Bir Evrim Hikayesi, Bir Hikayenin Evrimi

Bir Evrim Hikayesi, Bir Hikayenin Evrimi

Size bir hikaye anlatayım...

1860 yazında, koca Çin İmparatorluğu, Afyon Savaşlarıyla dize getirilirken,

ABD'nin kanlı iç savaşı, Abraham Lincoln'ün başkan adaylığıyla birlikte hızla yaklaşırken,

Abdülmecit, ömrünün son senesinde de Kırım Savaşı'nın ödenemeyecek borçları ve Islahat Fermanı'nın dinmeyecek yankılarıyla uğraşırken,

Oxford Üniversitesi'nin yeni doğal tarih müzesinde bir toplantı yapılıyordu. Bu sıradan bir toplantı değildi. Dönemin önde gelen bilim ve din adamları, gündeme damgasını vuran bir kitabı tartışacaklardı: Türlerin Kökeni.

(Playboy'u yazıları için, eski bilim kitaplarını da resimleri için okurum) 

(Playboy'u yazıları için, eski bilim kitaplarını da resimleri için okurum) 

Evrim eski bir fikirdi. Lamarck'ın teorileri çoktan yayınlanmış ve dönemin Adnan Oktarları tarafından çürütülmüştü. Fakat Darwin, evrimi işleten değişik bir mekanizmadan söz ediyordu. Halihazırda saygın bir bilimadamı olduğu için, ve dile kolay, tam 20 senesini kanıt toplamakla geçirdiği için, insanlar epey heyecanlıydı.

Onları daha da heyecanlandıran bir şey vardı: psikopos Sam Wilberforce'un katılımı.

Wilberforce pek feyizli bir abiydi. Oxford psikoposu ve Lordlar kamarası üyesi olmasının yanısıra, zamanının en iyi münazaracılarından biriydi. Yaklaşık 15 sene önce, Kraliçe Victoria'nın dahi okuyacağı kadar popüler olan evrim yanlısı bir anonim eseri (Vestiges of the Natural History of Creation) başarıyla çürütmüştü. Şimdi de Darwin'i yerin dibine sokacağını beyan edince toplantıya ilgi o kadar büyük oldu ki, İngiltere'nin kısacık yaz mevsiminin ortasında, yaklaşık bin kişi müzenin salonuna tıkış tepiş girmiş ve yüzlerce kişi de kapıdan geri çevrilmişti.

Katılımcılar, Wilberforce'un karşısında beklemedikleri bir rakip buldular: Thomas Huxley.

İşin aslı, orada olmayı Huxley de beklemiyordu. Darwin toplantıya katılmak için fazla hastaydı, onun yerini alması gereken münazaracı da fazla ölü (birkaç gün önce kalp krizi geçirmişti). Meydan Kiliseye ve psikoposa kalacaktı. Huxley, Darwin'in yakın çevresinden olduğu ve teoriyi de anladığı için sorumluluk hissediyor ama Wilberforce'tan korkuyordu. Hatta toplantının hemen öncesinde Oxford'dan ayrılmayı denemiş ama tamamen tesadüf eseri karşılaştığı bir başka biyolog tarafından ayaküstü ikna edilince müzeye dönüp, paneldeki yerini zorla almıştı.

(Kaderin cilvesi notu: Onu ikna eden biyolog Robert Chambers, aynı zamanda Vestiges of the Natural History of Creation'ın gerçek yazarıydı. Darwin'in dahi o eserindeki fikirlerini saçma bulduğunu biliyordu ama Wilberforce'tan intikam almak tatlı gelmiş olmalı. Bu sırrını ölene kadar sakladı)

(Soldaki Wilberforce, sağdaki Huxley)

(Soldaki Wilberforce, sağdaki Huxley)

İkili arasında saatler süren bir tartışma yaşandı. Rocky Balboa sürekli Ivan Draga'dan dayak yiyor ama yıkılmıyordu. Wilberforce, son roundda uzunca bir açıklamadan sonra gülümsedi ve Huxley'i nakavt etmek için "baba tarafından mı ana tarafından mı maymundan geldiğini" sordu. O ana kadar iyi konuşamamış Huxley, yanındakine "işte şimdi avucuma düştü" diye fısıldadıktan sonra doğruldu ve kelimenin gerçek anlamıyla tarihi ayar olan cevabını verdi:

"Atalarımın maymun olmasını, bunca yeteneğini gerçeği saklamak için kullanan bir insanla akrabalığım olmasına tercih ederim"

Bir alkış tufanı koptu. Arkaplanda "Eye of the Tiger" çalmaya başlamış olabilir, bilemiyorum. Wilberforce diyecek bir şey bulamamıştı. Rakibini tebrik etti ve müzeden ayrıldı.

Tartışmanın galibi Huxley, buradan aldığı cesaretle, başka mecralarda da Darwin'in teorisini savunmaya devam etti. Kısa süre içinde doğal seçilim, biyolojinin temel çerçevelerinden biri oldu. Başta büyük direnç gösteren Kilise bile bu teoriyle barışmak zorunda kaldı. Bugün Darwin, Einstein veya Newton kadar devrimci bir statüde ise, bunu Huxley'nin doğru zamanda cesaretini toplamasına borçluyuz.

 

Ne kadar "temiz" bir hikaye değil mi? İyi bir senaryoda olması gereken her öğe mevcut:

  • Etkileyici bir ortam (setting)
  • Kökü derinde olan bir karşıtlık (conflict)
  • Bu mücadeleyi sembolize eden karakterler: Başta şans verilmeyen bir iyi adam (underdog) ve akılda kalıcı bir kötü adam (villain)
  • Toplantı sonundaki tarihi ayar ile ulaşılan zirve noktası (climax)
  • Teorinin kabulü ve mutlu son (resolution)

 

Bilim tarihinin en meşhur anekdotlarından birinin, akıcı bir Hollywood filmine bu kadar benzemesi bir tesadüf değil. Her ikisi de "post prodüksiyonda" cilalanmış kurmacalar. Nitekim anekdotun "çiğ" hali epey farklı:

  • Ortam: Oxford toplantısı, iki kişi arasında geçen tek bir münazara değildi. Günlerce süren, bir sürü insanın çıkıp konuştuğu bir oturumdu.
     
  • Karşıtlık: Kilise ile bilim dünyası kapışmıyordu. Bu iki dünya arasında kesin bir ayrım yapmak epey zordu zira katılanların önemli bir kısmı, bilimle uğraşan ruhban sınıfı üyeleriydi. Evrim teorileri de öncelikli olarak bilim çevrelerinden tepki görüyordu.
     
  • Karakterler: Wilberforce, bir yobaz değildi. O da Darwin gibi "Royal Society" üyesiydi (hala hayatta olan en eski bilimsel akademi) ve eleştirileri büyük oranda bilimseldi. Huxley'e karşı çıkması da epey anlaşılır, zira Huxley insan evrimine odaklanmışken, Türlerin Kökeni'nde bu konudan bahsedilmiyordu. Darwin, insanın evrimi hakkındaki düşüncelerini tam 11 sene sonra yayınlayacaktı. 
     
  • Zirve: Yazılı bir kaydı olmayan bu toplantının, toplum hafızasında yer edebilmiş o minnacık kısmının da iki kişisel saldırıdan (ad hominem) ibaret olması gerçekten trajikomik. Hele ki, bu saldırıların pek etkili olmadıkları düşünülünce. Görgü tanıkları, Huxley'nin sesinin zar zor duyulduğunu belirtir. Verdiği "ayar" sonrası da toplantı dramatik biçimde bitmemiş, başkaları çıkıp konuşmuş ve sonra hep beraber yemeğe gidilmiş. Günlüklerine bakılırsa, konuşan herkes kendinin kazandığını düşünüyormuş.
     
  • Çözüm: Toplantının yankıları sonradan anlatıldığı kadar büyük olmadı. Gazetelerde kendine mütevazi bir yer buldu, doğal seçilim fikri de birkaç sene tartışıldı, o kadar. Bir devrim yaratmak şöyle dursun, "Darwinizm" kısa sürede yerini başka teorilere bıraktı ve unutuldu...taa 1930'lara kadar hem de. 


Michelangelo'ya, meşhur Davud heykelini yapmanın ne kadar zor olduğu sorulduğunda "epey kolaydı, sadece fazlalıkları yontup attım" demişti. Bizim kollektif hafızamız da yukardaki "fazlalıkları" yontup atmış, geriye ideal bir Facebook paylaşımı kalmış.
 

 

Michelangelo'nun heykelleri, hikayemizin neden popüler olduğunu açıklayabilir ama nasıl bu kadar uzun süre popüler kaldığını anlamak için başka bir şahesere ihtiyacımız var: Bach'ın fügleri...

(Şimdi nereden bileceksiniz fügü mügü; zaten burası "fularsız entellik" ortamı, rahat olun. Ben de demin Youtube'dan öğrendim. Birbirine çok benzeyen ama sesleri ve zamanlamaları farklı melodiler var. Hepsi kendi içinde tutarlı. Ve birlikte çalındıklarında notalar öyle bir çakışıyorlar ki, giderek karmaşıklaşan ve ahengi bozulmayan ayrı bir müzik oluşuyor. Kısacası, biz ölümlülerin yaptığı şey kanonsa, müzik tanrılarının yaptığı da füg).

***

Heykellerin aksine, hikayeler tek başlarına uzun süre ayakta duramıyorlar. Farklı zamanlarda, farklı ağızlardan anlatılan benzer hikayelerin birbirlerine destek olmaları, bir ahenk yaratmaları lazım.

19.yy İngiltere'sinde nasıl bir ahenk vardı? Zamanın ruhu (zeitgeist) aristokrasiye ve ruhban sınıfına karşıydı. Tanım itibariyle statükoya karşı olan, pratikte de ruhban sınıfının gücünü kıran evrim fikrinin, demokrasi yanlısı "Radikaller" tarafından iştahla benimsenmesi bir sürpriz değil. Oxford toplantısını ve benzer olayları, kendi siyasi mücadelelerinin merceğinden görmeleri kaçınılmaz.

150 sene sonra yaşayan benim gibi birinin de onları böyle "hatırlaması" kaçınılmaz. Nitekim dünya görüşüm (weltanschauung..."fularsız" dediysek o kadar da değil, Almanca terimleri öğrenmek iyidir, bar muhabbetlerinde +20 karizma kazandırır), bağnazlık ile aydınlanmanın savaşı çerçevesine oturtmaya calışıyor bu anekdotu. Yakılan cadıların ve kütüphanelerin prolog, Galileo davasının başlangıç, Oxford münazarasının da bir kırılma noktası olduğu, epik bir mücadele....ve ben kazanan taraftayım!

Bu tarihsel perspektifin etkisi iyice kuvvetli, çünkü geleceğe bakışımı da şekillendiriyor:

"Öyle hasbelkader kazanan değil, kazanması kaçınılmaz olan taraftayım. Çünkü ilerleme durdurulamaz. En güzel çağımız henüz yaşanmamış olandır, geçmişte bıraktığımız bir asr-ı saadet değil."

Gerçeğin dağınık detayları ve nüansları, bu ahenkle nasıl rekabet edebilir ki?

***

Toplantının 1860 yazında yapılması gibi tartışmasız gerçekler, tarihin ufak bir kısmını oluşturuyor. Asıl büyük kısım, gerçeklerden esinlenilmiş hikayeler (based on a true story).

Yaşayan ve her anlatılışta biraz daha değişen hikayeler bunlar. Dünya görüşümüzle ve zamanın ruhuyla uyum içinde olurlarsa, büyük anlatılardan beslenip onları geri beslerlerse, daha hızlı yayılır ve daha uzun ömürlü oluyorlar. Sonuçta, o Oxford toplantısını yüzlerce ayrı biçimde anlatmak mümkündü. Muhtemelen anlatıldı da. Ama kollektif hafızalarımızda ayakta kalan versiyonu belli. Hani neredeyse, hikayeler arasında da bir doğal seçilim var. Doğru ve sağlam olanın değil, büyük hikayelerden oluşan o mevcut "habitat"a daha uyumlu olanın hayatta kaldığı bir doğal seçilim (survival of the "fittest"). 

O büyük hikayelerin de neye göre seçildiklerini başka zaman konuşuruz (group selection'a bağlayarak). Şimdilik, bir "evrim hikayesi" ile başlayıp, "hikayelerin evrimi" fikrine varmanın zevki yeterli.

 

Süleyman Demirel'in En Büyük Mirası

Süleyman Demirel'in En Büyük Mirası

Uzay Neden Karanlık?

Uzay Neden Karanlık?