Ermeni Soykırımı Hakkında Tarihle Alakasız Düşünceler

Ermeni Soykırımı Hakkında Tarihle Alakasız Düşünceler

 

Adettendir, soykırımsporluyum ama soykırımı değil, soykırımı tartışmayı tartışacağım. Yazının kalanını okurken, beni soykırımı reddeden bir adet Yusuf Halaçoğlu olarak canlandırın, bir şey değişmeyecek.

1915 yılında Dünyanın bir köşesinde yaşananların teknik olarak soykırım tanımına girip girmemesi çok ilgimi çekmiyor. Tazminat gibi pratik endişeler de. Benim sevdiğim kısım işin psikolojisi: Daha evrensel ve daha absürd.

Önce soykırım kabulünün psikolojisinden başlayalım: Bunu açıkgörüşlü ve duyarlı olabilmek için geçmemiz gereken bir test olarak görürsek, çoğumuz sınıfta kalırız. Çünkü "acınızı paylaşıyoruz"un ötesine geçip, gerçek bir fedakarlığa katlanmayacağız. Mesela Ermenilerin toplumda yükselmeleri için onlara okullarda, devlet dairelerinde kota ayıran, affirmative action benzeri bir uygulamaya destek olmayacağız. Camiye dönüştürülen kiliselerini, cebimizden para vererek tekrar kilise yapmayacağız. Gasp edilen işyerlerinden kar payı vermeyeceğiz. Toprak vermeyeceğiz. Bir iki park bahçeye isim vereceğiz o kadar. Ne de olsa isimler bedava. Ve bedavaya, kendimizi barbar bir kalabalığın arasında kalmış aydınlık insanlar olarak görmenin zevkini tatmış olacağız.

O "barbarların" çoğu da zaten bunları görüp, kafalarındaki Damat Ferit benzeri stereotiplerle birleştirerek, soykırım reddine iyice abanıyorlar. Onlara göre ancak "ikiyüzlüler", "ezikler", "omurgasızlar" veya düpedüz "hainler" soykırımı kabul edebilirler. Niye?

Burada kök sorun, atalarımızın şerefi ve milli gurur gibi kavramlar aracılığıyla, kendini tartışmanın ortasına koymak. Halbuki görece barış, konfor ve bilgi içinde büyüyen bir insanın onurunu, 100 sene önceki cehaletle, yoklukla ve din bazlı ötekileştirmeyle yetişmiş atalarının eylemlerine endekslemesinden hayır gelmeyeceği çok açık.

(Yeterince geriye gidersek, en asil olanımızın bile soyu bir katile, hırsıza, tecavüzcüye, yobaza ve aptala dayanıyor. Şanslıysanız sadece birine...)  

Olayları tartıştığını sanırken, soyunu sopunu ve onlar üzerinden de insan olarak kendi değerini tartışan, ve bunun farkında dahi olmayan birinin önceliği doğruya ulaşmak değil, ahlakının onanmasıdır. Bu yüzden de karşıtlarını, farklı fikirleri olan geçerli rakipler olarak kabullenemezler. O karşıtlar ne kadar "ezik", "omurgasız", "ikiyüzlü" veya düpedüz "hain" olurlarsa, kendileri tanım itibariyle o kadar ahlaklı olacaklar.

(soykırım kabulünü uygarlıkla özdeşleştirenlerde de benzer bir mekanizma işliyor, ama bu görüş lehine devlet sponsorlu bir propaganda olmadığı için, o kadar şiddetli değil).


Buraya kadar az çok standart dinamikler. Fakat bazen bu ahlaki üstünlük ihtiyacı, güç sarhoşluğuyla garip bir dansa girişiyor. Ne de olsa "biz" galip geldik. Burası bir Ermeni yurdu değil artık. Kalan Ermenilerin de Türkten farkı kalmadı. Ortada ambargo filan da yok. Kısacası: Koyduk mu?

Zalimliğin zehrini, çoğu zaman kaçamak bir sigara gibi içine çeker insan. Ama sayıca üstünlüğünden cesaret alıp, göstere göstere içmek isterse, bunun yolu yine karşıtlarını tam bir insan değil, bir insan-altı görmekten geçer: "Soysuzların soyu olmaz ki soykırım olsun" der mesela.

"Herkesin atası yapar ama benim atalarım öyle şey yapmaz" ile "x cihana hükmettik, onu dize getirdik, bunu vergiye bağladık, şunu cariye yaptık" aynı kafatasında varolunca böyle garip tanım değişiklikleri elzem oluyor:

  • Atina'da vatandaş demokrasisi vardı ama halkın %90'ı "tam vatandaş" değildi.
  • "Tanrı herkese hayat, özgürlük ve mutluluğu arama hakkı vermiştir" diyen ABD kurucu babalarının sahip olduğu köleler, "herkes"ten sayılmıyordu.

  • Bugün Kürt veya Suriyelilerle ilgili tartışmalarda da tam insan olmadıklarını ima eden bir dil görmek kolay. Milyonlarca insan, yıllar değil aylar içinde, kardeşlik masallarından "onlar ceset değil leş" notasına geçti (ölüleri bile tam insan ölüsü değil).

Savaş bazen gereklidir ve bir günde çıkabilir ama nerede duracağını bilmek her zaman gereklidir. Diskur bu kadar kısa sürede bu kadar değişirse, insan bu durağı kaçırıverir, çünkü özeleştiri yeteneğini yitirmiştir. Neden her adımda "acaba hala haklı mıyım, halen daha iyi bir alternatif yok mu" diye sorgulayasın ki, karşındaki tam bir insan değilse?


Karakterimizi kefil ettiğimiz her tartışmada, taraflara paralel olarak, fikirler de siyah-beyazlaşırlar.

Aşırı bilimsel grafik #1: Soykırım olmayan şiddetin integralini alın, soykırım kriterini aşan kısmıyla karşılaştırın. (kaynak: neresi biliyorsunuz)

En basit haliyle 1800'lerin sonlarından başlayan, 1915 ve Varlık Vergisi dönemeçlerinden geçen, hatta Hrant Dink'e kadar uzanan bir tartışma sahası düşünün: Bu saha içinde milliyetçiliğin Osmanlı topraklarına yayılması da, Rus işgali de, Müslümanlara yapılan zulüm de, devlet kapitalizmi bağlamında yabancı malvarlığı gaspı ve bir türlü düzeltilmemesi de var.

Soykırım, bu sahanın ortasında toprağa çizilmiş bir çizgi. Zamanla, sahanın neresine bastığının önemi kayboluyor, sonra sahanın kendisi de kayboluyor, sadece çizgi kalıyor geriye ve tek soru onun hangi tarafında olduğun. 

Tarihçilerin çoğu çizginin diğer yanında. Bernard Lewis gibi 1 milyondan fazla Ermeni'nin katledildiğini yazan ama soykırım etiketini reddedenlerin dediği de şu: "Hayır, biz çizginin doğru tarafındayız ama zar zor. Bastığımız yer de epey çamur"

"Sadece vahşet ve gasp varmış" diyen tarihçileri kullanarak ambargolardan ve tazminatlardan kurtarmak mümkün, ama Türklüğünden utanan omurgasızlara karşı milletinin onurunu kurtardığını düşünmek absürd.

Soykırım etiketini reddeden herkes bu absürdlüğe düşmüyor ama çoğunluk için, sadece duymak istediklerini söyleyenler satılmış değiller. Ve onları dahi tamamen dinlemeye tahammülleri yok. Duymak istedikleri kısımları alkışa boğarken, kalan kısımlar da o alkışlarda boğuluyor.

Beşinci Senfoni Eşliğinde bir Avrupa Yürüyüşü

Beşinci Senfoni Eşliğinde bir Avrupa Yürüyüşü

Her Terör Saldırısı Sonrası Gelen Fiks Soru: "HDP'ye Oy Verenler Şimdi Ne Düşünüyorlar?"

Her Terör Saldırısı Sonrası Gelen Fiks Soru: "HDP'ye Oy Verenler Şimdi Ne Düşünüyorlar?"