Beşinci Senfoni Eşliğinde bir Avrupa Yürüyüşü
Budapeşte'deydim. Kale civarındaki sanat müzesini gece açık tuttukları özel günlerden biriydi. Tablolar ve heykellerle çevrili ana holde güzel bir kadın caz söylüyordu.
Müze, heykel, caz...Bu kelimeler nasıl bir "tablo" canlandırdı kafanızda? Orta yaş üstü entel takımı şarap kadehlerini tokuşturarak... Ben doğru tabloyu çizeyim:
Her çeşit insan var. Kimi öğrenci, kimi emekli. Kimi şık, kimi salaş. Kimi aval aval dev avizelere bakıyor, kimi her bir ufak tabloyu dakikalarca inceliyor. Kimi caz melodilerine ritm tutuyor, emprovize olduğunu umursamadan, kimiyse balkondan Tuna'nın üstünde danseden Parlamento ışıklarını izliyor.
İçerde bir sahne, mikrofon, hoparlör yok. Holün avizesi altında ışıldayan tek bir kadına, gölgeler içinden birkaç enstrüman eşlik ediyor sadece. Bu sadelikle, iki adımlık bir mesafeden, çekim alanına giren herkesi bambaşka dünyalara götürüyorlar.
Ne güzel kadın. Tüm kadınların en az yarısı güzel zaten. Kusursuz bir Photoshop güzelliği değil, doğal, asimetrik, pürüzlü, kanlı canlı bir güzellik. Rousseau mutluluğun sırrını üç şeyle özetlemişti: "İyi bir banka hesabı, iyi bir aşçı ve iyi bir sindirim sistemi". Sonuncusunun en önemli şey olacağı bir yaşa gelene kadar, benim için mutluluk, güzel binalar arasındaki güzel parklarda dolaşan güzel insanlar olsa gerek.
O gece kimse müzeye yargılanmak ve yargılamak için gelmemiş. Kimse kimsenin kıyafetini süzmüyor. Makyaj, takı, saç spreyi, topuk gibi yapaylıkları çıkarınca kütleleri %50 azalmıyor. İş çıkışı eşleriyle, kadın kadına, hatta tek başlarına gelmişler. Çünkü birkaç senede bir "kültür kotasını" doldurmak için zoraki ve gösterişe yönelik bir aktivite değil bu, günlük yaşamın bir parçası. İnsan süpermarkete tek başına, sade biçimde ve ufak beklentilerle gidebiliyorsa, niye bunu bir sanat müzesi için yapamasın?
Kız arkadaşım yanımda, bana impresyonizmle ekspresyonizm arasındaki farkları anlatıyor resimler üzerinden. Bilgisini kanıtlamak için kuru kuru anlatmıyor bunları, seviyor, heyecanlanıyor. "Kendi ülkemden en sevdiğim realist ressam işte" diyor. "En popüler tablosu bu, ama benim favorimse şu köşedeki". Bir sanat tarihi öğrencisi değil, ekonomist.
Bu konularda iyi bir temelim olmadığı için, sonradan üstüne çıktığım derme çatma bilgilere sık sık bakım yaptırmam lazım, her seferinde kendime tekrarlamam lazım Monet ile Manet arasındaki farkı.
Düşünüyorum, benim en sevdiğim Türk ressam kimdir? Bilmiyorum. Romantizm veya realizm akımından olanını hiç bilmiyorum. O nereden biliyor bunları, arkadaşları nereden öğrenmişler, hiçbiri kontes gibi şatolarda yetişmemişken?
Bizde prensesten, paşadan bol yetişen bir şey yok, ama vasıfsızlık diz boyu. Kendi denklemime bakıyorum: İlgili bir aile + iyi bir eğitim + 18 sene = tam bir sığır. Türkiye'nin en iyi otlaklarında da yetişsen, büyük ihtimalle kültürel derinliğin rakı masasının, mangal sehpasının boyu kadar olabiliyor (18 yaşında da rakı masasında konuşacak neyimiz varsa artık). İstisnalar var elbet, ben onlardan biri değildim. Sonradan, bana öğretilen saçmalıkları unutabildikten sonra, kendi çabamla gerçekten bir şeyler öğrenmeye başlayabildim. Olduğu kadar işte.
Müzedeki çoğu eserin kökü antikiteye uzanıyor. Nasıl ki Roma'yı bilmeden siyasal tarihi ve hukuku anlamak zor, Yunan'ı ve Hristiyanlığı bilmeden de kültürün anca köpüğünü tadabiliyor insan. Sadece zenginlerin veya akademisyenlerin degil, herkesin özüne sinmiş ortak bir miras olması lazım. Mesela drama bu mirasın bir parçası olduğu için, bu sadece iyi okullarda alınan bir ders olarak kalmıyor, insanların sıradan bir Perşembe akşamı yaptığı sıradan bir şey oluveriyor. 2000 sene önceki bir Atinalıyla aynı şeylere heyecanlanmak güzel bir his. Bu yüzden de "the" tiyatro yok, tiyatrolar sokağı var.
ABD bu ortak miras işini yapay olarak desteklemek için, okullara common core standardı getirdi. Biri Sant Fe'de, diğeri Miami'de doğmuş iki çocuk karşılaştıkları zaman, mesela Voltaire, Shakespeare, Turgenev, Poe'dan oluşan bir ortak zeminde anlaşabilsinler isteniyor. Eski Ahit'e, 1001 Gece Masalları'na, Salinger'a, Maya yaratılış mitine tamamen hakim olamasalar da onlardan haberdar olsunlar isteniyor.
Ben Türkiye'nin bir diğer ucunda doğmuş olan bir yaşıtımla hangi ortak zemine sahibim? Din dışında, cumhuriyet öncesine giden ne gibi bir kültürel bağımız var? Halbuki bu topraklarda da insanlar asırlarca müzik çalmadılar mı, yemek pişirmediler mi, şiir okumadılar mı, ritüeller icat etmediler mi? Bırak cumhuriyet dönemi öncesini, çoğumuzun 60'larla bile bir bağı yok. Sanki Dünya son 30 senede yaratılmış gibi yaşıyoruz. Şehirlerimizin tarihiyle övünürken, o şehirlerin neredeyse tamamının 30 yaşında bir beton yığını olduğunu unutuyoruz. Amerikalılar aya çıktıklarında, benim ailemin yarısının nerede ne iş yapıyor olduğunu bilmiyorum. Ondan bir nesil öncesine gitsen kimsenin kimseden haberi yok.
Tutunduğumuz 3-5 dal da, 90'lardaki liberalleşme silindiri altında ezildiler, kalanını da Internet fırtınası savurdu. Geriye kaldı milyonlarca iyi niyetli sığır. Hiç bir toplum bu değişimlere tamamen bağışıklı değil ama ben komşu şehirdeki adamla bir ortak bağ bulamıyorken, bir İspanyol bir Polonyalı'yla aynı meclis altında, Ode to Joy melodilerinde birleşebiliyorsa, bu silindirlerden ve fırtınalardan aynı miktarda etkilenmeyeceğimiz açık.
Olası bir Ortadoğu birliğinin, bir hilafetin veya bir pantürkizm rüyasının marşları neler olurdu acaba?
Caz konseri bir koroyla bitiyor. Hemen herkes çocukluğunda şarkı söylemiş, katılıyorlar. Solfej bilmem, enstrüman çalamam, dans edemem. Yani bazısını yaparım da, yapamadığım gerçeğinin üstünü yarım yamalak örtecek kadar, zevk alacak kadar değil. Oysa bunlar, adı üstünde, birer zevk değiller mi?
Müzik bitti, içki tükendi, müze kapanıyor. Heykellerle dolu avludaki esinti, insanları çıkışa itiyor yavaşça. Son bir kez manzarayı içime çekmek için duruyorum. Bir bina topluluğuna "manzara" diyeceğimi eskiden düşünemezdim. Bizde manzara eşittir Boğaz (veya genel olarak deniz) çünkü çirkin şehirlerde büyüdük. Taa İtalya'ya gitmem gerekmişti binaların da güzel olabileceğini, olması gerektiğini anlamak için.
Kelimenin tam anlamıyla sudan ucuz olan şarabın etkisiyle mi bilinmez, buradaki yıkık dökük eski binalar, yüzlerce ışıltılı Dubai gökdeleninden daha güzeller gözümde. Şehirleri gibi, kültürel dünyaları da çöl olan insanları "en" ile kandırmak ne kolay! Dünya'nın en büyük alışveriş merkezi, en yüksek binası, en geniş otoyolu, en derin akvaryumu, en pahalı oteli, en altın tuvaleti, en en en... Bir tek "en köklüsü" eksik. Dünyadaki tüm para, o sıfatı kazanmaya yetmez.
İnsanlar dağılıyorlar artık. Kalabalık var ama itiş kakış yok. Hareket var ama gürültü yok. Trafik var ama korna sesi yok. Arabaya verecek parası olmayan insanlar, bisiklet veya tramvayla evlerine dönüyorlar. Yarın kalkıp, kendi sorunlarıyla mücadele edecekler. Bazısı yenilecek pes edecek, bazısı zar zor direnecek. Aptal olanları aptallıklarına, kötü olanları kötülüklerine devam edecek. Bir cennetten çok uzak olan bu tablodaki insanlar, akşam dönünce, televizyon karşına yıkılmak veya gösterişli arabalarla caddeleri turlamak yerine, lezzetli şaraplarla, her milletten erkek ve kadınlarla, eski binaların arasındaki güzel parkların içinde, kasıntı olmayan sanat veya seyahat veya seks veya bilmemne muhabbetleriyle bir gün daha yaşayacaklar.
Siena'da, Brugge'de, Salzburg'da sabahları bir saat yürüyüp, sırf zevkine 5. senfoniyi dinlemek... Ona bu kadar yakın olup da bir o kadar uzak olmak, ve hep uzak kalacağımızı bilmek asıl canımızı sıkan. Neyse, en azından sıkıntımızı, bir sahil kordonunda, sırf zevkine Zeki Müren dinleyerek avutma lüksüne sahibiz.
2014'te ekşi sözlükteki bir yazımın yeniden hayal edilmiş hali