Fantastik Referandum Propagandası Afişleri
Geçenlerde Türkiye'ye geldim. Bir süredir yoktum ve epey bir süre daha gelemeyecek olma ihtimali artmış olduğundan, şöyle hakkını vererek son bir "Ne Olacak Bu Memleketin Hali" muhabbeti yapmak ve gerekli sucuk stoklarını sağlamak için geldim. Girişte beklediğim manzara şuydu:
Gerçi nereye gidersem bu manzarayı bekliyorum, çok iyimser bir yapım var. Türkiye'ye has olan beklentim ise daha ziyade şuna benzer bir beton yığınıydı, zira uçaktan ilk görünen o oluyor:
Gelgelelim, sanırım Matrix'te bir kayma oldu ve benim Oceanic havayolları uçağı 1984'e gitti. Bizim zaman çizgimizdeki 1984'e değil, diğerine. Kendime geldiğimde etrafım bunlarla sarılıydı:
Ve en garibi: Sanırım boğulup karaya vurmuş olan Aylan Kürdi'yi resmetmeye çalışmışlar. Fakat Poseidon gibi denizden çıkmış Erdoğan'ın, onu geri denize çağırması epey sürreal. Hem duygu sömürüsünün dibi, hem de çok ters biçimde yapılmış:
Tam Saha Pres
Bu resimler, Kızılay metrosundaki "sanat galerisinden". Gerçi Kızılay kalmadı artık, resmi adı "15 Temmuz Kızılay Milli İrade Meydanı Metro İstasyonu Sanat Sergisi". (Her toplum kendi mitlerini sürekli olarak yaratır ama bari kısa bir şey bulsalardı. Bak, Amerikalılar yeniden inşa edilen Dünya Ticaret Merkezi'ne "Freedom Tower" diyorlar, gayet rahat).
Bunlar gibi 15-20 yağlıboya tablo var. Ortamda -yani Ankara'nın merkezinde- içinde Erdoğan olmayan tek şey, belediye başkanının (he-who-must-not-be-named) kitabının boy boy afişleri:
Ya Büyük Birader'e, pardon, Büyük Usta'ya bakacaksın ya da küçük enişteye. Bir solcunun gözlerinin, Coca Cola reklamları arayacağı tek senaryo bu sanırım.
***
Aslında bu tam saha pres, daha havaalanındayken başlamıştı: Bağlantı uçağını beklerken çay içiyorum, NTV haber açık, tam 40 dakika Erdoğan'ın mitingini canlı yayınladılar. Bayram değil, seyran değil. Daha da devam ediyordu da, uçak dayanamadı kalktı artık.
Bunun normal olduğunu sanan milyonlarca insan yetişiyor. Sadece AKP'lilerden bahsetmiyorum, 20 yaşlarındaki bir muhalif de bunu kanıksamıştır artık. Şurada detayları verilmiş, Mart 2017'nin ilk 20 günü, TRT dahil 17 ulusal kanalda, parti başına alınan süreler:
Erdoğan ve AKP'nin toplamı, cehape zihniyetinin aldığı süreden tam 10 kat fazla. Iki mislinden daha az oy alıyorsun, 10 kat fazla propaganda gücün oluyor, hem de bazısı senin verginle finanse edilmiş.
Bu arada HDP'nin aldığı süre ise benim aldığım ile aynı: 0. Bir HDP'li, terörü lanetlemek için bile ekrana çıkamaz, resmen silindiler, 1984 diliyle "unperson" oldular.
***
Sokakların da farkı yok: Kaç gündür dolanıyorum, bir tane "HAYIR" reklamı görmedim. CHP genel merkezinin üstünde bile "BELKİ" pankartı var. Sadece ara ara İzmir Marşı çalıp kaçan öğrenciler var etrafta, gerilla taktiği uyguluyorlar. Ama mesela her gün şu adamı görüyorum, çok yakınlaştık, aileden biri gibi oldu:
Yoğun Gündemle Başetmenin Yollarında değinmiştim, çıkıp bu abiyi aramanıza, gündemi aramanıza gerek yok, onlar sizi gelip buluyorlar. Güneşten UV ışını alır gibi, durduğunuz yerde gündem radyasyonuna maruz kalıyorsunuz. O yüzden demiştim, "bir de üstüne haber izlemeye, twitterda aranmaya gerek yok" diye.
***
Var Mısın Yok Musun?
Fakat bu propaganda makinesinin asıl gücü, her yeri Erdoğan'la donatırken, onu daha da uzaklaştırması. Ekranların, panoların, podyumların ötesinde varolmuyor sanki. Mesela son katıldığı tartışma programını hatırlayan var mı? Ondan, tamamen kontrolünde olmayan ortamlarda bulunmasını kimse beklemiyor yıllardır. Müthiş bir disiplin bu.
Büyük Birader hem her yerdeydi, hem de hiçbir yerde.
Şimdi 91 yılından bir nostalji saati: Erdal İnönü, Doğu Perinçek, Necmeddin Erbakan, Bülent Ecevit, Süleyman Demirel ve Mesut Yılmaz, aynı masadalar ve bazılarınızın hayatında görmediği bir üslupla konuşuyorlar:
2014'teki Cumhurbaşkanlığı kampanyasını yürüten reklamcı Erol Olçak'a, neden önceki siyasiler gibi tartışma programlarına katılmadığı sorulunca, önce baştan çalışılmış cevabı vermişti ("Diğer liderler Erdoğan'a hakaret etti") sonra da asıl cevabı: "Başbakan'ın karizmasına neden ortak olsunlar ki?"
Bakın, bu sanıldığı kadar pragmatik bir sebep değil. Mesela şunu demiyor: "Buna ihtiyacı yok, galip ayrılsa bile ona yararı dokunmaz. Sadece kaybedecek bir şeyi olur". Aynı bahane, 1500 tane seçim kazanmış ve hükümet kurmuş Süleyman Demirel için de geçerli olurdu.
Halbuki daha ideolojik bir bakış var burada: "Erdoğan, onların eşiti değil" (cumhurbaşkanlığından önce de).
Ancak muzaffer komutanlara veya kutsal liderlere bahşedilen bir "siyaset-üstülük" ile siyaset yapabilme lüksü bu. Erdoğan'ı aynı masada bir başkasıyla eşit olarak hayal edememek, oluşturulan birey kültünün bir başarısıdır.
***
Yukardaki iki resim arasındaki fark neden önemli?
Hemen oracıkta, yuvarlak masa etrafında memleket meselelerine pratik bir çözüm bulacak olmalarından değil elbet. Siyasi tartışmaların büyük kısmı samimiyetsiz şovlardır nihayetinde. ABD seçimleri her dönem daha da büyük bir sirke dönüşüyor mesela. Fakat insanların göstermelik yaptıkları şeyler de önemlidir, bir anlam ve değer yaratırlar.
"Semiotics", yani göstergebilim alanına meraklı olduğum için biraz abartıyor olabilirim, ama bence tartışma podyumlarının yüksekliğinin, masanın yuvarlaklığının, liderler arasındaki mesafenin, stüdyodaki dekorun sadeliğinin izleyende bıraktığı etki, demokrasi ve uzlaşı kültürü hakkında verilen onca vaazdan daha kuvvetli.
***
"Çiftbaşlılık Gidiyor, Çiftdüşün Geliyor"
Genelde Orwell'e ve 1984'e atıfta bulunmak, işin doğası gereği bir abartıdır. Bir tespitten ziyade, geleceğe yönelik bir uyarıdır.
Fakat bugün iş biraz daha ciddi, abartı biraz daha az. Zira tek benzer yan, "her yerde"lik ve "hiçbir yerde"lik değil. Dilin kullanımı da epey garip. Kampanya afişlerine bir bakalım. Önce içi boş çerezler...
Bunların içi boş, çünkü herhangi bir parti tarafından kullanılabilirler. CHP'nin de benzer bir reklamı var, kız çocuğunun geleceği hakkında olan hani. İnsanlar bu sloganların içini kendileri doldururlar.
Zaten asıl önemli olan içerik de değil, çift vurgunun yarattığı etki: birlik-dirlik, millet-bayrak, vatan-devlet... Ritim duygusundan öte bir şey değil. Bir sonraki örnek daha ilginç:
Muhalefetin asıl derdini, yani tüm gücün tek elde toplanmasını, pozitif bir şekilde sunmuş. Hemen hemen tüm düzgün rejimlerin mihenk taşı olan kuvvetler ayrılığı da çiftbaşlılık ile özdeşleşmiş. Buna İngilizcede "spin" denir, "çevir kazı yanmasın" misali.
Fakat sonraki örnekler de "spin" dahi yok:
Bunların hiçbiri için rejim değişikliği gerekmediğini geçelim. "Torba yasası" misali, kulağa hoş gelen şeyleri de araya katarak, asıl konuyu sulandırmak asıl amaç. Fakat o amaca giden yol bir garip, iyice "Orwellian" olan kısım bu.
- Yani OHAL ile ülke yönetenlerin, sıkıyönetimi kaldırmasının, "savaş barıştır"dan çok farkı var mı?
- Her gün anayasayı çiğneyen bir yönetimin, cumhurbaşkanının iyice korunmaya alınmasını, "cezai sorumluluk" diye satması, en az bir "özgürlük köleliktir" kadar fantastik değil mi?
- Yetkileri azaltılmış ve kolayca feshedilebilecek bir meclisin "güçlü" olması, "cehalet kuvvettir"e denk bir paradoks değil mi?
(Şu son madde hakkında ufak bir not: Vekil veya yargıç sayısının arttırılması, demokrasi tarihi kadar eski bir taktik. Hem patronaj ağın büyüyor, hem de muhalefetin gücü sulandırılıyor. Enflasyon gibi. Devlet parayı basınca, senin cebindekinin değeri de azalır)
Ve son üç afişimiz:
Bunlardaki taktik daha sinsi: "HAYIR" denmesini gerektirecek en popüler nedenleri bulmuşlar ve onlardan kaçmak yerine, konuyu saptırmak yerine, bizzat onları "EVET" nedeni olarak kullanmışlar.
Yetkiyi tek elde toplamak, Dünya tarihinde hangi demokrasiyi güçlendirdi, hangi yargıyı bağımsızlaştırdı?
Merkez Bankası ile faiz kavgası veren, en büyük ticaret ortağıyla (AB) ideoloji kavgası veren hangi rejim yatırımcı çekti?
Bu soruların tereddüt yaratmasına izin verme. Normalde alınmaman gereken bir mekana, kendine güvenerek dalmak ve hızını kesmeden yürümek gibi bu. O anda seni tartan insanların gözlerinin içine bak ve tekrar et:
"Savaş barıştır, özgürlük köleliktir, cehalet kuvvettir"