yalpalıyor. Çünkü öyle ideal bir "özgürleşme" yok, hepimiz aşağı yukarı aynı sistem içinde yaşamaya devam ediyoruz.
Belki bu sistemleri daha iyileriyle değiştiremeyeceğiz. Daha iyi bir yaratılış hikayesi, daha adil ve verimli bir ekonomi, daha gerçekçi bir resmi tarih... Bunlar kendi ömrümüzde gerçekleşmeyebilirler. Fakat en azından, koltuk değneklerini bırakınca, nereye doğru yalpaladığımıza odaklanabiliriz. Yani kendi hayatımızın ve toplumsal değerlerimizin ötesinde bir anlam arayışına...
***
Bu evrenin manası nedir?
Geçen hafta okuduğum All We Have Is Now yazısından bir kısım:
10 sene içinde ev hayvanınız, 100 sene içinde siz, 1000 sene içinde torunlarınızın, torunlarının, torunlarının, torunları ölmüş olacak.
1 milyar sene içinde Dünya kavrulacak, 10 milyar sene içinde Güneş tükenecek, 100 milyar sene içinde Samanyolu Andromeda tarafından yutulacak.
1000 trilyon yıl içinde tüm yıldızlar ve ışık ölecek. Sonra tüm maddeler, tüm atomlar, tüm protonlar çözülecek. Sonra kara delikler bile kalmayacak.
Eğer koltuk değneklerinizi atmışsanız, bunların dışında bir şey olacağını beklemek manasız. Bu filmin tek bir sonu var, o da “heat death of the universe”.
Vaziyet buyken, bırak kariyerimi, bırak memleketin halini, yahut Dünya'nın kaderini, evreni anlamanın bile ne manası var? Bölüm sonu canavarının sorduğu soru bu.
Kimsenin buna "kesin" bir cevabı yok. Benim yolum bu "şikayeti" çözmek değil, şikayet edebilmenin bile ne kadar inanılmaz bir şey olduğunu düşünmek. Hikayeye bakın:
Dev yıldızların göbeğindeki füzyon kazanlarında çeşit çeşit element yaratılıyor,
bunlar galaksinin tamamı kadar parlak süpernova patlamalarıyla etrafa saçılıyor,
ışık yılları ötede bambaşka yıldızların yörüngelerinde bir gezegen olarak şekilleniyor,
meteor darbelerinden fırsat bulduğunda karmaşık moleküller oluşuyor,
ve milyarlarca yıl sonra 80 kiloluk bir molekül yığını,
kendi yaptığı teleskoplar aracılığıyla bir zaman yolculuğuna çıkıyor.
Çok uzaklarda doğduğu yerleri ararken, ve başka milyon tane şeyi merak ederken, birden neden merak ettiğini de merak etmeye başlıyor. Ve teleskopu da, mikroskopu da yerine bırakıp kendine bir içki koyuyor.
Bu müthiş bir şey. Kendi dertlerinin yahut türlü türlü izmlerin kaplarından taşan bu element yığınları için geri dönüş yok. İmamların ezberlerinde, hükümetlerin tarih kitaplarında olmadığı gibi, teleskopların ve mikroskopların ucundaki evrenlerin köşelerine yazılmış bir anlam yok. Bir amaç arayışımız dahi, salt bu varlığımız dahi absürd.
***
Gelelim benim sırrıma: Bu absürdlük beni neşelendiriyor.
Gereğinden fazla gelişmiş bir beynin kurbanı olan tüm element yığınlarına, aynı absürdlüğü paylaştığımız için asgari bir sempati besliyorum. Sonsuz bir okyanusun ortasında kalmış ufak bir sal üstünde, karayı gördüklerini iddia eden ve her biri kendi karasına doğru yol aldığını sanan binbir türlü insanla, kara diye bir şey olmadığını ve ilerlemediklerini düşünenlerin, hep birlikte dalgalanmaları. Bazısı bir yelken yapıp daha da hızlı ilerlemeyi hayal eder, bazısı o yelkeni süslemeyi. Bazısı atlamayı ister, bazısı da kendiyle birlikte tüm salı batırmayı.
Madem hayal edebilecek en siyahtan da siyah, en sessiz boşluktan da sessiz bir sonumuz var, bari hayattayken bu absürdlükten zevk almalı. Yelkende (evreni keşfetmek), üstündeki süslerde (yaratıcılık ve estetik), içini dolduran rüzgarın tatlı sesinde (hayatın bayat zevkleri), aşağı düşenlere uzatılan can simitlerinde (empati) mana bulmak yeterince güzel. En güzeli de, yolculuğun kendisini, en temeldeki bu absürdlüğü kutlamak.
Etrafımızdaki uçsuz bucaksız deniz ortak bir düşman, kara arayışı ortak bir ihtiyaç, yanlış rotaların hayalkırıklıkları ortak bir kader ve bu yoldaşlığımızdan doğan sempati, hayatıma tatlı bir melankoli katıyor. Her şeyden sıkılabilirim ama bundan değil.
Dün vardık, bugün varlığımızın farkındayız, yarın da belki onunla barışırız.