Eş Seçimi #1: Evlilik Müessesesine Neden Karşıyım
Evlilik: Çiftler arasında uzun vadeli bir anlaşma, şartları kişilere kalmış.
Evlilik müessesesi: Devletin bu anlaşmaları bir standarda sokması, onları onaması ve o vatandaşlara ayrıcalıklı bir statü tanıması.
Ben ikincisine karşıyım, ilkine değil. Bugün “evlilik” kelimesini kullanırken, bunun torba bir terim olduğunu pek farketmiyoruz. Bireysel anlaşma, kültürel norm ve devletin otoritesi kavramlarını aynı torbada çalkalayıp, ortaya çıkan bulamacı tek bir şeymiş gibi görüyoruz.
O kadar evrensel bir bulamaç ki bu, Endonezya Devleti’nin resmileştirdiği bir eş seçimini, ufak bir bürokratik işlemle, Dünya’nın diğer ucundaki Kanada Devleti’ne tanıtabiliyorsunuz. Paradan bile kolay seyahat edebilen tek kültürel icat evlilik olsa gerek.
***
Devletin bu işlere burnunu sokmasının tarihsel bir mantığı var. Bekarlar, özellikle de bekar erkekler, toplum için sorun oluyorlar:
Ondan bundan çocuk yaparlarsa önce namus, sonra miras kavgaları başlıyor.
Hem kendileri, hem de babasız büyüyen çocuklar suça daha meyilli oluyorlar.
Devrimlere, isyanlara daha meraklı oluyorlar.
O yüzden merkezi iktidarların gücü arttıkça, insanları evlendirmeye ve bu işi ehliyet gibi belli bir standarda tabi tutmaya yöneliyorlar.
Bu yönelime salt ekonomik açıdan bakabiliriz: Evli çiftlere tanınan maddi kolaylıklar (az vergi, kredi imkanları, vs), bekarların evlileri sübvanse etmesi demek. Üstelik çocuk bakımı yardımı buna ek. Ayrıca boşanmaya karşı da teşvikler var: Nafakanın ve servet bölüşümünün tek rolü çocuk bakımı değil, herkesi -ama özellikle erkekleri- evli kalmaya itmek.
Lakin benim asıl ilgimi çeken yanı işin kültürel yönü: Devletlerin resmi evlilik tanımları, tarihsel nedenlerden ötürü, ahlaki/dini bir yargıyı da beraberinde getiriyor. Yani devletin onayladığı bir çift “ideal vatandaşlar” oluyor. Bu da birkaç nesil içinde, kaçınılmaz olarak bekarlığa karşı önyargılara ve ayrımcılığa neden oluyor.
Tarihsel Bir Bakış
Bugün Hrıstiyan ülkelerin çoğunda kilise düğünleri epey yaygın. Sabah belediyede devletten izin alıyorsun, öğlen kilisede papazdan, akşam da yiyip içiyor, 30 bin dolarlık düğün faturasını hafızandan silmeye çalışıyorsun.
Devlet ile Kilise’nin bu merkezi rolünün kafamıza kaktığı görüş şu: “Evlilik işinin tek bir doğrusu var, insanlık tarihinin başından beri değişmeyen kadim bir gelenek, ve o doğruyu da biz biliyoruz, sözümüzden çıkmayın”. Halbuki insan hayvanının ilişki kavramı, değişik uzay-zaman koordinatlarında epey farklılık göstermiş:
Sümer’de bir erkek, başkasıyla evli bir kadınla basılırsa, ikisinin de cezasını aldatılan koca veriyor (idam veya af) ve ikisi de aynı cezayı almak zorunda.
Kızılderililer, özellikle aile içinde karı ve koca paylaşımı yapabiliyorlar (Apaçi baldız fantazisi)
Eskimolarda evli bir kadın, komşu gruptan bir erkekle beraber olursa, iki erkek birbirlerine “diğer ben” anlamına gelen bir sözle hitap ediyorlar. Bu pratik sayesinde gruplar arası savaşlar azalıyor.
Inkalarda, bürokratların statülerine oranlı olarak alacakları cariye sayısı kanunen belirlenmiş. Yani cariye sayısı, kafadaki kuştüyü sayısı gibi, resmi bir statü göstergesi.
İslam öncesi Ortadoğu’da kadınlar kocalarından geçici olarak ayrılıp daha zengin ve saygın bir erkekten çocuk yapabiliyorlardı. Daha sonra bu çocuklar, kocanın çocuklarıymış gibi muamele görüyorlardı.
İslam’dan sonra bu pratik bitti ve erkeklere yönelik bir poligami serbest oldu. Ama pratikte poligami nadirdi, çünkü birden fazla kadını ve çocuklarını besleyecek kaynak yoktu.
Kültürleri birbiriyle kıyaslamayı bırakıp, Hristiyanlığın geçirdiği değişime bakalım:
İlk yüzyıllarda, dindar Hrıstiyanlar evlilik yaşantısını ve cinsel istekleri reddetmeyi yüceltiyorlar, tıpkı daha eski Hindu ve Budist geleneklerindeki gibi. Bu görüş zamanla zayıflasa da, 10.yy’a kadar, evlilik törenlerinin kilise ile alakası yok, özel anlaşmalardan ibaretler. Ancak ta 13. yy’da papazlar evlilik törenini idare eder hale geliyorlar. Tam 1200 yıl sonra yani.
16.yy’da Protestanlar, Katoliklerin evlilik anlayışına karşı çıkıp, bunun dinle ve Tanrı ile alakası olmadığını savunuyorlar. Bugünse, ABD’deki dindar Protestanlar 180 derece dönüş yapmışlar, evliliği bir erkek ve bir kadın arasındaki kutsal bir birliktelik olarak görüyorlar. Evlilik dışı bir ilişki yaşayan insanların siyaset hayatı çat diye bitiyor mesela (Trump dışında).
Öte yandan bu Protestanların Avrupa’daki kuzenlerine kıyasla zamanında çok tutucu kalan Katolikler, Berlusconi’nin seks partilerine alışmışlar. Madame Bovary’nin yazarı Flaubert’in, romanda eşini aldatan birilerini yazdı diye mahkemelere çıktığı Fransa’da, sadece 100 sene sonra, herhangi bir politikacının evlilik dışı ilişki yaşaması gayet normal.
***
Bu komik çelişkiler yumağı, bu hızlı değişimler, evlilikten beklentiler için de geçerli. Eskiden evlilik ekonomik bir ittifaktı. Dolayısıyla “aldatma” diye bir şey yoktu. Kimse kimseye, “hayatımın sonuna kadar sadece senin tenine dokunacağım, aynı yastıkta kocayacağız” diye söz vermiyordu ki.
Elde edemeyeceği bir kadına duyduğu yoğun tutku yüzünden -250 yıllık spoiler geliyor- intihar eden birinin hikayesi olan Genç Werther’in Acıları’nı, 1800’ler yerine 1600’lerde okuyan bir Avrupa soylusu, muhtemelen ya gülüp geçer ya da iğrenirdi.
Fakat feodalizm zayıfladıkça ve şehirleşme arttıkça, yani eski evlilik anlayışının ekonomik ve siyasi ayakları koptukça, bu yeni romantik cila iyice parladı. Tutku, aşk, arkadaşlık, rıza, ölene kadar sadakat, vs, hep bu “evlilik” pakedinin içine dahil oldular ve özellikle 1. Dünya Savaşı sonrasında, nükleer aile yapısını destekleyen devlet politikalarıyla ve Hollywood etkisiyle iyice yayıldılar.
Hippilerin “free love” hareketi bu trende ufak bir direnç gösterdi, ama asıl değişim, kadın hakları hareketi ve onun yan etki olarak fayda sağladığı LGBT hareketleri ile geldi…
Bir Erkek ve Bir Erkek Arasında Kutsal Olmayan Beraberlik
Gay evliliklerinin bu kadar gürültü koparması da bu resmi ve dini standartlar ile alakalı. Batıdaki devletler sözde liberaller, peki niye buna bir çırpıda izin vermediler? “İzin vermek” bile acayip değil mi, sonuçta liberalizmin temeli, reşit insanların özgürce kontrat yapabilmeleri. O devletler tarafsız ve laik bir notermiş gibi kendilerini pazarlıyorlardı ama en önemli noterlik misyonunu bir din adamı gibi yapıyorlardı.
Hem de tutarsız bir din adamı gibi: Örneğin, kadın dövmekten sabıkası olan bir adam rahatça evlenebilir. “Günah” olmasına rağmen defalarca kocasını aldatmış bir kadın evli kalabilir. Ama sicilleri temiz iki erkek veya iki kadın bu payeyi edinemezler.
Özgürlüğü filan boşverin, sırf devletin çıkarı açısından baksak bile, daha düzenli ve uslu bir toplum için ikinci tip beraberliklerin de teşvik edilmeleri gerekirdi. Anca daha yeni yeni oluyor bunlar.
Gayler nüfusun ufak bir kısmı ama benzer bir etki herkes için geçerli: Bekarların bir yaştan sonra dışlanmalarını düşünün, dul kalan kadınların kısıtlı yaşamlarını. Bunlara yolaçan kültürel normlar, devletin mührüyle onaylanıyor, meşrulaştırılıyorlar. Sonra da, evlilik öncesi bakireliğini kaybetti diye öldürülen genç kızın hesabını, aynı devletin savcısının sormasını bekliyoruz.
Alternatif Ne?
Buraya kadar ne gördük? Devletin bu işe girme nedenlerini, her seferinde dini referanslar veya doğrudan dini kurumlar yoluyla “bu işin en doğrusu budur” demesini, fakat şartlara ve zamana göre ilişkilerin doğasının epey dinamik olduğunu gördük.
Bence devlet ile üçlü bir anlaşmaya girip, onun tekelindeki bir damgayla "kutsanmak" yerine, değişik vakıflar kendi değerlerine göre kendi sertifikalarını verebilirler. Bu sayede, hem beraberliklerini illa resmileştirmek isteyenler mutlu olur, hem de mevcut binary (ikilik) sistem yıkılır. Yani "normal-anormal"e denk gelen “evli-bekar” sınıflandırması zayıflar. Elbette devlet işin içinden tamamen çıkamaz, mesela miras davalarında son merci olması lazım. Ama “arabulucu” veya “son merci” olmak ile “tekel işletmeci” olmak arasında dev bir fark var.
Bu fikirlerin bir kısmını, geçen sene ekonomi Nobel’i kazanmış Thaler'in Nudge kitabında bulabilirsiniz, özetini şurada yazmıştım.
İkinci bölüme devam etmek içinse buraya buyurun.