Eş Seçimi #2: Seçim Paradoksu

Eş Seçimi #2: Seçim Paradoksu

The Paradox of Choice - Why More Is Less kitabının konusu, seçim imkanı ile mutluluğun arasında o kadar basit bir ilişki olmadığıydı. Bu neden bir sürpriz?

Klasik liberalizm, seçim özgürlüğü ve seçenek sayısının, refah ve mutlulukla doğru orantılı olduğunu farzeder. Ne kadar seçenek, o kadar mutluluk. Fakat yeniyetme davranışsal ekonomi diyor ki, seçenek ile mutluluk arasındaki ilişki bir çan eğrisine benzer: Seçeneklerin fazlalığı bir noktadan sonra insanı paralize eder.

Mesela süpermarketlerde bir ürünün 10'dan fazla çeşidi olursa, o ürünün toplam satışları düşüyor. Bakın, “10’dan sonra satışlar artmıyor” demiyorum, “düşüyor” diyorum. İnsanlar 20 çeşit çikolata barındıran bir reyon gördükleri zaman, sanki hiç çikolatası olmayan bir bakkaldaymışçasına, hiç bir şey almadan çıkıyorlar.

Burada iki ayrı etken var:

  1. Daha baştan "ya en iyi seçimi yapamazsam" endişesine kapılıp, huzursuzlanmak.

  2. Bir seçim yaptıktan sonra da buyer’s remorse etkisini yaşamak. Yani "tüh ya aceleye gelip aldık ama kesin daha iyisi vardı". Bunu tekrar yaşamamak için, ikinci seferde o seçimi hiç yapmıyorsun.

Mutluluk İçin Pranga

Şimdi süpermarketlerdeki gibi 5-10 seçeneği değil, Tinder'daki milyonlarca seçeneği düşünün. Kız arkadaşımı bugün bırakayım, en geç bir ay içinde daha güzel ve zeki birini bulacağıma eminim. Fakat onu bulduktan sonra da aynı huzursuzluğu yaşayacağım: “Daha iyisi kesin vardır”. Ve bu imkanlar parmaklarımın ucunda. Doyurulması imkansız bir açlık, karşı konulması güç bir kolaylıkla birleşiyor… Ta ki evlenene kadar.

Evliliklerin, önceki bölümde gördüğümüz sosyoekonomik işlevlerine ek olarak, kişisel ölçekte psikolojik bir işlevi de var: Alternatiflere erişimi yapay biçimde kısıtlayarak yukardaki endişeleri azaltan bir pranga.

Bu “yapay kıtlık” ortamında, eldeki seçeneğe ve evlilik kurumunun kendisine ne kadar manevi anlam yüklersen, seçim huzursuzluğu da o oranda zayıflar. (Tabii, bu sefer de “yumurtaları tek sepete koymaktan” ileri gelen başka huzursuzluklar olabilir.)

***

Düğünlerin pahalı ve zahmetli olmalarına da bu açıdan bakmak lazım: Gemileri yakıyorsun, herkesin ortasında “ben artık bu yola baş koydum” diyorsun ve kendini mutlu olduğuna ikna etme mekanizmalarını tetikliyorsun. Dışardan bir baskıyla yapılamayanı (mesela boşanmayı ve evlilik dışı ilişkiyi kanunen yasaklamak), içerden yapıyorsun.

Bu insanların, evlilik kurumuna önem atfetmelerinin yanında, eşlerine de abartılı övgüler düzmeleri bundan. Ruh ikizi gibi bir şeye inanıp, 7 milyar insan arasında bu ikizin tam da aynı mahalleden çıkmasının saçmalığına aldırmıyorlar. Bu da seçim huzursuzluğunu düşürüyor.

Aynı psikolojik mekanizma, pahalı bir şey aldığınızda da devreye girer. (Zaten evlilik de pahalı ve geri dönüşü zor bir seçim). O yüzden, yeni araba almış birinden, arabası hakkında objektif bir değerlendirme yapmasını beklemeyin. Egosunu ezdirmemek için bilerek yalan söyleyenler zaten var da, bir de kendini dahi kandıranlar var. Buyer's remorse etkisini azaltmak için zihinleri fazla mesai çalışacaktır.

***

Benim ananem 15 yaşında evlendirilmiş. Şansına, dedem düzgün biri çıkmış. Ananem 25'ine gelip hayatı yeterince tanıdığında ne oldu? "Eh, daha iyisi var hakikaten ama bizimki de idare edermiş" diyerek vasatla yetinmesini, sineye çekmesini öğrenmedi. Tersine adama iyice aşık oldu ve tam 80 sene boyunca aşık kaldı. Dedem de ölene kadar ona aşık kalmıştı. Benim kadar seçenekleri olsaydı (yani hem seçeneklere erişimleri, hem de o erişimi mümkün kılacak ahlaki normları ve çevreleri olsaydı) bu kadar mutlu bir birliktelikleri olmayacaktı.

Öte yandan dedem uyumsuz biri çıksaydı, bu sefer de gereksiz yere acı dolu bir hayatları olacaktı. Her aşk hikayesi başına, kişilerin kendilerine söyledikleri yalanlarla ağırlaşmış kaç tane sefil birliktelik düşüyor, bilmiyoruz. O hikayeler pek paylaşılmaz zira.

Uyum Çabası

Seçeneklerini kısıtlamanın tek sonucu "kendini mutluluğa inandırmak" değil. Zaten öyle otomatikman olmuyor o iş. Asıl önemlisi, uyum çabanın artması.

Benim dedem ve ananem de birbirlerine baştan cuk diye uymadılar, çaba göstermek zorunda kaldılar. Oysa ben "piyasadayken", kimseyle uyum göstermeye çalışmıyordum, fabrika ayarı bana uyumlu birilerini arıyordum, çünkü bu daha kolaydı. 

Fakat bu sağlıksız bir durum. Mükemmel uyumlu bir eş bulsan bile, insanlar yapboz parçaları gibi statik değiller, bir kere birbirine uydular mı sonsuza kadar öyle gitmiyorlar. Hayat ve şartlar değiştikçe, yapboz da değişiyor. Yani illa ki o uyum sağlama yeteneğini edinmek lazım bir şekilde, yoksa ilişkiler belli bir süreyi veya derinliği geçemiyor.

***

Bu "derinlik" hususu kilit nokta. Örneğin Jordan Peterson’ın 12 Rules for Life kitabında, mutluluğun ve zevkin peşinden koşmak yerine, makul fedakarlıklara dayanan anlamlı ilişkiler yaratmaktan bahsediliyor. Uyum çabası, fedakarlığın bir diğer adı zaten. Bu çaba gerçekçi ve taraflar arasında dengeli olduğu sürece, ilişkiye bir anlam katıyor.

Sadece o tip ilişkilere has bazı tecrübeler var. İlla mutlu tecrübeler değil bunlar, daha ziyade çocuk sahibi olmak gibiler: Acıtsa da sevindirse de, bir dengi olmayan şeyler. Ancak yeterince fedakarlık ve zaman yatırımıyla açılacak kapılar.

İlk bölümden hatırlatayım, burada illa evlilikten bahsetmiyorum. Resmi nikah, birlikte yaşamak, açık ilişki, çocuk, vs, tüm bunlar opsiyonel. Genel olarak, ilişkiniz herhangi bir resmiyet kazandıkça -mesela ailelere söylendiği zaman- o işe baş koymuşluk seviyesi artıyor. Kendini mutlu olduğuna ve olabileceğine dair inandırma isteği artıyor. Bu istek, çeşitli fedakarlıklarla eyleme dönüşüyor. Yeterince zamanla ilişkiye derin anlamlar katıyor insan. Yani baştaki bir psikolojik hile, zamanla “gerçek” bir tatmin kaynağına dönüşüyor.


Değer Mi?

Peki bunca zahmete değer mi? Orası kişiden kişiye değişir. Dan Bilzerian gibi yaşamak da var, Dalai Lama gibi yaşamak da. Hepsi ayrı tecrübe kümeleri bunların.

Bana en uygun çözüm açık birliktelik. Hem biriyle beraber yaşlanmayı tadıyorsun, hem de kendini hapsolmuş hissetmiyorsun. Başkasının midesi kaldırmayabilir. Gerçi mideyi çok bozacak bir şey de yok ya! Bunu yapanların %90’ı “gel karımı gözümün önünde becer” fantazilerine sahip değil ama nedense Türkiye’de “açık ilişki” deyince muhabbet 0.7 saniyede oraya kayıyor. Tıpkı gay hakları konusunun, yine aynı süre içinde, “şimdi sen başkasınınkini kıçına nasıl… ay dayanamayacağım” muhabbetine gelmesi gibi.

Her halükarda, evlilik ve benzeri anlaşmaları, Red Pill ve MGTOW gibi akımların incelediğinden daha geniş bir çerçevede incelemek lazım. (Galiz seksizmden ve kompleksten arınmış argümanları için konuşuyorum, yoksa çoğunu eleştirmeye bile değmez). O argümanlar ekseriyetle kadın-erkek üreme stratejilerinin farklılıklarına, erkeklerin beyinlerinin yıkanmışlığına, ve basit ekonomik fayda-maliyet hesaplarına yaslanıyorlar. Halbuki işin asıl ilginç kısmı olan seçim psikolojisini, kişinin hayatına anlam yaratma yollarını ve bunun fedakarlıkla ilişkisini atlamamak lazım.

Üçüncü ve son bölümde görüşmek üzere…

Eş Seçimi #3: "Stopping Problem"

Eş Seçimi #3: "Stopping Problem"

Eş Seçimi #1: Evlilik Müessesesine Neden Karşıyım

Eş Seçimi #1: Evlilik Müessesesine Neden Karşıyım