Hepimiz Aynı Lüks Yattayız, İstikamet Venezüela Mı?
Hala benim gibi eski parayla düşünenler varsa: Şu anda 136 bin euro malvarlığı bulunan herkes kağıt üstünde trilyoner. Tekrar edeyim, TRİLYONER.
Çocukluğumda "milyoner" lafı zenginler için kullanılırdı (Kemal Sunal'ın Çarıklı Milyoner filmi 1983 tarihli), "milyarder" de aşırı zenginler için. (Şener Şen'in Milyarder filmi 1986 tarihli, 3 senede çağ atlamışız.)
"Trilyon" kelimesi ise zaten insan zenginliği ölçmek için kullanılmazdı, hatta kelimeyi bilmek bile arkadaşlara hava atma sebebiydi. Şimdi Paris'i, İstanbul'u geçtim, eski Doğu Bloku ülkelerinde mütevazi bir ev sahibi olan herkes trilyoner oldu.
Kısacası aynı gemide değiliz, trilyonerlerle dolu bir VIP yatındayız. Ohh, gelsin buzlu bademler, gitsin şampanyalar...
İki Paralık Bolivar
Dalgasına söylüyorum tabii, tuvalet kağıdı zengini olsan ne olur?
Biraz Venezüela "gerçeksosyalizmbudeğil" Cumhuriyeti hakkında konuşayım. Bunların parası, son bir senede dolara karşı %2 milyon değer kaybetti. Bugün bir çikolata almak için bir çanta dolusu bolivar lazım.
Hiperenflasyon öyle bir şey ki, para elinde durduğu her saat değer kaybettiğinden, onunla anında somut bir şeyler alman gerekiyor. Sıcaklarda eriyen bir çikolata bile nakitten daha istikrarlı.
Tek bir ülkenin değil, koca kıtanın bağımsızlığına kavuşmasının sembolü olan Simon Bolivar'ın ismi, Dünya'daki en değersiz kağıt parçasının üstünde. Nasıl bu hale geldiler?
Cari Dengeler ve Varlık Fonları Hakkında Hızlandırılmış Kurs
"Petrol gelirini halka vereceğim" diye başkanlığa gelen Chavez, bir süre sonra hem özel sermayeyi kontrol altına aldı, hem de devlet bütçesini. Bunu yapmak için kurduğu ulusal kalkınma fonu (fonden), bizdeki varlık fonu muadili: Denetimden uzak bir paralel bütçe.
Normalde, petrol gibi kaynakları olan ve cari işlemler fazlası veren ülkeler (cari işlemlerin en büyük bileşeni ticaret dengesidir, o yüzden biz kısaca "tükettiğinden çok üreten ülkeler" diyelim), ellerine geçen doları ülke içinde harcamamak için bir fon kurarlar.
Bunun kabaca üç sebebi var:
- Volatilite: Ham madde fiyatları değişir. Petrol fiyatı yüksekken kazandığın parayı tasarruf et ki, fiyatlar düşünce yoksul kalma.
- Popülizm: Bu tasarrufu hükümetin kontrolüne verme, yani bütçenin parçası yapma. Dünya'da hiçbir politikacı, o paraları popülist programlara harcamaktan kendini alamaz.
- Rekabet: Elinde dolar biriktikçe, kendi para birimine kıyasla dövizin değeri düşer, ithal mallar ucuzlamış olur (millet aynı maaşla daha fazla iphone alabilir) ve ihracat zorlaşır (yerel parayla beslenen işçilerin maliyeti artıyor). Bu sefer de ticaret açığı verirsin, dışarıya ödeme yaptıkça elindeki dolar azalır, azalan şey değerlenir, kendi paranın değeri düşer ve bu döngü yeniden başlar. Bunu kırmanın yolu, mal sattıkça gelen doların bir kısmını dışarıya aktarmak. Çin hükümeti mesela gidip ABD'ne borç veriyor, onların hazine bonolarını satın alarak, ve böylece kendi işçisinin alım gücü ve maliyeti çok artmıyor.
Biz bunları zaten şuradan biliyorduk değil mi?
Şu anda Dünya'daki en büyük tekil yatırımcı, Norveç'in ulusal fonu. 1990'dan beri, tam 1 trilyon dolarlık birikim yarattılar ve Dünya'daki tüm borsalarda işlem gören hisselerin %1.4'üne sahipler. Sadece 2017 yılında bu fonun getirisi 131 milyar dolardı.
Norveç 5 milyonluk bir ülke, Ankara kadar hepi topu. Neredeyse hiç çalışmadan, sırf bu fonla geçinebilirler. Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar gibi ufak ülkelerin de yüz milyarlarca dolarlık fonları var.
***
Chavez de bunu yapabilirdi, Dünya'nın en büyük petrol rezervlerinden birine sahipti. Ama onun kurduğu fonun asıl amacı, özel sermayeyi ve devleti denetimsiz biçimde devşirmekti. Bu zenginliği akılcı yatırımlara değil, yandaş beslemeye ve popülist projelere kullandılar.
Örneğin 2015'te iç piyasada petrolün fiyatı, galon başına (3.78 litre) sadece 6 sentti. Bunu "halk hizmeti" sananlar şunu anlamıyor: Sudan ucuza petrol satan ülke vatandaşına kötülük yapıyor demektir. Bir malı piyasa değerinden satarsın ki talep normal bir dengeye otursun, gelen gelir de başka harcamalar yaparsın. Ama oy için devlet bütçesinin çeyreğini bu şekilde heba ettiler. Sübvansiyonların gerçek maliyetini kavrayamayanlar için kahraman oldu Chavez.
Zaten ABD ile olan sürtüşmeden ve darbe girişiminden de bolca puan kazandı (en büyük ticaret ortağı ABD olmaya devam etti gerçi). Bu sayede, ülke batarken bile kötü yönetimi değil, dış güçleri suçlayan milyonlar oluştu. Tanıdık geldi mi?
Rekor seviyedeki petrol fiyatları, Chavez'in iktidarda kalmak için yaptığı bu harcamaları ancak karşılayabiliyordu ve ihracatın %95'si petroldü. Yukardaki grafikte petrol dışı ihracatın birkaç milyar doları geçmediğini görüyorsunuz. Yani petrol geliriyle "fon kurup yatıralım" desen zaten yok da, "katma değeri yüksek endüstriler kuralım, başka şeyler ihraç edelim" de yok.
Bilakis, petrolle değerlenen para yüzünden, her şeyi ithal eder hale geldi Venezüela ve üretim yapan yer kalmadı. Petrolün değeri düşünce de, ucu ucuna giden bu sistem patladı.
Bu fiyat düşüşünü de "Amerika'nın oyunu"na bağlayanlar şunu görmüyor: BAE gibi kısa süre önce tamamen petrole bağlı bir ülkenin 2020 hedefi ne biliyor musunuz? Petrol dışı gelirlerini %80'e çıkarmak.
Hele Dubai iyice ilerde: Petrol ve gaz GSMH'nın sadece %5'ini oluşturuyor. Bugün petrol bitse, bu herifler tık demeyecekler. Türkiye'deki muhalif kesimin beğenmediği Arapların kafası, Chavez ve benzerlerinden daha iyi çalışıyordu.
Dünya'nın En Zayıf Mülkiyet Hakları
Fonden giderek daha fazla şeyi içine çekti. Wall Street Journal'a göre, Dünya'daki en zayıf mülkiyet hakları Venezüela'daydı, çünkü Chavez istediği şirketi devletleştirip, bütçe dışına çıkartabiliyordu. Kuvvetler ayrılığı yoktu, yargı onundu. Böyle saçma bir ülkeye aklı başında kimse yatırım yapmadı ve inşaat bile yapılamadığı için emlak krizi çıktı. Ülkenin can damarı petrol üretimi dahi düştü ve halen de düşmekte.
Dışardan gelmeyenlere ek, içerde olup kendini kurtarabilen de kaçtı: Birkaç sene içinde, şirket sayısı 13 binden 4 bine düştü. Özetle:
- Yeni yatırım gelmedi
- Mevcut sermaye kaçtı
- Petrol dışı ihracat çok azdı
- Petrol üretimi düştü
- Ve petrol fiyatı da düştü.
Bu tablonun toplamı bir döviz krizine neden oldu. Sabit kur rejimlerinde ve özellikle bugünün Venezüela'sında, dolar alım satımı serbest değil. Çünkü serbest bırakıldığı anda, millet parasını tuvalet kağıdı alarak değil, dolar alarak korumaya çalışacak. Herkes her yerde dolar kullanınca da, efektif olarak, bir başka ülkenin para birimine geçmiş oluyorsun.
Basamadıkları bir para birimine geçmeyi önlemek için, karaborsada dolar alıp satmanın cezası büyük. Türkiye'yi aratmayacak bir şekilde, Venezüela'da bu işe getirilen suçlama terörizm finansmanı.
Tüm bunların sonucu olarak, Venezüela, sefalet endeksinin tepesinde yer alıyor (detay için grafiğe tıklayın). 2018 tahminlerinde de Yemen'in, Kongo'nun, Mozambik'in açık ara ilerisindeler. Kaçırdıysanız tekrar bakın: Endeksler 26-47 arası, Venezüela'nınkiyse 1993.
"Halk adamları" sağolsun, bugün nüfusun neredeyse %80-90 arası yoksulluk sınırı altında.
Bu tarihte daha kaç defa tekrarlanacak bilmiyorum. Adına ister sosyalizm deyin, ister devlet kapitalizmi, ister korporatizm, ister komünizm, ne derseniz deyin, merkeziyetçiliğin sonu hep felaket. İyi niyetli olsan bile felaket, ama o kadar güç kazanınca iyi niyet de kalmıyor.
Türkiye'nin Venezüela'dan Farkı
Merkeziyetçilik, popülizm, yandaşlar, zenofobi, ideolojik parasal yönetim, kuvvetler ayrılığı, denetimsiz fonlar...hepsi tanıdık geliyordur.
Mesela Varlık Fonu içinde bugün THY, Halkbank, Ziraat, PTT, BOTAŞ, Borsa, ne ararsan var. Tasarrufları değerlendirmek için değil, mevcut zenginliği engelsiz biçimde çarçur etmek için kurulmuş bir düzen.
Bir başka benzerlik: Chavez, petrol fiyatları yüksekken har vurup harman savurdu, bizimkiler de borç para bol ve ucuzken. Herkes AKP'nin kalıcılığını, muhalefetin başarısızlığına, hor görülmüş halka filan bağlıyor, durumu hikayeleştiriyor, lakin ABD'nin faizleri düşürme politikasının etkisi bence her şeyden daha önemliydi.
***
Fakat arada büyük farklar da var. Hatta bazı noktalardan Arjantin'e daha çok benziyoruz. Sosyal yapıyı bilmiyorum ama ekonomik farklar:
- Türkiye tek bir kaleme bağlı değil. Yani petrol-dışı ihracatı öyle 3-5 milyar dolar değil, 150 milyar dolar. Büyük bir ekonomi bu.
- Bunca ihracata rağmen, Venezüela'nın aksine, ticaret açığı var. Hem de dev boyutlarda: 2017'de 60 milyar dolardı. Toplam cari açık da 50 milyar dolar kadar.
- Çünkü Türkiye'nin doğal gazı, petrolü yok (sürpriz!) ve ihracatın ithal girdilere bağlılığı (gerçek sürpriz).
- Yani dolar artınca Türk ihracatçısı olması gerektiği kadar cazip hale gelmiyor, çünkü tüm girdileri kafadan %70 artıyor. İşçisine de daha çok para ödemek durumunda, zira işçinin evinde kulandığı doğalgaz, işyerine gelirken harcadığı benzin hep dolarla.
- "Petrolümüz" dediğimiz turizm geliri 25-30 milyar dolar. Bu da çok fazla artamaz. Lira düştükçe daha çok turist gelir ama bıraktıkları paranın dolar değeri düşük olur. Oysa Suudilerin petrol geliri 150 milyar dolardan fazla. Daha acısı, çölün ortasındaki küçücük bir şehir olan Dubai'nin turizm geliri, yakında Dünya'nın en güzel coğrafyalarından birinde olan Türkiye'nin tüm turizm gelirini geçecek (2020'de 20 milyon turist hedefliyorlar ve bu turistler katbekat fazla para bırakıyorlar.)
- Türkiye'ye yabancı yatırım çok daha fazla olduğu için, yani piyasalarla daha entegre olduğu için, "batması" kimsenin işine gelmez.
Yiğidin Kamçısı, Aptalın Sonu
Venezüela'yı bir kenara bırakalım. Bizim gibi yatırım ve borç alan birçok ülke var. Mesela ABD’nin de 20 trilyon dolar borcu var ama ABD kendi parasıyla borçlanıyor. Daha yakından bakarsak, bu borcun birkaç trilyonu devlet kurumları arasındaki borçlar, birkaç trilyonu da Amerikalı yatırımcıların Amerikan devletine verdikleri. Kalanı da (Çin hükümeti örneğin) elindeki dolar rezervini oraya yatırıyor.
Dolayısıyla ABD en kötü senaryoda, kendi parasını basıp, biraz enflasyona sebep olarak açığını kapatabilir. Yahut vatandaşın üstündeki vergi yükü az, oradan sıkabilirler. Kurumlar arasındaki hesapları maliye oyunlarıyla dengelerler, vs. Bu sebeplerden dolayı kimse dolardan kaçmıyor.
***
Türkiye'nin büyümesi üreterek veya kendi parasıyla borçlanarak değil, döviz borcuyla oldu. Bugün Türkiye'ye her sene 50 milyar dolar net giriş olması lazım. Türkiye'nin tüm yoksulluğunu, tüm eğitimsizliğini, tüm vergilerini, tüm o yetersiz sosyal harcamaları (OECD'de son üçte) düşünün: İşte bu seviyeyi bile tutturabilmek için 50 milyar dolar net giriş gerek her sene.
Üstelik bilerek "toplam ihtiyaç" yerine "net giriş" diyorum, çünkü özel sektörün vadesi gelen önceki borçlarını hesaba katınca, önümüzdeki sene gereken döviz tam 240 milyar dolar. Yani bu ülkeden 240 milyar dolar bir şekilde çıkacak. Bu ödemeler de gün gün belli. Arz-talep dengesindeki gerçek talep bu işte.
***
Oysa biz daha geçen seneki cari açığı telafi edememiştik. Mahfi Eğilmez şurada dökümünü yapmış: 2017'de gereken paranın üçte ikisi "sıcak para" yoluyla girmiş -ki bu istenen bir şey değil, sıcak para girdiği gibi çıkar- ve %17'si ise hiç bulunamadığı için rezervlerden yenmiş.
Geliş(me)mekte Olan Ülke Girdabı
Türkiye, klasik bir emerging markets girdabına kapılmış vaziyette:
- Zamanında bizim gibi riskli ülkelere gelen yatırımcı artık çıkış yapıyor, yenisi de gelmiyor.
- Dolar Euro azaldıkça, yerine kendi dövizini koyamıyorsun (petrol satmadığın, fazla ihracat yapamadığın, ve rezervlerini yemiş olduğun için). Yani talep var ama arz yok.
- Dövizin değeri artınca, vadesi gelen döviz bazlı borçların maliyeti yükselmiş oluyor. Yani geçen ay 100 bin liraya denk gelen dolar borcu olan şirket, bu ay onu ödemek için 130 bin lira bulmak zorunda...
- ...ki zaten orijinal 100 bin lirayı da ödeyemiyordu, ortalama tahsilat süresi 83 günü bulmuştu (Çin ve Yunanistan'ın ardından Dünya 3.'süydük ve o da Mayıs ayının haberi.)
- Bu ortamda şirketler ya batıyor (daha çok işsizlik) ya da hükümet tarafından kurtarılıyor (daha çok kamu borcu). İktidara ne kadar yakınsan, borcunu vatandaşın üstüne yıkmak o kadar olası.
- Bu güvensizlik hem yabancıyı daha çok korkutuyor, hem de içerde kalanları da dolara yöneltiyor ve başa sarıyoruz.
- Ve tüm bunların üstüne bir de Erdoğan etkisi var: Artık insanlar, Dünya'da eşi benzeri olmayan "faizleri arttırmak enflasyonu arttırır" teorisine gülüp geçmeyi bırakıp korkmaya başladılar. Yani yönetimin, miting alanlarında aşırı popülist ama kapalı kapılar ardında yeterince rasyonel olduğu varsayımı çöktü. Ekonomi bakanlığına damadın gelmesi, Güler Sabancı gibi tipler karşısında lise 1 seviyesinde Powerpoint sunumları, vs...
Asıl Soru: Neden Bu Kadar Gecikti
Bu ölümcül girdap ilerledikçe bir kırılma noktasına yaklaşılır. Yani riskli ülkelerden kaçışlar öyle lineer olmaz, yavaş yavaş başlar sonra bir anda çorap söküğü gibi gelir her şey. (Borsadaki stop-loss'ların devreye girip, akıntıyı sele dönüştürmeleri gibi).
Bu kırılma noktalarının yüzeysel tetikleyicileri olabilir (Amerikan papazı) ama zaten her halükarda gerçekleşmesi kaçınılmaz bir şeyden bahsediyoruz.
***
İşin açıkcası, ben asıl Türkiye'nin bu kadar dayandığına şaşıyorum. Sanırım Dünya'da para aşırı bollaştığı için bu kadar saçmasapan ülkelere bile gelmeye devam etti. Bu sistemin çarklarından olan kredi kuruluşları, tıpkı 2008 krizinde yaptıkları gibi, çalan müziğin biraz daha uzaması için lakayıt davrandılar.
Allah aşkına şu devletin nasıl yönetildiğine bir örnek: Türkiye'nin Haziran ayındaki bütçe açığı 25.6 milyar lira. Diyanet denen ve 150 bin tane üretmeyen erkeği beslemekten ibaret kurumun rekor seviyedeki bütçesiyse 8 milyar. Yani diyaneti tümden kapatsanız, anca Haziran'ın ilk 10 gününü kurtarıyorsunuz.
Kredi kuruluşları bu devlet açıklarını veya önceden bahsettiğim özel borç stokunu görmüyorlar mıydı? Görüyorlar ama herkes lastik patlamadan kazanacağı 3-5 kuruş komisyonun peşinde işte. (Bu arada yanlış anlaşılmasın, "kredi kuruluşları düne kadar suskundular" demiyorum, bayağıdır notumuz aşağıdaydı. Ben sadece "onların tepkisi bile geç kalmıştı" diyorum)
***
Ben uzman olmadığım için, kimsenin 2015'ten sonra Türkiye'ye yatırım yapmayacağını sanmış, üç beş kuruş kalan paramı da 2016'da dışarıya çıkarmıştım. Bu yüzden son iki senede bir miktar faiz geliri kaybetmiş oldum ama kafayı yemediğime değdi.
Sonuçta bu Amerikan papazı filan işin magazin kısmı, bir günah keçisi, bir öcü sadece. Durumun bu noktaya geleceği basit bir matematik hesabıydı. Buyrun Mayıs'tan bir yazı, tahminden ziyade başka kavramları da anlatmıştım:
Amariga'nın Oyunları
Bu yazıyı okuyanların çoğunun "ülkemize operasyon yapılıyor" kafasında olmadıklarını varsayıyorum. Bu söylev, sıçıp batırmış her popülist rejimin sığınağıdır. Fakat etrafınızda buna inananlar varsa diye 4 basit grafik vereceğim. Sonra da Trump'ın akılalmaz hamleleri ve Çin hakkında bir iki laf edeyim:
1) Doların son bir aydaki genel değeri: Pound, yuan, euro karşısında neredeyse aynı. Yeniden ambargo başlattığı İran'ın parası karşısında %6, ambargoyu sıkılaştırmak istediği Rusya'nın rublesi karşısında %8 değerlenmiş. Herhangi bir ambargoyla filan uğraşmayan lira karşısında ise %29 değerlenmiş.
Yani Türkiye'ye karşı özel bir savaş varsa, diğerlerinin hayli hayli yıkılmaları lazım. Yok "dolar her yerde artıyor" deniyorsa, hani başka %29 düşmüş para birimi?
2) Lira açısından bakarsak: Aynı para birimlerinin her birine (dolar, pound, euro, yuan, ruble, riyal) karşı değer kaybı %20-%32 arası. Yani hepsi birden artıyor. Demek ki emperyalistler doğusuyla batısıyla bir olmuş, bize saldırıyorlar (!)
3) Lira ve aşırı dandik para birimleri: Meşhur Haiti gurdesine, Suriye pounduna, Irak dinarına, Küba pesosuna ve Kuzey Kore wonuna karşı dahi %28-29 değer kaybı var. Tek istisna bolivar (Bu paraların bir kısmı doğrudan dolara endeksli de fikir aynı).
Yani ABD ile her ay karşılıklı "bonbaların ucuna taramalı takar, sizi yokederiz" diye atışan ülkelerden bahsediyoruz artık. Onlara karşı bir "ekonomik savaş" yok veya varsa da bu kadar etkili değil, ama nedense "güçlü Türkiye" -ve sınırsız açık büfe başkanlık sayesinde daha da güçleneceği vaadi verilmiş Türkiye- porselen bebek gibi kırılmış.
4) Alacaklar: Türk bankalarının borçları ile alacakları arasındaki makas çok açık. Bu bankalara kim borç veriyor? Kardeş ülke Venezüela veya Arjantin vermiyor, "dış mihraklar" dedikleri yerler veriyor. Bunlar da gidip bile isteye onlardan borç alıyorlar bu arada.
Şimdi, Türkiye'ye dünya kadar para gömmüş diğer bankalar neyi amaçlıyor olabilirler? Bunların CEO'ları, her gece gizlice Opus Dei şatolarına buluşup, Türkiye'nin tamamen batmasını planlıyor olabilirler mi?
türk bankaların yabancı bankalardan ("dış mihraklardan") alacak ve borçları. üst tablo özel bankalar, alt tablo devlet bankaları. kırmızı çizgi borçlar, lacivert alacaklar. makas muazzam.
— insan (@marlboroinsani) August 12, 2018
not: batmamız, başta biz, kimsenin işine gelmez. özellikle alacağı olan "dış mihrakların." pic.twitter.com/6DTO9WoRxG
Trump'ın Gümrük Çıkışı
Ne yazık ki ülkenin muhalif kesiminde de nedensellik ilkesi ve temel ekonomi bilgisi pek yaygın olmadığından, "Amerika da az değil ama" diye bir laf araya sıkıştırıyorlar hep, ne olur ne olmaz. İşte Trump'ın yaptığı son gümrük vergisi çıkışı bu hikayelere inananlara iyi bahane oldu.
İşin açıkçası, Trump'ın cezalandırıcı vergilerinin mantığını bilmiyorum. Arkaplanda, yani ABD iç politikasında, bir korumacılık dalgası (serbest ticaret karşıtlığı) almış başını gidiyordu. Ekseriyetle Çin, Rusya ve AB hakkındaydı bu. Türkiye'yi de buna dahil etti, "lira çok düştü, haksız rekabet yaratıyor, kendi üreticilerimizi korumalıyız" bahanesiyle vergi koydu. Halbuki krizin derinleşmesi ve yerel paranın daha da düşmesi demek bu. Yani ABD ihracatçısına yararı değil, zararı var.
***
Şöyle bir rasyonel plan düşünebiliriz: Kriz derinleşirse, Türkiye'ye borç vermiş AB bankaları alacaklarını tahsil edemezler. Yani Trump bunu, AB ile arasındaki mücadelede bir koz olarak kullanıyor olabilir.
Ama ABD'nin son 1.5 senede ne kadar kaotik ve amatörce yönetildiğini gördükten sonra, buna dahi pek ihtimal vermiyorum. Muhtemelen Trump, Halkbank davasını filan geciktirerek Erdoğan'a jest yaptığını, şimdi de papaz olayıyla kazık yediğini düşündü, hırs yaptı.
Her neyse, bunların içyüzünü bilmemize gerek yok, kafa yordukça da "bak işte üstümüzde oynanan oyunlar" algısı iyice yerleşecek. Halbuki Trump bugün ölse veya Erdoğan'ın vücuduna Daron Acemoğlu'nun zihni girse, yine de Türkiye'nin durumu değişmiyor.
Peki seçmeni oyalamak için Batı'ya milliyetçi atarlanmalar yaparken, diğer yandan gidip ne yapıyorlar?
Çin Malı
Çin'den medet umuyoruz. Piyasayla takıştıktan, ABD'den gümrük yedikten, IMF'ye zaten kapıyı kapadıktan sonra, elinde hiçbir koz olmadan, başkasının kapısında dilenmek kadar aptalca bir strateji olabilir mi?
Onca milliyetçi tatavanın sonu bu: Başkasına domalmak. Bugün Çin olur, yarın Rusya, ertesi gün Katar, vs. ABD veya AB olmadıktan sonra her şey güllük gülistanlık sanki.
Fakat sormuyorlar ki önerecek neyimiz var? Borsa İstanbul'da işlem gören tüm hisselerin toplam değeri 122 milyar dolardı, o da 5 gün öncesinin kuruyla. Sadece Apple'ın neredeyse onda biri yani. Çin bugün çıldırıp, "tamam kardeşim, her şirketinizi satın alıyoruz" deseler bile, cari açığı 2 sene bile kapatamıyorsun. Varını yoğunu satsan statükoyu 2 sene uzatamıyorsun yani. Bu rakamların ABD'yle, papazla filan bir alakası yok.
Sonuçta, bir Çin uydusu olmamızı düşünmesi komik (özellikle bunca milliyetçi retoriğe ters olduğu için) ama dümen öyle kolay çevrilmez, Türkiye AB'nin yörüngesindedir, ticaretin ezici çoğunluğu oraya bağlı.
Apple 1 trilyon dolar piyasa değerine sahipken, Borsa İstanbul'daki tüm şirketlerimizin toplam değeri 122 milyar 700 milyon dolar. Sorun konjuktürel değil, yapısal. Türk Lirasının değer kazanması için insanımıza yani eğitime, bilgiye, inovasyona yatırım yapmalıyız. pic.twitter.com/fNvM0MDlhu
— Av. Görkem Gökçe (@avgorkemgokce) August 7, 2018
Reçete?
İdealde: Acil kredi (IMF dahil), faiz arttırımı, ağır devlet tasarrufu, MB özerkliği, cari açığı düşürecek önlemler (enerji tasarrufu), yazılım gibi katma değeri yüksek işlere teşvik, sosyal güvenlik reformu, iş yapmanın kolaylaşması, hukukun üstünlüğü (özellikle mülkiyet hakları açısından), vs.
Pratikte? Pratikte yok arkadaşlar bir reçete; gidebilen gitsin, gidemeyen de kendini ağaca çiceğe ilime bilime filan versin (gidenler de versin gerçi, bunlar güzel şeyler). Size umut satanlara inanmak isteyeceksiniz, insan doğası böyledir, wishful thinking diye bir şey var, ama umut matematiğe çare olamaz.
Bu ülkenin, borsasında işlem gören şirketlerden daha fazlasını, ederinden daha ucuza yabancılara satması gerekecek. Bu da tedavi için değil, birkaç sene daha rahat nefes almak için.i
***
Paul Krugman bugün şunu yazmış (birazdan eleştirisi gelecek): "Kısa vadede sermaye kontrolü (yani paranın giriş çıkış kontrolü) ve seçici borç reddi lazım. Uzun vadede de akılcı bir faiz ve tasarruf politikası...Bu dengeyi tutturmak zaten çok zordur, ama Erdoğan Türkiyesi'nde iyice imkansız görünüyor."
Ben Türkiye'nin Venezüela olacağını sanmıyorum. Bizim, onların aksine 150 milyar dolarlık petrol-dışı ihracatımız olması, kur krizine doğal bir tavan getiriyor (ithalat-ihracat döngüsü). Mahfi Eğilmez de Krugman'ın sermaye kontrolü önerisini eleştirmis, "biz Tayland değiliz, çünkü dalgalı kurda olduğumuz için spekülatif ataklara daha dirençliyiz" demeye getirmiş.
Lakin her halükarda, kur stabilize olduktan sonra, dev enflasyon, işsizlik ve vergiler kaçınılmaz. "Kendinize bir viski koyup rahatlayın" diyeceğim ama zaten onu bile yapamadığınız için durum bu kadar vahim.
7/ TR'nin şu anki cevabı çok ilginç:
— Immanuel Tolstoyevski (@imTolstoyevski) August 14, 2018
Hem serbest piyasaya devam (dalgalı kur, sermaye kontrolü yok).
Hem bankalara devlet güvencesi (özel borçların sosyalize olması).
Hem de "bu konularda çok konuşanı içeri tıkarım".
Liberalizm, sosyalizm, faşizm, hepsini bir arada yaşıyoruz.
Şaka gibi ama bu ülke haketmediği bir "refah" yaşıyordu, ve şimdi hem o geçici dönemin, hem de onyıllardır düzelmeyen yapısal sorunların hesabını ödüyor. Bunu bir nesil boyunca ödeyip kurtulsak neyse, bir de üstüne gittikçe artan bir sığ milliyetçilikle ve 2+2 = 5 demeye dünden razı milyonların delüzyonlarıyla boğuşacağız.
Ne diyeyim, bari boş zamanınız varsa İngilizce'nin yanında Mandarin de öğrenin, ne olur ne olmaz.