Eşitlik ve Ötesi 1: Antik Dünya'da Kadın Olmak ve Mülkiyet
Aslında yazı sadece eşitlik kavramı hakkında değil ama takdir edersiniz ki “Sparta’da gavatlık ve pozitif ayrımcılık” diye başlık atsam -ki bu konular var- kimse ciddiye almazdı. Alır mıydınız yoksa?
İlk işimiz, farklı eşitlik çeşitlerini ayırmak:
Hak eşitliği: Mülkiyet, oy, boşanma, miras, Kolezyum’da aksiyona yakın koltuklarda oturabilmek.
Fırsat eşitliği: Kadın olarak doğdunuz diye, siyasetçi veya fizikçi olmanız önünde yapay bir engel olmaması.
Sonuç eşitliği: Siyasetçilerin veya fizikçilerin illa en az yarısının kadın olması.
Kronolojik sırayla gidelim ama önce anarşist lobisi sponsorluğunda bir reklam:
Mülkiyet, hırsızlıktır.
-Proudhon
Mülkiyet
Bugün artık hak eşitliğini tartışan kalmadı. Genel olarak demokrasiyi sevmeyen, “Reis bizi bir gece ansızın Viyana’da diskoya götür” diyen çok ama kadınları ayırıp “sadece onlar oy kullanamasın” diyen yok artık. Bu oldukça yeni bir durum.
Aslında “temel hak” anlayışı yeni bir durum. Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi dediğimiz şeyi BM 1948’de onaylıyor. Aranızda 1948’de hayatta olanlar bile olabilir. (70+ demografisinde Türkiye blog pazarını domine etmeye çalışıyorum, hepinizin emeklilik ikramiyelerine konacağım.)
Ama evrensel olmayan, yani belli bir kesime has olan hakların tarihi çok daha eski. Bunların en eskisi de mülkiyet hakkı.
***
Her toplumda mülkiyet kavramı yoktu ama olan yerlerde kadınlar hep geri kaldılar. Mesela New York’lu kadınların, miras yoluyla mülk sahibi olabilmesini sağlayan yasanın tarihi 1848. Her insana özgürlük vaadeden, “yaradılanı yaradandan ötürü severiz”in alternatif bir versiyonunu barındıran ABD anayasasından 70 sene sonrası bu. Hem de sadece New York’ta. Ve daha oy veya boşanma hakkı yok.
İngiliz kadınlarının mülk sahibi olmasıysa 1882'de mümkün oluyor. Atatürk doğduktan sonra yani. Tapuda bir kadın ismi olmasına, Magna Carta'dan 670 sene sonra anca sıra gelmiş.
(Bu arada Magna Carta’yı ben de çoğunuz gibi bir anayasa olarak öğrenmiştim ama değil. Anayasa dediğin sıradan insanı ilgilendirir; Magna Carta’nın ise senin benim gibi ölümlülerle bir işi yok. Kral, kilise ve feodal lordlar arasında bir anlaşma. Ne anlaşması? Halkın kalanını daha rahatça, daha koordineli biçimde söğüşleme anlaşması. Ama bir istikrar getirdiği için, bu bile bir gelişme.)
***
Asıl bomba ise şu: Bahsettiğim 19.yy yasaları sadece evli kadınlar için geçerli. Bekar kadının toplumsal statüsü, endüstri devrimi sonrası bile yok.
Alt sınıflar bekar olabilirler, hatta orospuluk dahi yapabilirler ama düzgün bir ailenin kızı 18 yaşında evlenmiş olmalıdır. Ne de olsa Victoria Dönemi bu; katı bir ahlakçılık hakim. Peki bu hep böyle miydi?
Antik Yunan’da Sıradan Bir Kadın Olmak
En önemli ve en liberal Yunan şehir devleti olan Atina'daki “özgür” kadınların durumu:
Öncelikle ananız babanız bir erkek çocuk istiyorlardı, yani doğuştan onları hayalkırıklığına uğrattınız. Çünkü kız çocuk, ekonomik yük demek.
Ev dışında bir yaşamları, bir çalışma imkanları yok.
Mülk sahibi olmaları imkansız
Tek başlarına sokağa çıkamıyorlar, refakatçi lazım.
Her halükarda, sokağa çıkınca örtünmek zorundalar.
Evde de rahat yok. Birileri misafirliğe geldiği zaman, kadın erkek ayrı odalarda oturuyor. Haremlik selamlık.
Okula gitme imkanı yok. Bizim anladığımız anlamda genel bir okul zaten yok da, kadınlar herhangi bir akademiye de giremiyorlar. Bu geleneği Epikürcülerin bozduğunu Felsefenin Öyküsü’nde görmüştünüz.
Normalde kadınlar ve erkekler toplu halde takılamıyorlar ama festival zamanı buna bir istisna. Yani ironik biçimde, dini festivaller, kadınların en eşit olduğu ve serbest olduğu zamanlar.
Kızların 13-14 yaşında evlenmeleri normal. Adet görüyorsun, kısa bir süre sonra baban yaşında bir adamın karısı oluyorsun. Bazı durumlarda çok daha ufak yaşta evleniliyor. Bu adet asırlarca devam etmiş, ta Roma’da Augustus zamanında kanunen bir alt limit belirleniyor. Ne biliyor musunuz 12.
Evlenince kocanın malı oluyorsun. Şarap içti diye karını öldürebilirsin mesela. Bu sık olmuyor, insanlar sonuçta birbirlerini seviyorlar felan fişmekan, ama olduğu zaman da gayet normal karşılanıyor. Bir kamu davası filan yok.
Evlenirken aşk meşk hikaye. Aileler arası stratejik bir anlaşma yapmak için bir araçsın. Bunu yapamadığın sürece ailene net zararsın, zira ailen çeyiz vermek zorunda. (Evet, çeyizin yönü ters, “kızımızı bundan sonra sen besleyeceksin, bu da sermayen olsun” ödemesi bir nevi.)
Batı Medeniyeti’nin beşiğinde bildiğin Vahhabi rejimi var anlayacağınız. Bu arada, bu maddelerin kaynağı, The Other Side of History audiobook’u. Herkese tavsiye ederim. Mısırdan başlıyor ve krallardan ziyade, sıradan insanların günlük yaşamlarına odaklanıyor. Audible’da genelde yeni kayıt olanlar için bedava bir deneme süresi oluyor, o süreçte indirin audible app’ine. Deneme süresi bitse bile kitap sizde kalıyor. Ben Audible’ı sevdiğim için aylık 7-8 dolar verip üye oldum. Netflix’ten ucuz.
***
Ama istisnalar da olmuyor değil: Atina'da kadın olacaksanız -hani bazılarınız astral seyahatla sağa sola gidip Kleopatra filan oluyor ya- mutlaka bir hetaria olun. Sıradan orospuların aksine, geyşa benzeri, eğitimli eskortlar bunlar. Seçkinlerle takılıyor, enstrüman çalıp, erkeklerle siyaset, felsefe tartışıyorlar (aman yarabbi!). Sadece onların refakatçi olmadan şehirde dolanma hakları var. Ve yine sadece onlar şarap, muhabbet ve bazen de orji geceleri olan sempozyumlara katılabiliyorlar kadın başlarına. Yoksa saygın bir kadının veya sıradan bir orospunun bu sosis partilerine katılmaları yasak. Victoria Dönemi’ndeki gibi, sosyal statünüz arttıkça, bu beklentiler de artıyor.
This. Is. Spartaaaa!
Atina’nın en büyük rakibi ve ideolojik zıddı olan Sparta’da ise işler epey farklı. Militer bir devlet olduğu için daha da baskıcı olduğunu tahmin edersiniz, değil mi? Lakin kadınların haklarına bakın:
Mal mülk sahibi olabiliyorlar.
Belli bir askeri ve entelektüel eğitimden geçiyorlar.
Tarlaları işletebiliyorlar.
Mal alıp satabiliyorlar.
Boşanabiliyorlar
“Geç” evleniyorlar. 18 yaşında yani.
Kocaları da genelde onlara yaşça yakın oluyor.
Kocaları ölürse dul dul oturmak yerine yeniden evlenebiliyorlar
E bunların ikisi de Yunan şehri değil mi? Aynı genler, aynı dil, aynı mitoloji... Öyleyse niye bu kadar fark var?
***
Fark çevresel şartlar: Spartalı erkekler sürekli savaştalar ve sayıları az. Gerçekçi gözüken bir belgeselde izlediğim kadarıyla sadece 300 tane vardı bunlardan (gerçi karın kaslarını da sayarsanız toplam 1800 ediyor.) Ama tarihçilere göre, MÖ 5.yy’daki zirve noktasında, özgür vatandaş sayısı 25-35 bin imiş. (Unutmayın, kadın vatandaş sayılmıyor.) Aşırı seçkin, kapalı, kan bağını yücelten bir grup olduklarından, bir stadyumu dahi doldurmuyorlar. Atina’nın özgür vatandaş nüfusu ise bunun en az iki katı.
Ve Atinalıların aksine, Spartalılar köle tarımına bağlılar. Çünkü Spartalı erkekler için tek bir kariyer seçeneği var: Askerlik. Yani sanata yeteneğim var diye ressam olamıyorsun, basit bir hayat istiyorum diye çiftçi olamıyorsun, illa kılıç kalkan. Bu yüzden zamanla köle çiftçi nüfusunun Spartalıya oranı yükseliyor. Zaten bu nüfus krizi ve köle ayaklanması paranoyası, Sparta siyasetini ve kültürünü yönlendiren temel faktör.
***
Tüm bunların bizim için manası şu: Spartalı kadınların boş boş evde oturma “lüksleri” yok.
Kocan sefere gidiyor, 3 sene 5 sene ortada yok. Belki ölmüş kalmış bir yerlerde, bilmiyorsun da. Kadının işleri idare etmesi, sadece ev kölelerini değil, üretim yapan köleleri de idare etmesi bir zorunluluk. Kültür bu yönde gelişiyor ve kadınlar daha serbest oluyorlar.
O kadar ki, Aristo, Spartalı erkeklerle dalga geçer, "sizi kadınlarınız yönetiyor" diye. Düşün, Leonidas gibi bir kralın soyundan gelenlerin “erkeklikleriyle” dalga geçiyorsun. Zeus çarpar.
Tabii kadınların mülk sahibi olabilmesini dalga geçilecek bir şey olarak görmesi bizim için daha komik tabii. Muhtemelen tarihin en müthiş 2-3 zekasından birinden bahsediyoruz ama herkes çağının ürünü sonuçta. Aristo, tıpkı kölelik konusunda yaptığı gibi, bu konuda da sonuçları ve sebepleri karıştırmış.
***
Biraz daha açayım: Aristo, kölelik müessesesinin ahlakını masaya yatıran ilk insanlardan biri. Mantığı aşağı yukarı şu: “Bu adamların hepsi eğri büğrü, salak ve ahlaksızlar, resmen köle olmak için yaratılmışlar, herkes doğanın kendine biçtiği rolü oynuyor”. Antik dünyada birçok farklı çeşitte kölelik vardı ama kendine başına yaşayan ve efendisinin vekili olarak kendi işini idare eden yüksek statülü kölelerden değilseniz, muhtemelen iş gününüz 18 saat civarıydı. 18 saat hazır ve nazır olan, olmazsa sürekli dayak yiyen, kötü beslenen, eğitim almayan, hakkı verilmeyen birinin, salak olmamasına, hırsızlığa yönelmemesine, eciş bücüş olmamasına imkan var mı?
Statükoyu, doğa kanunu olarak açıklamak tarih boyunca çok yaygın olagelmiş bir davranış. Aristo da bu konuda kendini iyice ikna etmek için “bilimsel” gözükerek, insanları iki sınıfa ayırır: Doğal köleler ve diğerleri. Doğal köleler, bir efendi bulamazlarsa mutlu olamazlar, ne yapacaklarını bilemezler. Yani kölelik üstü kapanması gereken bir yanlış değil, bilakis, kölelerin kendileri için iyi bir şey.
Madalyonun diğer yüzüne bakarsak, doğal köle olmayan bazı insanlar da fakirlik veya savaş yüzünden köle durumuna düşebilirler. Bunlar erdemli olmaya yetisi olan ve şartlar el verdiği ölçüde özgürleştirilmesi gereken kişilerdir.
Yani Aristo’ya göre dünya adil bir yer olsaydı:
Tüm “doğal köleler” resmen köle olurdu
Ve sadece onlar köle olurdu.
***
İşte köleliği rasyonalize etmek için kullanılan tüm bahaneler, kadınların haklarını açıklamak için de kullanılıyordu.
Kadın, eve hapsolduğu, çalışmadığı ve eğitilmediği için yüzeysel, aklı havada, para pul işlerinden anlamayan bir varlık değil. Aksine, öyle bir varlık olarak yaratıldığı için eve hapsolmuş, iş ve siyaset hayatından men edilmişti. Üstelik, nüfusun yarısını böyle dar bir kutunun içine koymak, aslında o insanlara iyilikti. Yoksa efendisiz bir köle gibi, ne yapacaklarını bilemezler.
Hatta Aristo, kendi döneminde gerçekleşmekte olan Sparta’nın çöküşünü de, kadınların bu kadar söz sahibi olmasına bağlar. Halbuki bugün biliyoruz ki, Sparta’yı çökerten şey, padişahların zevke ve sefaya düşkünlükleri, kapitülasyonlar ve asırlarca birbirlerine kız alıp verdikleri Helotlarla aralarına sokulan nifak tohumlarıdır.
Sparta’da Gavatlık, Godoşluk ve Türevleri
Godoşluk ve gavatlık arasındaki farkı bilmesem de, tarihçi Plutark’ı az çok biliyorum. Aktardığı bir anekdota göre, Leonidas, Perslere karşı meşhur direnişini yapmak için Thermopylae’ye yola çıkmadan hemen önce, karısı Kraliçe Gorgo endişeyle sorar:
“Yokluğunda ne yapayım?”
Leonidas, taşaklarını tartıdan kaldırdıktan sonra cevaplar:
“İyi bir adamla evlen ve iyi çocuklar büyüt.”
***
Bu bir istisna değildi. Nüfus krizinin etkisi yüzünden olsa gerek, özellikle yaşlı erkekler, halen doğurgan olan karılarının genç erkeklerle beraber olmalarına izin veriyorlardı.
Zaten doğan bebeklerin de neredeyse yarısı 5 yaşından önce ya ölüyor (geçen yüzyılın başına kadar bu oran sabit kaldı, bugünse birçok yerde %1 altı) ya da öldürülüyordu (sakat doğan çocukları dışarda bir yere bırakır giderlerdi.) Dolayısıyla doğurgan bir kadının doğurmaması veya erkeğin bunu engellemesi, resmen bir ulusal güvenlik sorunuydu. Bunun bir sonucu olarak, kültür de bunu ahlaksızlık olarak etiketlemişti. Yani bizim godoşluk dediğimiz de onlar için vatanseverlik ve erdem idi.
Spartalı kadınların daha çok hakları vardı ama paradoksal olarak, Atinalılara kıyasla, neredeyse devletin malı idiler: Asli görevleri Sparta’ya savaşçı yetiştirmekti. “Canım çocuk yapmak istemiyor” diyemezlerdi. Tıpkı erkeklerin “canım askerlik yapmak istemiyor” diyemedikleri gibi. Yani özgürlük ve hak arasındaki ilişki o kadar basit değil.
***
Doğum zorunluluğundan konu açılmışken ekleyeyim: Şansına geçen gün Viyana’da bir müzede Velazquez’in “Infant Margarita Teresa” resimlerine bakıyordum. Habsburg Hanedanı’nı birleştirmek için, zamanı gelince Avusturya İmparatoru ile evlenmesi kararlaştırılmış. O yüzden İspanya’dan fotoğraf yollar gibi ara ara tablo yolluyorlar Viyana’ya, “kızımız sağlıklı biçimde gelişiyor” diye. Velazquez de saray fotoğrafçısı rolünde yani.
Neyse, sonunda 15 yaşında evlenmiş hatun. Benim ananem de o yaşta evlenmiş ve ilk çocuğunu 16’sında doğurmuştu. İkinci çocuğunu da 6 sene sonra, 22 yaşında. Lakin Margarita 22. yaş gününü görememiş, çünkü tam 7. hamileliğinde -4 çocuğu varken- hastalanıp ölmüş.
Sparta devleti ile doğurgan bir kadın arasındaki ilişkiyi andırırcasına, kızcağız, hanedanlık tarafından bir kuluçka makinesi olarak kullanılmış. Tek görevi tahta varis üretip yetiştirmek. Kağıt üstünde imparatoriçe ama hayata bak. Daha üniversiteden mezun olmadan 7 kez hamile kaldığınızı düşünsenize...
Bu bölümü burada noktalayalım. İkinci bölüm modern savaşlar, doğum kontrol hapı, evrim, fırsat eşitliği, kampüs aktivizmi ve az biraz da gelecek hakkında.