Dördüncü Dalga #3: Yeni Devlet
Endüstri 4.0’ı oluşturan yeni teknolojiler (BÖLÜM 1) ve oluşacak yeni ekonomi (BÖLÜM 2) hakkında konuştuk. Önümüzdeki iki bölüm ise sosyal değişimlerle ilgili. İstatistiklerden çok hayal kuracağız, çoğu cümlenin başında bir “bence” yazdığını farz edin.
***
Eşitlik
Üretimin bol olduğu, özel mülkiyetin devam ettiği, garanti bir maaşın veya garanti bir işin sağlandığı bir toplum nasıl olurdu? Aklıma gelen temalar Fransız Devrimi ile başlayıp 3. Reich ile bitiyor: eşitlik, kardeşlik ve kontrol.
(Eğer evrensel temel gelir hakkında bir şey bilmiyorsanız, önce buraya uğrayın, sonra devam edelim…)
Eşitlikten başlayalım: Artan refahın + otomasyona tepki olarak doğacak sosyalist politikaların, daha eşitlikçi bir toplum yaratacakları biraz yanılgı içeriyor. Buradaki “eşitlik” alttakiler için. Yani alttaki %50’nin yaşamını iyileştirecektir ve onları, üstlerindeki %49’a yakınlaştıracaktır. Öte yandan, seri boyunca gördük, en tepedeki %1 iyice fezaya çıkıyor. Yani toplum bir piramitse, tepesi öyle sivriliyor ki, yükselip bulutların üstünde gözden kayboluyor. Biz de geride kalan şekle bakıp, “fena değil, daha sağlıklı” diyeceğiz. Komik ama yanlış da değil.
***
Tabii eşitlikçiliği dogmatik olarak “daha sağlıklı” olarak kabullenmemek lazım, niye diye sormak lazım. İki olası “çünkü” sunayım:
Tarihsel olarak refah ve eşitlik, aynı anda sağlanamıyordu. “Ya liberal ekonomi ya da yığınlar için yoksulluk” gibi bir ikilem gelişti anlayışımızda. Teorilerimiz kısıtlı kaynakların dağıtılmasıyla ilgililer ama otomasyon sayesinde kaynak kısıtı ortadan kalkabilir. Her kaynakta değil ama en azından asgari ihtiyaçlarımız için. Yani ekonomik, politik, sosyolojik bir sorun, teknolojik bir sorun haline gelmiş olabilir. Bu durumun özeti: Eşitlikçi olmayı verimsizlikle suçlamanın manası kalmıyor artık. Çünkü ne kadar verimsiz dağıtım yaparsan yap, üretimin artışı o kadar çok ki, her halükarda herkese yeter. (Bu kehaneti ilk yapan biz değiliz tabii, eminim her otomasyon dalgası öncesi aynı şey düşünülmüştür.)
İnsan, temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra, mutluluğunu nasıl ölçüyor? Kendini, komşularıyla kıyaslayarak. Toplumun yarısından çok daha iyi, yarısından çok daha kötü durumda olduğun bir senaryoda, bardağın boş tarafına odaklanıp mutsuzlaşıyorsun. Ama toplumun çoğu sana benziyorsa daha mutlu oluyorsun. Eşitlikçi toplumda mutlu olmak daha kolay (karnınız doyduğu, klimalı arabanız olduğu sürece).
Hak Etmediğin Şeyin Hırsızlığı
Böyle bir toplumda iş ve hak kavramları da değişecektir.
20 sene önce, önüne gelenin kafe açtığı veya "sosyal medya uzmanı" olarak geçindiği bir dünyayı hayal edemezdik. Bundan 20 sene sonra da, Keynes’in klasik örneği olan "çukur kazıp doldurmak" kadar boş meslekler yaratılabilir. Bunun illa devlet eliyle olmasına gerek yok, bu işleri özel sektör de yaratsa -özellikle zenginlerin giderek çeşitlenen isteklerini karşılamak için- sonuç aynı: İlk defa çoğunluk, üretken olmadan yaşayabilecek.
“Maaşlı kölelik”ten kurtulmak iyi de, bu boşluğun anlamlı bir şeylerle dolduramayacak insanlar olacak. Bu his, halihazırda kurumsal dünyada yaygın. Kartvizitlerine baktığımız çoğu insanın ne yaptığını tahmin edemiyoruz. “Tesisatçı” gibi belli bir iş tanımları, somut bir üretimleri yok. Bir de bu işlerin dahi kaybolduğunu düşünün: Çoğu insan, üretkenliğe bağlı bir tatmin, o üretkenlik üstünde yükselen bir statü bulamayınca, eski çağın mabetlerine veya yeni çağın rahipleri olan yaşam koçlarına koşacaktır. Bu iki iş alanının da geleceği parlak.
Bizim için iş, çaba ve adalet epey alakalı kavramlar. Hep en çok çalışan, çabalayan kazanmıyor ama öyle olması gerektiğini düşünüyoruz (Gerçeklik vs süperego). Peki tüm temel ihtiyaçların doğuştan bir hak olarak karşılandığı bir düzende, böyle bir bağ kalır mı? İnsan doğası, teknoloji kadar hızlı değişmiyor. Belki, öyle bir hayatı hak etmediğimizi içten içe hissedeceğiz. Hiçbir şeyi hak etmediğimiz bir yerde “haksızlık” dediğimiz şey ne olabilir?
Bize bedavaya verilmiş olanı çalan biri ne kadar hırsızdır?
Kontrol
Gelelim başta bahsettiğim kontrol temasına. Biz kontrolü, bağımsızlık ve özgürlüğün zıttı olarak düşünüyoruz. Halbuki özgürlük ve bağımsızlık denk kavramlar değiller. Evrensel temel gelirin -veya benzer bir sistemin- hakim olduğu bir dünyada, temel ihtiyaçlar için devlete bağımlı olacağız. Ama bu otomatikman daha az özgür olacağımız manasına gelmiyor. Nasıl?
Özgürlüğü en dar anlamıyla, yani fiziksel özgürlük anlamıyla kullanmıyorum. Çoğumuz onu düşünmüyoruz bile, medeniyetin konforuna alışmışız. Mevcut sistem, bize özgürlük fikrini şöyle “satıyor”: Bir tutam ifade özgürlüğü ve materyal zenginlik. Ama zamanımıza hükmetmeyi özgürlük olarak düşünmüyoruz. Bunları açayım biraz, ifade özgürlüğünün eskisi kadar önemli olmadığından başlayarak…
İfadenin Üretimi
Chomsky’nin Manufacturing Consent (Rızanın İmalatı) diye bir kitabı vardı, anaakım medyanın propaganda rolüyle ilgili. İletişim monopolisinin kralda olduğu sistemleri birinci nesil propaganda olarak düşünün. Chomsky’nin bahsettiği gibi tek elden yönetilmeyen ama yine de kendi değerlerini sürekli destekleyen ve insanları da özgür olduklarına inandıran sistemler ikinci nesil.
Biz ise bence üçüncü nesil sistemlerdeyiz: Editoryel taraflılıklar önemsizleşti, “gatekeeper”lar önemsizleşti. Bizim çağımızda herkes konuştuğu için ifade özgürlüğünü kısıtlamanın gereği kalmadı. Tam tersine kısıtladığın anda dikkatleri çekiyorsun (Streisand Effect). Akışına bırakırsan, her şey gürültüde kayboluyor.
Bakın, aşağıdaki teknoloji 2 sene öncesinden. Obama’ya istenilen herhangi bir şeyi söyleten bir video yazılımı:
Daha bu teknolojiler olgunlaşmadan bile, dandik Facebook reklamlarıyla yalan haberin ne kadar hızlı yayıldığını ve ne kadar inatçı olduğunu hatırlayın. Şimdi bir de bu teknolojilerin 5 sene sonrasını hayal edin: Gerçek zamanlı olarak herkesin her dediği değiştirilebilir.
İfadenin yoktan üretildiği ve arkaplan gürültüsünün en baskıcı sansürden bile daha boğucu olduğu bir sistemde, ifade özgürlüğünün ne önemi var? Hatta böyle bir dünyanın demokrasiyle işlemesine de pek imkan görmüyorum.
Peki ya “materyal zenginlik” kısmı? Yani “istediğimi alabiliyorsam özgürüm” kısmı?
Ya Zenginlik Ya Ölüm
ABD’de bugün sıfıra yakın işsizlik var. %3 civarı zaten tabandır, iş değiştirenlerin yarattığı geçici bir rakamdır, dolayısıyla her isteyenin iş bulduğunu farz edebiliriz. ABD görece ucuz bir yer, yani alım gücünüz yüksek olur, öküz gibi yer içersiniz. Ama bir yandan da kanunla garantili bir annelik izni yoktur, çoğu insanın senelik izni en fazla 2 haftadır, iş kültürü çok çalışmayı yüceltir, sosyal hizmetler azdır vs.
Dolayısıyla 3. bir yolu seçip şunu diyemezsiniz: “Ben o kadar çalışmayayım, o kadar mala mülke tüketime ihtiyacım yok, rahat ve insan gibi yaşayacak kadar çalışayım”. Bu seçenek nüfusun %95’i için ihtimal dahilinde değil. Yani basitleştirirsek:
Ya zamanının sahibi olup aç kalacaksın
ya da zamanını feda edip rahat yaşayacaksın.
Bu insanlar tek bir işverene veya devlete bağımlı değiller ama özgür de değiller. (Bu arada gayet cömert davrandım, aslında nüfusun yarısı 400 dolarlık bir harcama yapacak kadar nakit sahibi değil. Dolayısıyla ne zamanlarına hakimler, ne de piyasaya)
Temel gelirin hakim olduğu bir toplum ne yöne hareket eder? Daha fazla bağımlılık VE daha fazla özgürlük yönüne.
Reis!
Türkiye gibi kurumları zayıf ülkelerdeyse, bu trendin net etkisi kötü. Çünkü oralarda denklem şu:
temel gelir = devlete bağımlılık
devlet = iktidar
iktidar = tek adam
dolayısıyla temel gelir = her türlü özgürlüğün azalması
Sermaye ve siyasi gücün yarı danışıklı, yarı ciddi güreş yaptığı, arada sırada da hakemin (kurumlar) düdüğüne kulak verdikleri sistemler çok daha ilginçler. Türkiye ise sıkıcı, zira bildiğin feodalizm: Sadece artık krala “başkan”, feodal lordlara da “oligark” veya “yakın çevresinden iş adamı” deniyor.
Evrensel temel gelirin böyle bir ülkede kurulduğunu düşünün: Sermayeyi ihaleler ile ihya etmeye devam edeceksin ve dolaylı yoldan kestiğin vergilerle, millete maaş bağlıyorsun. Yani insanların bir cebinden 10 kuruş alacak, diğerine 5 kuruş koyacak ve üstüne teşekkür etmelerini bekleyeceksin. Zaten kendi vergisinden karşılanan ve bir sürü yolsuzlukla yapılan otoyolu bile nimet sanan insanlar, böyle bir düzende tepeye biat etmeyecekler de ne yapacaklar?
Büyümüş de Küçülmüş Birader
Teknoloji, bu tip otoriteryen eğilimlere nasıl yardım ediyor?
İngiltere'de sırf devletin işlettiği 6 milyon kapalı devre kamera sürekli kayıt yapıyor. Yani polis teorik olarak ülkedeki tüm gaylerin, muhafazakarların, şişmanların, alkoliklerin, dindarların listesini bugün çıkarabilir, basit bir veri analizi işi. İngiltere bunu yapmasa, başkası yapacak. Aynı kameralar ve aynı yazılım her yerde mevcut.
Çin tabii ki birkaç adım “önde”: Tam 170 milyon kameradan gelen veriler, yapay zeka ile işleniyor ve istenmeyen eylemler tahmin edilmeye çalışılıyor. Bu “Minority Report” sistemi, 2020’de 400 milyon kamera içerecek ve her bireyi takip edip, birer vatandaşlık skoru atayacak.
(“2020” kulağa hala çok uzak geliyor değil mi?)
Bugün bunu yapan bir devlet, yarın o kamera görüntülerindeki yüz halinizi, hatta micro-expressionları (anlık mimikler) analiz edip psikolojik tahlilinizi yapar. Sonra gider bunu okulunuzla, işyerinizle veya kredi için başvurduğunuz bankayla paylaşır? Zaten devlet, o bankaya da ortak. Biraz daha uzak bir gelecekte, 3D yazıcılardan basılan ve bir toz zerresi gibi havada uçuşan milyonlarca, milyarlarca mikro-kamerayla evinizin içini dahi gözetlemek mümkün.
Ama devletin kameralarından daha korkunç bir şey varsa, o da kendi cihazlarımız olmalı:
Lenslerimizle baktığımız her şeyin kaydedildiği bir dünyada, anılarımız bile kendi malımız olmayacak.
Internet-of-Things sayesinde, kullandığımız her cihaz arkamızdan dedikodumuzu yapacak.
Yine biraz daha uzak bir gelecekte, nanobotların, bedenimizin içinden bize karşı “casusluk” yapmaları fikri gayet şairane. Ve muhtemelen buna razı olacağız, zira kalp damarlarında üç kuruşluk nanobot olmadığı için kriz geçirip ölmek istemeyecektir kimse.
Belki gelecekteki en değerli şey altın veya bilgi değil, özel hayat olacak. Sizden başka kimsenin bilemeyeceği bir sır, hiçbir algoritmanın tahmin edemeyeceği bir eylem, hiçbir iktidarın manipüle edemeyeceği bir düşünce. Herkesten uzak, bir parça özgürlük…
Ufak Tefek Devrimler
Yukardaki korku filmi senaryoları yüzünden, tekno-ütopyalar beni fazla heyecanlandırmıyorlar.
Endüstri 4.0’ın etkilerine karşı en radikal müdahale, temel gelir gibi yara bantlarıyla uğraşmadan doğrudan sermayenin, mülkiyetin, piyasanın kendisine saldırmak olacak, değil mi? Şimdiye kadar hep felaketle sonuçlanan merkezi planlamayı düşünün: Otomasyon (çok üretim) + IoT (doğru veriler) + yapay zeka (etkin planlama) kombinasyonuyla bu sistemlerin, solcular tarafından tekrar hortlatılması gayet olası. Bunların yaratacağı “sanal Stalin”leri insanlar alkışlarla karşılayacaktır.
Burada bir ironi var: Tekno-ütopya aslında bir cennet, çünkü içinde sonsuz bolluk ve hatta ölümsüzlük var (dijital bilinçler vasıtasıyla). Üretim-tedarik zincirlerini planlayacak yapay zeka sistemleri de Tanrı gibiler, birer baba figürü gibiler. “Rızkın” tepeden geliyor ve alınan kararları kimse sorgulayamıyor. Dine ve patriyarkaya karşı olan solun, böyle bir devrimi savunması ilginç olacak.
***
Neyse, bu işin fantezi kısmı, zaten bu derece bir Tanrısal yapay zeka, Endüstri 4.0’ın kapsamında değil. Fakat muhabbetimizi, devletlerin otoritesinden, şirketlerin hakim olduğu bir dünyaya çekmek için iyi bir bahane oldu. Son bölüm tam da bunun hakkında…