Post-Referandum Stres Bozukluğu

Post-Referandum Stres Bozukluğu

(Geçen gün yanlışlıkla bunun müsveddesini siteye koymuşum, farkedince sildim ama RSS sayesinde okuyanlar olmuş. Yine de bu sefer ucuz kurtulmuşlar. Bazen fantezilerimi, rüyalarımı, alışveriş listemi de ekliyorum o notlara... Neyse, Medium versiyonu burada).
 

PRSD

Eskiden "shell shocked" diye bir tabir kullanılırdı, savaştan dönmüş ama onun bir parçasını da beraberinde getirmiş olanlar için. Şimdilerde PTSD deniyor (post trauma stress disorder). Kulağa daha bilimsel geldiği için, teşhisin kendisi bile rahatlatıcı sanki:

"Demek literatürde yer etmiş, öyleyse yalnız değilim". 

Biraz da bu yalnız olmama ihtiyacı yüzünden sanırım, olur olmadık her şeye uyarlanıyor PTSD. Trump'ın seçilmesine dahi: Post Election Stress Disorder: Is It a Thing?


Halbuki bizim "post-referandum" durumu biraz farklı. Yıkıp geçmiş bir fırtınadan ziyade, artçıllarıyla devam eden bir deprem gibi. Referandum hem bitti, hem de #hayırdahabitmedi. Sürekli kayan bir mücadele zemini (YSK, AYM, AİHM, NASA, NBA...) ve yeni hainler var. Aşırı politize ve "trollize" bir medya da, bunları her gün yankılıyor. Travma sonrası, travmanın kendisinden kötü.

Oysa Trump ABD'sinde, Brexit İngiltere'sinde ve -neredeyse- Le Pen Fransa'sında yaşanan depremlerin artçılları bu kadar şiddetli değil. Hala sistemin parametreleri içindeki değişimler bunlar, "kırılma" değiller.

Yoksa ABD'de gerçek bir anayasa değişimi için (amendment), hem senatonun, hem alt meclisin üçte iki çoğunluğu lazım. Bu meclislerin nasıl seçildiğini bilenler, zaten sırf bunun bile ne kadar zor olduğunu görüyorlardır (bilmeyen de Donald Trump ile Amerikan Siyasetine Giriş'in ilk kısmına baksın, kısa kısa maddeler halinde yazmıştım). Fakat bu da yetmiyor, eyaletlerin dörtte üçünün ayrıca onayı lazım. Hem merkezi ele geçireceksin, hem de yereli ikna edeceksin.

 

Demokrasi vs Cumhuriyet

Bizde elbette bu derece bir kuvvetler ayrılığı olamaz. Coğrafyamız ufak, nüfusumuz daha homojen, en önemlisi de tarihsel sürecimiz çok farklı. Fakat kıyas yapmak yine de yararlı:

Zaten tek bir meclis var, baraj sistemi sağolsun o meclisi de ele geçirmek görece kolay, ve içini dolduranlar da seçilmeyip atandıklarından, bağımsız değiller. Yani sadece %40 oyla, merkezdeki tek bir kişi, referanduma dahi gitmeden anayasayı kökten değiştirecekti neredeyse. Ülke yıllarca bunun eşiğinde yaşadı ama kanıksamışız.

Bu uçurumla aramızdaki o incecik tamponun da HDP olması ayrıca bir şanssızlıktı. Nitekim bunlar tasfiye edilirken, "teröristleri mi destekleyeceğim, su veren itfaiyenin..." diyenler, yetmez ama evetçilerinkine benzer bir rol oynadılar. Vesayet nefretinden ötürü AKP'yi iktidar yapmak yerine, PKK nefretinden ötürü RTE'yi sultan yapmak. Bambaşka denklemler, aynı sonuç.

HDP'den sonraki ikinci tampon olan referandum yasası da ayrıyeten sakat, basit çoğunluğa dayalı olduğundan. Yani öyle bir sistem ki, %40 ile rejim değişikliği teklifi veriyor, %50 ile de onu kökten değiştirebiliyorsun. Kalabalıkların tahakkümü bile değil bu.

Demokrasi ile demokratik cumhuriyetin farkı burada yatıyorNasıl ki temel haklar mutlak çoğunlukla dahi alınamıyor, anayasa da basit çoğunlukla değişmemeli. Seçimlerin %100 güvenli yapıldığı ülkelerde dahi.

 

Bokun Üstündeki Tüy

Yolsuzluğu doğrudan ölçemediğin için algısını ölçersin, hani bizim 75. sırada olduğumuz corruption perception index'in yaptığı gibi. Seçimlerin de güvenilirliğini doğrudan ölçmek zor ama güven algısını ölçmek kolay. Muhtemelen çoğunluk bu konuda karamsar. Ve muhtemelen bunların çoğu, demokrasinin daha da zayıflamaması amacıyla hayır verenler. İnanmadıkları bir sistemden geriye kalanı korumaya çalışanlar.
 

Gerçi, sisteme inanmayanlar dahi muhtemelen bu kadar bariz bir usülsüzlüğü beklemiyorlardı. Bunca yıldan sonra ülkenin bizi hala şaşırtabilmesi ilginç. Bu bir evlilik olsa, Türkiye ideal koca adayı: "Ona küçük sürprizler hazırlayın. Büyük de olur. Mesela seçimin ortasında, seçim kurallarının değişmesi, hem de yetkisiz bir kurum tarafından".

Şampiyonlar Ligi finali oynanırken, Uganda futbol federasyonu "3 korner 1 penaltı olacak" diye karar alıyor ve zorla sahaya girerek bunu uygulatıyor.

Tabii asıl büyük usülsüzlük, referandum günü olan değil, tüm süreç boyunca yaşanandı. Önceki yazıda ufak bir kısmına değinmiştim: Her iktidar, milletin parasıyla ve sözde milletten aldıkları yetkiyle, millete kendi propagandasını yapar. Her iktidar, muhalifi kendi parasıyla rezil eder. Ama AKP bu işin bokunu çıkardı, tüyü de referandum günü dikti.

 

Yalancı İkilem

Dolayısıyla bu merkeziyetçilik, bu parti tüzükleri, bu referandum yasaları, bu adalet, bu seçim süreçleri dururken, sadece seçim günü hilelerine odaklanmak abes, "uzatmayın işte, her halükarda AKP kazanacakmış zaten" diye oy hesapları yapmak iyice abes. Kat kat bokun üstündeki kat kat tüyler.

Ama asıl sorun bunlar dahi değil. "Daha ne olabilir" dediğinizi duyar gibiyim. Başka şeyler de duyar gibiyim, biraz sessiz olun...

Sorun, bir geleceğin olmaması. Referandum denen bu yalancı ikilem, aydınlık ile karanlığın arasındaki bir kırılma noktasından ziyade, kötü ile daha kötü arasındaki geçiş sürecinin bir parçası.

Bugün uzaylılar gelip Tayyip'i kaçırsa (yasal uyarı: darbe planı değildir) ve kalan AKP'liler ete para vermeyip birbirlerini yeseler de, geriye kalacak tablo şu:

  1. Hile hurdadan bağımsız biçimde bu referandumda EVET demiş bir %50. ("Troll" veya "ölümüne reisçi" tiplerin sosyal medyada sesleri çok çıkıyor ama çoğunluğu normal insanlar. Komşuların, ailen, iş arkadaşların yani)
     
  2. Düzelmesi imkansız bir ekonomi. (Nedenlerini uzunca anlatmıştım, sadece şu üç paradoksal örnek bile yeter: aşırı borçlanmaya rağmen benzerlerine oranla yavaş büyüme, işgücüne düşük katılıma rağmen yüksek işsizlik, çok vergiye rağmen az sosyal harcama ve dolayısıyla düşük insani gelişmişlik)
     
  3. Tamiri en az bir nesil sürecek kurumların yokluğunda, felaket bir eğitim sistemiyle mahvolan ve hala fazla hızlı artan bir nüfus (mülteciler de nüfus artışının bir parçası).


Bu tabloda "muasır bir medeniyet" geleceği görmek, Avrupa'yı titretecek yeni bir Osmanlı görmek kadar gerçekdışı. Bu yüzden de uzun zamandır, tavsiye isteyenlere tereddütsüz "imkanın varsa yurtdışına git" diyorum.

Ama bu demek değil ki mücadele önemsiz. Dün referandum önemliydi, bugün muhalif bir sermaye oluşturmak önemli, yakın gelecekte de cumhurbaşkanlığı seçimleri önemli olacak. Zira ben sadece "memleketi kurtarma" motivasyonunu sorguluyorum. Kaçıp gitmek isteyenlere biraz daha zaman, kendini Türkiye'ye demirlemişlere biraz daha oksijen sağlamak da mücadeleye değer bir amaç. 

 

İnekler ve Öküzler

Medeniyetin bir sarkacı var. Tıpkı doğal habitatlardaki gibi, kaynaklar ve imkanlar arttıkça "yumuşuyoruz".

  • İnancın ve göze alacağın riskler azalıyor (Oyumu kullanır kullanmaz, sosyal medyayı ve haberleri kapatıp dağlara çıktım. Öküzlerle siyaset tartışmaktansa, milka inekleriyle bön bön bakışmak daha rahat. En azından süt veriyorlar).
     
  • Bir davaya, bir kişiye, bir ideolojiye tamamen adanamıyorsun (Newton'dan aşağısını profil resmi yapmam arkadaş!).
     
  • Başka şeylere ve -az da olsa- adalete değer veriyorsun (Şaibeli bir seçimin kazanan tarafında olsam, tam olarak nasıl davranacağımı bilmiyorum ama "koyduk mu", "kudurun" filan demeyeceğim kesin). 


O yüzden de, benim aksime travmanın ortasında kalan ve zamanını üretken biçimde geçirenlere, yani sandığını koruyan, tutanakları inceleyen, vekiline ulaşan, boykotunu yapanlara bravo. Fikren azınlıkta olduğunu bile bile, bu mücadeleleri her gün vermek zor iş.

Hukukun işlemediği toplumlarda, geçmiş nesillerin kazanımları, "sanalda" koparılan gürültüden ziyade "somutta" birbirini bulan kanlı canlı bedenlerle korunuyor... kısmen de olsa.

Efsane Olmak

Efsane Olmak

Referandum Sonrası Okunabilecek Bir Referandum Yazısı

Referandum Sonrası Okunabilecek Bir Referandum Yazısı