Macaristan'da bir Cenaze, Avusturya'da bir Noel, Türkiye'de bir Yılbaşı

Macaristan'da bir Cenaze, Avusturya'da bir Noel, Türkiye'de bir Yılbaşı

(Medium'da okumak isteyenler buraya)


Ölüm

Her zamanki hikaye: Hayat dolu biriydi, kanser onu zamansız yakalayınca günden güne eridi, bazen tedavi sonuç verir gibi oluyordu ama bunlar geçici rahatlamalardı. Öldüğünde tanınmayacak haldeydi.

Her zamanki avuntular: Neyse ki etrafına fazla çektirmeden gitti, neyse ki giderayak torun sahibi olmanın zevkini tattı, neyse ki...

Ama her zamankinden farklı bir cenaze: Mezarlık tıka basa dolu, belediye başkanı var. Arkadaşımın babası alt tarafı bir öğretmendi, nereden çıktı bunca insan?

*** 

"Alt tarafı bir öğretmenin" görece kısa bir yaşamda bile kaç ayrı kişiye dokunduğunu kolayca tahmin edemiyor insan. Dev zincirlerin şubeleri dışında, bu ufak şehirdeki tüm kepenkler kapalı, herkes burada.

Bizim cenazelerde "eulogy" geleneği yok sanırım. Benim katıldıklarımda hocalar baskındı, sözü pek kaptırmıyorlardı. Burada ise defin öncesinde yakınlar sırayla birer hikaye anlatıyor, övgü dolu şeyler söylüyorlar. Hikayeleri anlamadığımdan, biraz dolanmaya çıkıyorum.

 

Hrıstiyan mezarlıklarını oldum olası çok severim. Gündelik hayatın parçası birer park gibiler. Birbirinden değişik mezarlara bakarak, ölenlerin ailesi hakkında senaryolar yazıyorum. Parlak olmayan ama temiz bir haç görürsem mesela, zevk ve terbiye sahibi bir aile hayal ediyorum. Dana gibi mermer platform döşenmiş, 5 kişilik yer kaplamış, üstüne de fotoğraf işlenmiş mezarlar, yeni zengin görgüsüzlerin olmalı. Sürekli etrafına bir şeyler kanıtlama ihtiyacı yaratan o aşağılık kompleksi, son nefeste dahi bitmemiş.

"Eski para" ailelerini ise bunlardan ayırt etmek kolay: Klasik motiflerle süslenmiş mini-anıtları var. Merkezinde ölen kişi değil, soyut bir hikaye. Bunlara bakınca gözümde bir soylu ailesi canlanıyor, öyle dük filan değil de bir baron ailesi mesela. Ünvanlarını ve servetlerini son yüzyılın devrimlerinde bırakmış ama elitlikleri baki kalmış trajik figürler.

***

Hatun giriyor koluma, beni başka bir mezara götürüyor. Tüm mezarlıktaki en bakımsızına. Üstünde hiçbir şey yazmayan bir kaya parçasından ve önündeki toprağı ele geçirmeye üşenmiş bir iki sarmaşıktan ibaret. Hayal meyal hatırladığı babasının mezarıymış. Zamanında parasızlıktan ahşap bir şeyler yaptırabilmişler anca, o da yağmurlarda çürümüş babanın anısı gibi. Ailenin kalanı da geliyor. Bu mezara bakınca hayal edeceğim bir aile gibi değiller. Belki diğerlerine de haksızlık yaptım.

Sarmaşıklara biraz su ve palinka dökülüyor, belli ki her sene yapılan "bu sene kesin şu mezarı yenileyelim" muhabbeti çevriliyor ve sonra cenazeye dönüyoruz. Konuşmalar bitmiş, defin yerine gidiliyor. Aradaki 200-300 metrelik yolun tamamının iki yanına öğrenciler dizilmiş, çiçek dağıtıyorlar. Sanıyorum ki çiçekleri açık mezara atacağız. Ama öğretmenin yeni komşuları da gösteriş meraklısı olduklarından, patikaya taşan dev mermerleri kalabalığın geçişini önlüyor. Onun yerine, daha açık bir alanda çiçekler için ayrılmış ayrı bir kaskete gidiyoruz. Orada aileye başsağlığı ve mutlu yıllar diliyorum ama Macarcam iyi olmadığından, "lezzetli meyve suları" da dilemiş olabilirim ("evek" yerine "levek").

***

Çıkışa doğru yürüyoruz. İlerde tanıdık bir yüz. Yanımdakilere dönüp "amma da benziyor Viktor Orban'a" diyorum. "E o zaten" diyorlar.

Macaristan Başbakanı. Öyle normal bir başbakan da değil, ülkedeki tek adam, yükselen Avrupa sağının en başarılı ismi, ejderhaların babası, zincirlerin kırıcısı. Muhalefete göre ise kısaca, "Avrupa'nın Erdoğan'ı" olmaya en yakın kişi.

Ve bu insan orada, ufak bir şehrin buz gibi soğuğunda, eskiden tanıdığı bu öğretmenin cenazesini bozmamak için en arkalarda duruyor tek başına. Ne bir kamera var, ne bir koruma. Yanında "sivil" olabilecek birileri dahi yok. Bir metre mesafedeyim, uzansam makas alacağım o muhafazakar gıdısından. Ancak çıkışta dışarda bekleyen korumaları görünce ikna oluyorum adamın başbakan olduğuna.

Avrupa'nın Erdoğan'ı? O "Avrupa'nın" kısmı çok şeyi değiştiriyor.

***

Bazı insanların yaşı ve suratı kafamızda hep fikstir, özellikle de bize en yakınların. Annem ve babam, çocukluklarını en son hayal edebileceğim insanlar mesela. Cenaze sonrası okulda verilen ufak davette, projektörle duvara yansıtılan fotoğraflara, videolara bakınca bu aklıma geldi. Bazıların yarısında benden genç, güçlü, mutlu bir adam görülüyor. Ölenle aynı kişi mi bu?

Arkadaşımla, babası hakkında konuşma fırsatını bulduğumuzda da bana ilk bahsettiği şey buydu: "Hayattayken, senelerdir ölüme yakın olan hali kafama kazınmıştı. Ancak öldükten sonra hatırlayabildim gerçekten yaşamış olan babamı".

Cenaze gibi ritüeller bu yüzden önemli sanırım. Hep denir, cenazeler ölen için değil, geride kalanlar içindir. Bugün geride kalanlar, öğrencilerini sınıfça dağ gezilerine götüren, karısını kucaklayıp denize atan, güreş turnuvalarında madalya kazanan o adamı geri kazandılar.

 

Doğum

"Absürd!"

.

.

Cenazeden, Noel'i hatunun ailesiyle kutlayacağımız Avusturya'ya giderken, aklımdaki kelime buydu. Dışarısı kar kış olduğu için olsa gerek, 30 derece güneşli havada İsa'nın doğumunu kutlayacak bir Güney Amerikalı'yı düşündüm. Belki de tam o anda, ne kendi ülkesinde ne de İsa'nın yaşadığı İsrailde bulunan çam ağaçlarıyla salonunu süslüyordu. Alt tarafı birkaç yüzyıllık bir Alman geleneği, 2000 sene ve 4000 kilometre ötedeki bir doğumun sembolü olmuş. (Allah bilir şimdi aranızdan bir botanist çıkar, Galilee Gölü'nde bulunmuş bir çam fosili gösterir)

Bir diğer sembol olan Noel Baba, Türkiye'nin güneyinde yaşamış ve muhtemelen hayatında kar, kızak ve geyik görmemiş bir rahipten esinlenme. Demre'nin ortasında kışlık kırmızı-beyaz kıyafetiyle dikilen o dev heykel, absürdlüğe adanmış bir anıt olmalı.

(Bu arada meşhur "Noel Baba'nın imajını Coca Cola yarattı" iddiası yalanmış, başkaları da daha önce kullanmışlar bu imajı ama Coca Cola'nın yaygınlaştırdığı kesin)

 

Zaten 25 Aralık İsa'nın doğumgünü de değil ve bunu tüm Katolikler biliyor. Gününü bırak, yılı bile tutmamış, İsa 1. yıldan önce doğduğundan (Sıfırıncı yıl diye bir şey olmadığına uzun yıllarca kafam basmamıştı). Bu 25 Aralık tarihi, Avrupa'daki pagan kış festivallerinden devşirme. Yeni bir bayram yaratmaktansa mevcudu Hrıstiyanlaştırmak daha kolay. Farzedin Osmanlı'da 19 Mayıs Vahdeddin'in doğumgünü olarak şenliklerle kutlanıyordu, sonradan o tarih Atatürk'ün doğumgünü ilan ediliyor ve herkes orjinal halini unutuyor.

Pagan festivallerinin o tarihlerde yapılmasının nedeni de, o haftada gündönümü olması. Tarım toplumlarında bayramlar, hasat zamanlarını veya baharın gelişini müjdeleyen astronomik olaylara endeksli. Mesela Roma'da yılbaşı 25 Mart. Baharın ve hayatın tekrar başlangıcını, gece ile gündüzün eşitlendiği ve gündüzün "kazanmaya" başladığı tarihte kutluyorlar. Nevruz da bu yüzden Mart'ta.

(Geç öğrendiğim bir kırıntı: Yıl Mart'ta başladığı için Aralık'ın İngilizce adı December (decem: 10). Keza November (novem: 9), October (octo: 8), September (septe: 7). Ağustos ve Temmuz aylarının da orjinalleri böyle ama sonra Julius Caesar ve yeğeni Augustus Caesar gibi ağır toplar tarihin sahnesine çıkınca, "July" ve "August" uydurulmuş)

Peki şimdi niye Ocak 1 gibi astronomik olarak manasız bir tarihte yılbaşını kutluyoruz? Yine bu Roma'lılar yüzünden. Bizzat Julius Caesar yılbaşını bu tarihe taşıyor. Roma'nın bürokratik takvimi Ocak'ta başladığından (konsüllerin atanması) ve January'nin isim babası Janus olduğundan (bir yüzü geleceğe veya başlangıca, bir yüzü geçmişe veya bitişe bakan iki suratlı Tanrı) bu değişim çok rastgele değil. Ama bence asıl nedeni, Caesar'ın bir devrim yapıyor olması. İmparatorluğun her yanında ayrı tarihlerde ayrı bir şeyler kutlanırken, "Roma'nın resmi takvimi" yoluyla devletin otoritesi dayatılıyor. Pek başarılı olamamış tabii, bürokratik takvimle "kültürel" takvimler yanyana devam etmişler yüzlerce sene.

***

Ilk Noel pazarına girer girmez bu düşüncelerim buhar olup gitti. Antropoloji, tarih güzel şeyler ama ışıl ışıl süslenmiş Noel pazarlarındaki tarçınlı sıcak şaraplar daha güzel, hele yanında güzel bir sosis gömünce insanın aklı gidiyor. Bu Noel pazarı işini en iyi Germen halkları beceriyor. Zaten hemen her şeyi en iyi Germenler beceriyor (Acaba Almanlar Almanlıklarından haz alıyorlar mıdır?) 

Aslında biz sezon açılışını çoktan yapmıştık. Hatun "afedersiniz Hrıstiyan" olduğu için, Noel'den önceki 1 ay boyunca (Advent) her Pazar bir mum yaktık. Bunu yaparken huşu içinde, İsa'nın gelişini ve günahlarını düşünmen gerekiyor. Biz ise mumları yaktıktan hemen sonra mumun aslında ne kadar güzel bir şey olduğunu, daha sık mum yakmamız gerektiğini farkediyorduk. Acaba yeni mumları yandaki bit pazarından mı alsam, şehir dışındaki dev IKEA'dan mı, "bulutlarda" yaşayan ve Tanrı kadar sonsuz Amazon'dan mı sipariş etsem? Bu seçimlerle dolu bir Dünya'da, günahları düşünmeye pek vakit kalmıyor.

 

Zaten en dindarlar bile, Advent döneminin sonlarında bu bit pazarı-IKEA-Amazon şeytan üçgenine kapılıyorlar, çünkü hediye telaşı başlıyor. Noel gecesi o hediyeler çam ağacının altına, biblolardan yapılmış "Nativity Scene"in yanına tepelenecek, tüm krediyi hiç haketmediği halde Noel Baba alacak, tüm hesap da bize yıkılacak. O yüzden bu sene ailecek dedik ki, kimse kimseye hediye almasın, onun yerine bir hikaye paylaşsın, bir resim anlatsın, bir şarkı söylesin. Ben de Noel günü öğle yemeğinde "altruism" (karşılıksız iyilik) hakkında bir şeyler anlatmaya karar verdim.

O gün geldi çattı. Tüm aile ve komşular toplanmış, 20-25 kişi yemek yiyoruz. Güzel başladım. İngilizce bilmeyenlere çeşitli dillerde simultane çeviriler yapılıyor, ortam BM güvenlik konseyi gibi. Konuyu İsa'nın iyilik dolu mesajlarına, "sana tokat atana diğer yanağını uzat"ına filan bağlayacaktım ki yine dayanamadım, Allahsızlığı yayma kürsüsünden millete sesleniyormuşçasına evrimden girdim, nörolojiden çıktım. 

Bu sahneyi komik yapan asıl şey, hatunun üvey babasının eski misyoner oluşu. Afrika'da 30 sene Katolik öğretileri yaymaya uğraşmış adam, şimdi benim "Allah yok din yalan" konulu konferansımı dinliyor Noel günü. Neyse, tatlı bir şekilde sonunu bağladık, kimse kimsenin kafasını kesmedi. Zaten şarapları çekmişiz, karnımız tok, herkes mutlu. İşte bu yüzden alkol ve hatta ot, dinlerin önemli bir parçası olmalı. Kalbi güzel olmayan dahi, kafası güzel olduğu sürece ne mezhep savaşıyla uğraşır, ne de cihadla.

Başkaları da kendi "hediyelerini" sunduktan sonra, akşama doğru şarkı safhasına geçildi. Herkesin favorisi Stille Nacht. 6-7 dile çevirmişler, hepsini teker teker söyleyeceğiz, Türkçe de var. Başladık Almanca, İngilizce, İspanyolca (ortamda İspanyolca konuşan olmadığını şarkının sonunda öğrendik, biri trollemiş)...Sıra Türkçe versiyonuna geldi, herkes bana bakıyor ama elimdeki çeviri o kadar kötü ki, hiçbir satırında yeterli hece yok, bazılarını rastgele uzatmak gerekiyor. Uuuuuuzun geeeece, huzuuuuurluuu uyuuuuu...İster istemez 3 seviyeli kanon oluştu. Ben bir noktada pes ettim zaten, sadece öksürmeye başladım. Hayatımın en huzursuz şarkısıydı. 

***

Gece boyunca kimse telefonuna bakmadı veya selfie çekmedi. Zira girişte telefonlar bir sepete bırakılmıştı, silah bırakır gibi. Kim düşünmüşse helal olsun, kendi evimde de deneyeceğim bunu. İnsanın eli boş kalınca ağzı ve kulakları çalışmaya başlıyor, yanındakiyle iletişim kurabiliyor.

Bu ruh haliyle birkaç oyun oynadık. Almanlar bu "board game" konusunda da çok ileriler. Bir tanesinde oyuncular madenci ve sabotajcı olarak ikiye ayrılıyor ama kimse birbirinin kimliğini bilmiyor. "Mafya" oyunu gibi. Sonunda, 10 oyuncu içindeki 4 sabotajcıyı deşifre ettik ve madendeki altına ulaşabildik. Gayet zevkli, bir daha oynayalım dedik. Yine her birimiz rastgele kimlik kartlarımızı çektik. Ve ikinci oyunun sonunda ortaya çıktı ki aynı 4 kişi tesadüfen tekrar sabotajcı olmuş.

O an masadaki kimyagerle gözgöze geldim ve bakışlarımla dedim ki "biz bu olayın ihtimalini tam olarak hesaplayamazsak bu gece uyuyamayız". Aktive edilmiş robotlar gibi, aynı anda masadan kalkıp sessizce kalem kağıt bulduk, oturduk o kafayla permütasyon hesabına. 10 kişi içinde, sırası önemsiz biçimde, belli bir 4 kişilik grubun seçilme ihtimali 210'da 1. Aynı grubun ikinci kez seçilme ihmali 44100'de 1. Bir Noel mucizesi! Herkese buluşumuzu yaydık, o gazla bir round daha yiyip içtik.

(Tabii sonradan farkettim, yanlış şeyi hesaplamışız. Bulduğumuz tam da o 4 kişilik grubun iki kez üstüste seçilme ihtimaliydi. Oysa illa o dörtlünün olması gerekmiyor. Başka bir grup da iki oyun üstüste tesadüfen seçilse, biz aynı şekilde şaşıracaktık. O yüzden "mucize"nin asıl ihtimali 210'da 1 idi. Su üstünde yürümek kadar olmasa da yine de fena değil)

 

Araf

saturnalia.jpg

 

Biz Noel'i oyunlarla, yemeklerle, hikayelerle ve birliktelikle kutlarken Türkiye'yi düşündüm: 1000 sene boyunca Hrıstiyan dünyasının merkezi olmus topraklarda, şimdi en yaygın Noel kutlaması AVM'lerin çam ağaçlarını tekbirlerle kuşatmak. Noel'in gerçekten nasıl kutlandığından bağımsız, tamamen şekle şemale yönelik bir saldırı ve onu dahi beceriksizce yapıyorlar. Akıllarınca Müslüman mahallesinde salyangoz sattırmıyorlar ama aslında yaptıkları, tarihi Hrıstiyan mahallesinde bir İslam peygamberinin doğumgününün kutlanmasına karşı olmak. İşin daha kötüsü, diğerleri de bu tahammülsüzlüğü o kadar kanıksamışlar ki, "Noel'e saldırmayın" değil de "Noel ile yılbaşı farklı şeyler" diyorlar.

Fakat zaten adamlar yılbaşına da karşı. Romalılar yılbaşına orjilerle girerlerdi. Biz o Roma hakkında yüzlerce belgesel, dizi, kitap yarattık, uzaya çıktık, yapay zekanın dibine geldik, ama bırak orjiyi, müzik ve alkolle yılbaşına girmeyi tartışıyoruz. 

Bunu İstanbul'daki gece klubü saldırısını yapan(lar) için demiyorum, o saldırıya tepkisi "su testisi su yolunda kırılır" olan daha büyük bir grup için diyorum.  Onların derdi "yılbaşının tüketim kültürüyle yozlaşması" gibi bir eleştiri değil. O, benim gibi birinin yapacağı bir eleştiri olurdu.

(Gerçi benim yılbaşı gecesi hakkındaki düşüncelerim başka. Ertesi sabah, sokaklardaki kırık şişeleri ve çöp yığınlarını görünce, Purge filmini veya Westworld'u anımsıyorum. Normalde ayıp sayılan şeylerin bir günlüğüne "serbest" olması, insan için iyi mi acaba?) 

Onlar sadece ABD'nin Coca Cola'sına değil, Papa'nın yarattığı Gregoryen takvime, Almanların çam ağaçlarına, paganların kış festivallerine, İsa'nın pasifizmine, benim o yemek masasında atıp tutmamı sağlayan hoşgörüye de karşılar. Sen çoğunlukken, "Mekke'nin Fethi" gibi zorlama kutlamalara müsamaha gösterirsin, ama onlar çoğunlukken senin yılbaşına izin vermezler. Bırak karşıtlığa müsamahayı, ideolojileriyle alakadar olmayan tek bir metrekarelik düşünsel ve eylemsel alan bırakamazlar. Totaliterler, varoluşun "totaline" hakim olmak isterler.

***

Muhtemelen bunları başka yerlerde de okursunuz. Benim asıl ilgimi çeken daha da başka bir grup var. Bunlar ne tetiği çekerler, ne de tetikçiyi tasvip ederler. Hatta belki sessiz bile kalmaz, üzülürler. Ama o tetiği eninde sonunda çekecek bir Tanrı'ya -ve hepsinden önemlisi- onun haklılığına inanırlar.

"Benden farklı olan ve kimseye zararı dokunmayanlara karışmayın" diyorlar ama işi tam tadında bırakacakken dipnotu ekliyorlar: "Allah hariç, o karışabilir. Ve bunları yapmalıdır da".

Alkol alan, zina eden, hacca gitmeyen sevdiklerinizi bekleyen kaderi düşünmek, her insanın vicdanında bir yük. Bu yüzden beyin bu düşünceleri ayrı bölümlerde tutuyor. Fakat tüm engellere rağmen bu düşünceler çakışınca, kişi oluşan gerilimi azaltmak için inancını değiştiremediğinden (bu kendi kimliğinin reddi olur), onu iyice doğrulamak zorunda kalıyor. Örneğin sevdiklerinin rastgele bir cezaya "maruz" kalacaklarına değil, cezayı "hakettiklerine" inanıyor...."Ve bunları yapmalıdır da".

Benim korkum şu ki, insan bu tepeyi aşınca, "su testisi su yolunda kırılır"a doğru yokuş aşşağı bir yol gözüküyor. Herkes hemen yuvarlanmıyor ama giden de gidiyor. Öteki dünya için hafifleyen vicdanlarla, bu dünyada ağırlaşan demir ökçeler arasında fazla sıkı bir bağ var.

Ne Olacak Bu Memleketin Hali 4: Borçlar, Harçlar, İşler, Güçler

Ne Olacak Bu Memleketin Hali 4: Borçlar, Harçlar, İşler, Güçler

Ne Olacak Bu Memleketin Hali 3: Büyüme(me)

Ne Olacak Bu Memleketin Hali 3: Büyüme(me)