Aşkın Metafiziği
Filozofların huysuz dayısı Schopenhauer, bu kısa eserinde şu tezi savunuyor:
Aşk iyidir hoştur ama ona çok anlam yüklemeyin, hele hele mutluluk ile karıştırmayın. Aşk, bizi kandırmak için kullanılan bir araçtan ibarettir. Bu aracı kullanan şey iradedir (arzu, tutku, yaşam gücü gibi başka anlamları da var), tek amacı da hayatın çoğalmasıdır. Çoğumuz bunların farkında olmadan, bir eş seçimi yaptığını sanar, kendi hikayelerine inanır.
***
Evrimsel psikoloji, bilinçaltı, psikanaliz gibi kavramlardan haberdar olan bizlerin bile "aşk için ölmeli aşk o zaman aaaaaaşk” naraları attığımız düşünülürse, 1800’lerin başında bunları yazmak müthiş olay. Adam zamanının o kadar ötesindeki, yarım yüzyıl sonra Darwin, Descent of Man kitabında kendisine atıfta bulunmuş.
Aşk hakkındaki bu düşüncelerin altında birkaç ayrı kavram yatıyor:
Kant’ın metafiziği
Budizm ve birlik
Evrim (Türlerin Kökeni daha yayınlanmamıştı ama herkes Lamarck’ın teorisini biliyordu)
Felsefenin Öyküsü’nde sırası gelince bunları uzun uzun yazacağım zaten, burada kısa geçeyim:
Kant’a göre, duyularımız (renk, ses) ve anlayışımızın (uzay-zaman, nedensellik) sınırları yüzünden şeylerin gerçek doğalarını algılayamayız. Onların gölgelerini algılıyoruz sadece.
Schopenhauer bunu kabul ediyor. Ama asıl gerçekliğin, “şeyler” diye birbirinden ayrı nesnelerden oluşmadığı, aksine her şey bir olduğunu düşünüyor. Algıladığımız şeyler, o bir’in farklı tezahürleri.
Fakat bunları, elele tutuşup We Are the World söylemek için anlatmaz. “Bir” dediği şey, hayata gelip çoğalmaktan başka bir amacı olmayan, bilinçsiz bir istektir (“irade” dediği şey). Ve her şeyin bir olması demek, bu istek yüzünden evrende yaşanan tüm acının, yokoluşun, mücadelenin, bir tür özyamyamlık olması demektir. Bu gayet kötümser bir duruş aslında.
Bu fikirleri modern terimlerle anlatmaya çalışayım: Her yanımızı saran fizik kuralları sonucu (quantum field theory?), bazı yapılar kendilerini tekrar eder hale geliyor (hayat). Schopenhauer’a göre, hayat çok özel veya kutsal bir durum değil, aksine, gerekli mekanik koşullar oluştuğu sürece hayat kaçınılmaz. Evrim sürecinde, bu yapıların çoğalma stratejileri farklılaşıyor. Mesela insan denen kendini tekrar yapı eşleşmeye programlı (genetik, bilinçaltı). Bunu yaparken de kendi bilincini kandırmak ve özgür irade illüzyonunu sürdürmek için anlattığı hikayelerden biri de aşk.
Yani Schopenahuer ask denilen şeyin hissiyatını (fenomenini) reddetmez, hatta bundan zevk almaya da karşı değil. Ama aşkın mistisize edilmesine ve fazla yüceltilmesine karşı.
***
True Detective’in ilk sezonunda, Rust karakteri bir çok sahnede Shopenhauer’i seslendiriyor asında (“felsefi olarak realistim ama pratik anlamda pessimist”). Aşağıdaki kısa sahnede, ortağının karısıyla konuşuyor. Ortağının -ki kendisi sözde Hrıstiyan, iyi aile babası- başka bir kadınla ilişkisi ortaya çıkınca, “çocuk yapmanın ötesinde, bu işin bu kadar uzun süre yürümemesi zaten normal, ne bekliyorsun ki” demeye getiriyor:
***
Bu noktada bir iyi, bir absürd, bir de tartışmalı tespiti var filozofumuzun. Hangisi hangisiymiş, siz karar verirsiniz:
Aşk temel bir dürtüyse niye herkese aynı çekimi hissetmiyorum? Ya da antik aptalca dilinde sorarsak, “niye herkesten aynı elektriği alamıyorum?”. İnsanlar eksikliklerini tamamlayacak şekilde eşleşirler, çünkü İrade belli bir ideali korumak ister. O yüzden uzun insanlar kısalarla eşleşir ve idealden fazla sapılmaz. (Evrim fikrini kabul edip, bizim bugün tanıdığımız doğal seçilime bu kadar ters bir tespit yapması normal sayılabilir, ama hiç mi kendi çevresindeki örneklere bakarak bu teorisinin yanlışlığını görmemiş).
Aşk ile mutluluk tamamen ayrı şeyler ama kültürümüzde özdeşleştiriliyorlar. Evlenip çocuk yapınca aşkın amacı biter ve insanın karar verme mekanizması üstündeki köreltici etkisi azalır. Dolayısıyla bu insanlar bir anda, hayatlarının kalanını, onlara tamamen uyumsuz insanlarla geçirecekleri gerçeğiyle yüzleşirler. Bu mutsuz bir hayattır. Ancak çok şanslı kişiler, hem aşk açısından uyumlu, hem de rasyonel açılardan uyumludurlar ve mutluluğu yakalarlar.. İnsanın işini bu şansa bırakması aptallık.
Eugenics. Plato’nun Devlet eserinde dile getirdiği eugenics fikri fena değildi. Tüm aptalları ve işe yaramazları kısırlaştırırsak (veya en azından sadece birbiriyle çiftleşmelerini sağlarsak), en asil karakterleri erkeklere de en zeki ve yetenekli kadınlardan oluşan ufak haremler verirsek, Plato’nun hayal ettiği yönetici-filozof kastını elde edebiliriz. Bu kastlasma kısmen yaşanıyor (sosyal statüler arası evlilik nadir) fakat sosyal statü, asil karaktere ve zekaya denk gelmediği için, mevcut sistem eugenicse göre çok verimsiz.
***
Son bir gözlem yapayım: Türün “iradesi”nin, bireyi etki altına alırken uyguladığı yöntemi tam çözememiş olması, bu boşluğun doğu mistisizmi tarafından doldurulmasına yolaçmış bence. Bu adam 100 sene sonra yaşasaydı, yani bu kısa eseriyle Darwin’e, Freud’a, Wagner’e ilham vereceğine, onların dünyasında büyüseydi, muhtemelen Budizm’e yine referans verirdi ama onu bir kaynaktan ziyade, bir analoji olarak kullanırdı.