Türkiye'den *** Olup Gitmek
Bu yazının ilk halini 2014'te Ekşi Sözlük'te yazmıştım. Tarih vermek yerine, "dolar 2 lirayken" dersem daha rahat anlaşılabilir. Pratik bir "kaçış rehberi" değil, başka bir yazarın güzel bir yazısına cevaptı. Dolara gelen ufak güncellemelerden esinlenerek, ben de güncellemelerle buraya koyuyorum.
(Bu arada başlık, millete email olarak gidip işyerinde bela olmasın diye sansürlü. Yoksa hala pis bir küfürbazım.)
Çiçekler ve Dallar
Yeterince uzun süre yurtdışında yaşayınca, insan bazen neden gittiğini veya neden dönmediğini unutuyor. Hatta bazen, daha basit zamanlara doğduğu özlemi, "vatan hasreti" ile dillendiriyor, "her çiçek kendi dalında güzel" diye düşünüyor.
Ben bu insanlardan biri değilim. Türkiye'den nefret ederek gitmedim ama hiç dönmeyi de düşünmedim. Bazı çiçekler kendi dalında durdukça çirkinleşir, etrafını zehirler. Bazısı kendini başka bir dala ait hissetmek için kırk takla atar, bazısı da eforsuz biçimde, gittiği yerde kendi ortamını yaratıp yeşerir. Bazısı kök salmayı beklemez bile, daldan dala konup hayat ağacının kalanını keşfeder, tekrar tekrar doğar başka çiçekler olarak. Bazısıysa güzel bir çicek olmayı umursamaz bile, aidiyet ve mutluluk peşinde koşmayı bırakmıştır.
***
Türkiye'nin sorunu, çok kötü bir ülke olması değil. OECD'de çoğu kıstasta sonunculuğa oynuyoruz ama OECD'yi oluşturan görece serbest ve gelişmiş 36 ülkenin dışında da bir dolu ülke var. "Afrika'da millet aç" muhabbetine gerek yok, nükleer bir güç olan Hindistan'ı gördükten sonra, Doğu Asya'nın metropollerinde hayatın her anını Mecidiyeköy metrobüs durağı tadında yaşadıktan sonra, yahut ABD'nin güney eyaletlerini dolandıktan sonra Türkiye'ye dönünce toprağı öpeceğinize bahse girerim.
Türkiye'nin sorunu, daha iyisine bu kadar yakınken, bir o kadar da uzak olması. Önünde şeker var ama yiyemiyorsun. Birçok gariban geldikleri gibi gidecek ama gerek kültürel, gerek materyal, daha iyi bir hayata ucundan dokunanlardan bahsediyorum. Onların aldığı her nefes, kaçırılmış fırsatların ve gerçekleşmeyecek hayallerin bilinciyle ağırlaşıyor.
Bu farkı, sağ-sol ayrımı ile veya "Beyaz Türk" kavramıyla resmetmek çok yetersiz. Beyaz Türk olmak için, yüzeysel olarak Batılıları -daha doğrusu kendisi de yüzeysel olan bir Batılı ideasını- taklit etmek yetiyor. Bunu, biraz para bulan ve sapına kadar öküz olmayan herkes başarabilir. Ama bu insanların çoğu da Dünya'da olup bitenlerden kopuklar. Ailem kadar yakın bu uçurumlar bana da.
Tarihi Uçurumlar
Türkiye'den biraz uzaklaşalım: Tarihin hiçbir noktasında, toplumların değişik kesimleri arasında bugünkü kadar fark olduğunu sanmıyorum. Sadece materyal zenginlik bakımından düşünürsek, bu yanlış bir çıkarım olur elbette. Bugün servet dağılımı büyük bir sorun ama her şeyin kralın malı, herkesin kralın kölesi olduğu çağlardan geçtik. Bu yüzyılın başında bile, Avrupa'nın en üst %10'luk kesimi, toplam zenginliğin %90'ına sahipti. (Bugünkü Dünya ortalaması %50 civarında.)
Dolayısıyla bahsettiğim kopukluk zenginliğin ötesinde. Bu kopukluğun ve parçalanmanın kültürel kısmına -başlıktan tahmin etmek zor olsa da- Lebron James hakkındaki Efsane Olmak yazısında değinmiştim. Burada başka bir yoldan gideyim:
Eskiden sadece kralların akıllı telefonu vardı, kalan herkes dumanla haberleşiyordu. Yani potansiyel imkanlar arasında bir uçurum vardı. Şimdi herkesin akıllı telefonu olduğu için potansiyeller eşitlendi ama o imkanların kullanımı arasında dağlar kadar fark var: Kimisi o telefonla kuş fırlatıyor veya günde 40 bin tane selfie çekiyor (bu Dünya'nın daha fazla ördek dudaklı portreye ihtiyacı yok artık, yani 1900'lerin başında bir miktar ihtiyaç vardı ama şu an stoklar dolu), kimisi de oturduğu yerden konusunda Dünya'nın en iyisi olan insanlarından faydalanıyor.
Tüm gün Ted Talks izleyen biriyle, tüm gün...(buraya herhangi bir şey sokuşturabilirsiniz, haberler dahil)...izleyenin, aynı toplumun üyeleri olmaları tamamen bir zorunluluk icabı. Birçok dil bilen Fatih Sultan Mehmet ile ortalama bir köylüsü arasındaki bakış açısı farkının bir benzeri, bugün milyonluk azınlıklar ve onmilyonluk çoğunluklar arasında mevcut.
Değişim
Hayat hızlanarak değişiyor. Ekonomide üretim işleri kayboluyor. Demografi, tekneyle kıyıya gelen göçmenler veya laptopıyla Starbucks'a gelen expatler tarafından değiştiriliyor. Değer yargıları tersine dönüyor (geylerin evlenmesi), yerel endişelerin yerini global endişeler alıyor (iklim değişikliği, terörizm, finansal krizler).
Bir tarafta bunlara ayak uydurabilen, hepsini kabul etmese bile anlayabilen ve bu Dünya'da yeşerebilecek bir azınlık var (liberal progresifleri kastetmiyorum, onlarla kesişen başka bir kümeden bahsediyorum). Bir tarafta da kafası karışmış, gelecekten kaygılı, daha ziyade korkuya cevap veren ve bilindik mevzilerin konforuna sarılan bir çoğunluk.
O azınlıklar hem içinde oldukları toplumdan soyutlanıyor ("kendi kültürlerine yabancılaştırıyor" diyeceğim ama hiçbir zaman babalarının kültürünü benimsememişlerdi ki "kendi" diyelim), hem de Dünya genelinde birbirine yakınlaşıyorlar. Yani sermayenin serbestliğine paralel olarak, bu insanlar da çat diye bugün Buenos Aires’ten kalkıp Krakow’a yerleşebilirler ve belli bir balon içinde, eski alışkanlıklarını ve muhabbetlerini büyük oranda sürdürebilirler.
Kısacası, fiziken Türkiye'de olsanız bile, çoktan Türkiye'den siktir olup gitmiş olmanız mümkün. Cennet gibi görülen çoğu ülkede de benzer bir durum var. Bu yeni Dünya'da "cennet" fiziki bir coğrafya değil, bir tür sanal ilişkiler ve fikirler ağı.
Pratik Olmayan Bir Tavsiye
Nasıl yaparsınız bilmiyorum -pratik tavsiye verecek bir konumda değilim epeydir- ama yurtdışına gidin ve birkaç sene kalmaya çalışın. Türkiye'nin özlenilecek yanları var da, muhtemelen özlediğiniz asıl şey, hiçbir zaman tekrar ulaşamayacağınız bir şey olacak: Geçmişiniz. Nostalji, herkesin ve özellikle de dramatik değişimler geçirenlerin, kapanmayan yaralarına bile isteye bastıkları tuzdur.
Geri dönerseniz bu illa başarısızlık demek değil, bazıları için en doğrusu hatta. Ama vatan sevgisi kamuflajina girmiş nostalji yüzünden dönüyorsanız eğer, bilin ki dönünce kaybedeceğiniz ilk şey odur.
***
Elbette bu ikisini ayırmak kolay değil. Bir fularsız okuyucu bana heimat kavramını anlatıp, ikisinin de aynı pınardan beslenen şeyler olduğunu söyledi mesela. Benim de aklıma, kendisi de oradan oraya sürüklenmiş biri olan Mevlana geliyor:
Last night a friend asked me, “Where is your homeland?”
I said nothing, for what could I say?
My homeland is not Egypt or Syria or Iraq.
My homeland’s a place that has never had a name.
(Nerelisin diye sordular, ne diyebilirdim ki? Mısır, Suriye veya Irak'lı değildim. Benim vatanım, hiç ismi konmamış bir yerdi)
***
Bu meditasyonu, sadece dördüncü dan kara fularlı entellerin anlayacağı bir referans ile bitireyim:
"Rosebud!"