Exodus: Türkiye
Bir Dali tablosundan daha sürreal hale gelen Türkiye'den çıkıp biraz nefes almak üzerine...
Her gün Güzin Abla misali, yurtdışı hakkında email alıyorum:
"18 yaşındayım, imkanlarım kısıtlı, çevrem sığır dolu, derdim zenginlik filan değil ama insan gibi yaşamak, ne yapmalıyım?"
"50 yaşındayım ama 30 gösteriyorum, buradan konuşmak kasıyor, Roma'da aşk çeşmesi önünde buluşalım mı?"
"3 yaşındayım, ülkenin gidişatından memnun değilim, okuma yazmam olmadığından bunu telepatiyle yolluyorum, evlatlık edinebilir misin? (Profesör Xavier'a da yazdım ama cemaat ilişkisi şüphesiyle yurtlarını kapatmışlar)"
Birçok insan sadece gitmek istemiyor, "s.ktrolup gitmek" istiyor. Arkadaş, iş, eş seçimlerindeki tesadüfleri, şartların zorlamasını pek düşünmüyoruz. Benzer şekilde “geride kalmayı” da bir seçim olarak görmeye meyilli oluyor insan, o nedenle “kalıp savaşmak” gibi belirsiz ama romantik bir gerekçe bulunuyor. Gidenler de otomatikman korkak oluyorlar.
Tabii bu muhalifler içindeki kamplaşma. Muhazafakarların gidenlere vurduğu damgalar daha da beter: Batı hayranı, elitist, oryantalist... içi boşaltılmış etiketler.
Sanki ülke normal bir yer de, sizin burnunuz havada olduğundan beğenmiyorsunuz. Halbuki bunca engele rağmen orada bir hayat kurmaya çalışıyorsunuz. Mantıklı düşünmeye ve tartışmaya önem veren biri olarak, çoğunluk olmanız zaten sözkonusu değildi, artık manalı bir temsiliyetten de vazgeçtiniz, bari "kendi halime bıraksınlar" diyorsunuz.
Bırakmayacaklar. Şeytani olmalarına gerek yok, eşyanın tabiatı buna müsait değil. OHAL bitse de uzatılsa da, bu obez Leviathan'ı beslemek için her sene daha çok vergi alınacak. Çocukların kafaları okullarda daha da fantastik hurafelerle doldurulacak. (Sadece Leviathan'ın mürettabatı açıkgörüşlü ve eğitimli olabilir, kalanlar dünyadan ne kadar kopuklarsa o kadar iyi).
İmamların maaşını, müteahhitlerin yalılarını, cihatçıların mermilerini, göçmenlerin çocuk bezlerini, veliahtların gemiciklerini, yalakaların saç bakımını, haklarını savunduğunuz için size küfreden cahillerin yeşil kartlarını, darbe girişiminde harap olan Amerikan silahlarının yenilerini, hep siz cebinizden vereceksiniz... ve bu haraç karşılığında bile ülkeye ve topluma yabancılaşmaya devam edeceksiniz.
Lucille Clifton denen bir şair, 60'ların Black Power hareketindeki "vatan hainliğini" güzel özetlemiş:
They act like they don't love their country
No.
What it is, is they found out
their country don't love them"
(Ülkelerini sevmiyormuş gibi davranıyorlar ama aslında ülkelerinin onları sevmediklerini anladılar)
Tabii bu paralelliğin bir sınırı var. Onlar hem halk, hem devlet, hem sermaye tarafından dışlanmışlardı. Türkiye'de ise, Siyasal İslam'a 180 derece ters kafa yapısına sahip olup, ülkenin kaymağını yiyebilmek mümkün. Bu denge, belli bir azınlığa (azınlığın da azınlığına) kabul edilebilir gelecektir. Yani 60'lar öncesi bir Amerikan zencisi değil de, 2. sınıf vatandaş olan ama ticaretle zenginleşen bir Osmanlı Ermenisi gibi.
Fakat çoğunluığun sofrasında kaymak yok. "Kalıp savaşma" romantizmine kapılmak da bu nedenle kolay. İnsanlar bunu, Davut'un Golyat'a karşı savaşı olarak görüyorlar. Zayıf ama haklı olan taraf, eninde sonunda bu düelloyu kazanacak. İncil öyle demiyor muydu? (spoiler alert).
Oysa Golyat buzdağının görünen kısmı. Türkiye'nin durumu daha ziyade Don Kişot ve yeldeğirmenlerini andırıyor. İnsanları bir düelloyla değil, bir değirmen gibi ağır ağır kıyan bu yapısal sorunlara ve demografik trendlere karşı onurlu bir direniş yapmak mümkün değil.
Size kapsamlı bir "yurtdışına kapağı atma rehberi" sunamam. Çok değişken var ve iki fazla tık için yarım yamalak bir şey hazırlamak istemedim. Mevcut ruh haliyle insanlar yalan yanlış tavsiyelere atlayıp hayatlarını karartabilirler. İşi gücü bu olan profesyoneller vardır, onlar anlatırlar İsveç'in göçmenlik kurallarını, Uruguay gümrük memurlarına nasıl göz kırpacağınızı. Bense sadece geçici olarak gitmekten, biraz nefes almaktan bahsedeceğim:
Bunun elbette basit yolları var. En kötüsü atlarsınız ucuz bir uçağa ve gerek otostop+çadır formülüyle, gerekse couchsurfingle çok ucuza dolanırsınız.
Ama benim favorim gönüllülük. Workaway, HelpX, wwoof gibi organizasyonların ortak noktası part time bir iş karşılığı, kalacak yer, çoğu zaman yemek ve yerellerle kaynaşma fırsatı sunmaları. Temizlikten çiftçiliğe, öğretmenlikten aşçılığa, amelelikten tasarımcılığa kadar bir çok değişik iş var. İşin içinde para olmadığından, turist vizesi yeterli. Herhangi bir kontrat yok, dürüstlük ve referans üstüne kurulu bir sistem.
Milletin tatile gidip geceliğine 200 dolar verdiği yerlerde, oraların muhtarı gibi dolanabilirsiniz. Daha güzeli, milletin hiç gitmediği yerlerde, oraların muhtarıyla içip kafayı bulabilirsiniz. Her gün birbirinden çılgın hikayeler, birbirinden Facebookluk enstantaneler yaşamak yerine, günlük hayatın bir parçası haline geliyorsunuz. Bu şekilde aylarca, yıllarca "gezmek" (yaşamak demek daha doğru) mümkün.
Gerekenler: bu sitelere üyelik, dolu bir profil, biraz İngilizce, sefil duruma düşmeyi önleyecek kadar birikmiş para, seyahat sigortası ve değişik şartlara uyum sağlamaya isteklilik.
Benim şu anda yaptığım da bu. Bu noktaya nasıl geldim? 30 bin kadınla nasıl beraber oldum?
Yükselişte olan bir kariyerim, bana tapan bir eşim, eşime tapan bir metresim, ona tapan uşaklarım ve iki güzel kızı...
Yok, sadece iyi bir işim vardı. Daha doğrusu dışardan öyle gözüküyordu. Aslen %25'i uçaklarda email yazmak, %25'i uçaktan iner inmez kurumsal yöneticilerle yemeğe gidip öküz gibi tıkınmak, %55'i de sonraki uçağı beklerken onun bunun sistemine uzaktan bağlanıp yangın söndürmek idi (uykuya ayırdığım vakit -%5).
Yemeklere, otellere, uçuş millerine bakıp, bunu kaliteli bir hayatla karıştırmak epey kolay. Bu kısmı başka bir yazıda uzun uzun yazarım, kaliteli hayat illüzyonu başlı başına bir seriyi hakediyor.
Kendimce bir hesap yaptım. Ne kadar birikmiş param var? İşte atıyorum 15 milyon dolar (sen Türkiye'sin, büyük düşün, büyük at). Kendi masrafım az. Hatunun masrafı? O da az. Hatta negatif, bazen eve yemek getiriyor. Arkamdan tabakları da topluyor. Tam bir avcı-toplayıcı. Sonra bulaşıkları ben yıkıyorum gerçi. Avcı-toplayıcı-feminist.
Bütçemi yapıp işi bıraktım. Kariyeri de bıraktım. Hatta tüm çalışma hayatını bıraktım. Daha da bırakacak bir şey kalmayınca, yollara düştüm.
Şimdi burada bir mola alalım: "Çalışma hayatının boğucu düzeninde maaşlı köle olmayın, çıkın hayatı yaşayın" havasında milyonlarca yazı var. Çoğunluğu yeniyetme "millenial"lar tarafından yazılmış. Çocuğu olmayan insanlardan böyle basit hayat tavsiyeleri dinlemeyin (benim çocuğum yok, beni de dinlemeyin ve bu paradoksa saplanıp kalın). İnsan, ciddi bir sorumluluk sahibi olunca, risk algısı tamamen değişiyor. Herkes için geçerli tek bir "doğru karar" yok. Birinin "maaşlı kölelik" dediği, öteki için hayat güvencesi oluyor.
Yollara düşerken, aklımda "kendimi bulmak" gibi şeyler de yoktu. Bu eat, pray, love tarzı hikayeler insanların %1'inin başına geliyor. Siz %99 ihtimalle %99'un içinde olacaksınız (matematiğim kuvvetlidir).
Böyle fantastik beklentileriniz olmamalı ama bir amacınız da olsun. Tanıştığım insanların bazıları çeviri yapıyor, bazıları web tasarımı, bazıları sınavlara hazırlanıyor, bazısı programlama öğreniyor, bazısı da el altından ekstra işler bulmuş para kazanıyor. Günlük işleri bittikten sonra boş boş gezenlerse ekseriyetle gençler ve eninde sonunda Batı Avrupa'ya, Avustralya'ya dönecekler, oradaki fırsatlardan istifade edecekler. 18 yaşında bir Türk'ün böyle bir lüksü yok. Boş zamanınız var diye zamanınızı boşa harcamayın.(Bunu yazmadan önce 2 saat Europa Universalis oynadım bilgisayarda. Biraz önce beni dinlemeyin demiştim, hala okuyorsunuz).
Gençler risk alır da, ben asıl benim gibi kariyerinde belli bir noktaya geldikten sonra bu işlere kalkışacaklara sesleneyim:
Bir kere, "sabbatical" şansınız varsa (işinize ara verdikten sonra geri dönme garantisi) bunu oturup düşünmeye bile gerek yok, gidin deneyin. Geçer akçe bir mesleğiniz varsa, aynı şekilde deneyin. Dönünce bir alt pozisyondan, bir alt ünvandan o çarka girersiniz en kötüsü. Bunların dışındakilere "illa gidin, ölümü görün gidin" diyemem, özel şartlara göre değişir.
Ama genel bir yorum olarak şunu söyleyeyim: Türkiye'de çok fazla insan sosyal statü araçlarının kölesi. Zamanında ABD'den Türkiye'ye ziyarete geldiğimde, kendimi yalancı aristokratlar arasına girmiş bir köylü gibi hissediyordum. Kimse çalışmıyor, herkes şekil, her sene değişen arabalar, hayvan gibi evler, italyan mutfaklar, saçmasapan bir gece hayatı masrafı... Ondan sonra dönüp "ne güzel geziyorsun, hayat sana güzel valla" diyorlar. Ulan pezevenk, sana daha güzel aslında ama sen aptalsın.
Eskiden arkadaşlarım arasında Dünya Bankası'nda, BM'de, kongrede, meşhur üniversitelerde çalışanlar vardı. Kendi işimde de, uluslararası kurumsal şirketlerin CEO düzeyindeki çalışanlarıyla iletişimim vardı. Şimdiyse pirinç ekip, yetimlere İngilizce öğretiyorum. Aylardır sifonu olan bir tuvalete sıçmadım, statümü oradan hesap edin. Rahatı özlemek normal ama eski statünüzü ve onun sembollerini özleyecekseniz, bence bu işe uzun süreliğine girmeyin. Egonuzun biraz terbiye edilmiş olması, burnunuzun biraz sürtülmüş olması gerekiyor.
Yaş konusu sorun değil. Beraber çalıştığım gönüllüler arasında 50 yaşlarında, çoluklu çocuklu çiftler bile vardı. Ufak çocuklu genç çiftler de var, zira sırf bu tip ailelere açık evler ve işler bulunuyor (özellikle kırsal alanlarda).
Şu aralar günlük masrafım 3-4 dolar. Belli bir noktada en az 3 hafta kalıyorum, sonra trenle veya gemiyle ağır ağır bir sonraki noktaya gidiyorum. Bir sorun olunca insanlar epey yardımcı oluyorlar. Milletin iyilikseverliğine güvenip, beş parasız yola çıkmayın ama parasıyla bile çözemeyeceğiniz bazı durumlarda, hemen herkesin yardımcı olması insanı mutlu ediyor. O kadar fazla insan evini açtı ki, ve o kadar fazlası mütevazi durumda ki, biraz önce bahsettiğim o egonun kalanı da yokoluyor zaten.
Boş zamanlarda bir projeyle uğraşmaktan bahsetmiştim ama bazen boş değil de ölü zaman oluyor. Yani yollardayken, dandik bir ayak işini yaparken, vize uzatmak için hükümet dairelerinde beklerken geçen zaman... İsviçre veya Japonya'da değilseniz, illa ki beklenmedik sorunlar çıkacak, planlarınız sürekli değişecek. Benim bu tip sorunlarla başetme aracım podcast dinlemek. Bu sayede zaman kaybetmiş gibi hissetmiyorum.
Bazense zaman çok yoğun geçiyor. Normalde hayatınızda hiç olmayacak tecrübeleri ardı ardına yaşıyorsunuz. Tropik adalarda dalmak gibi şeylerden bahsetmiyorum; birinin evine gidip köşedeki adakta ölmüş atalarına dua etmek gibi şeylerden bahsediyorum. Lösemi hastası çocuklara yemek pişirmekten... Pazarda meyve sebze satarken, motor çetesinin gelip senle resimler çektirmesinden... Kendi elinle yaptığın evin içine girip arkana yaslandığın ilk andan... Cenazelerden, düğünlerden...
Yaşanabilecek milyonlarca hayattan sadece birkaçını bile, tüm zevkleri, üzüntüleri ve elbette sıradanlığıyla tecrübe edebilmek müthiş bir his.
Pratik detaylar:
- Seyahat sigortası önemli, ucuz ülkelerde bile acil servis pahalı olabiliyor. Internetten alın.
- Schengeniniz yoksa üzülmeyin, Güney Amerika veya Uzakdoğuda Türklere vize uygulayan yer az.
- Çıkmadan önce, seyahat sağlığı merkezlerinde ücretsiz aşılarınızı olun.
- Bavulunuzu yakın. Bir sırt çantası alın, üçte ikisini doldurup gidin.
- Wikitravel, Travelfish, TripAdvisor gibi siteler, Maps.me gibi offline haritalar dostunuzdur.
- Google Translate de offline olabiliyor. 3-5 yerli kelime konuşabilmek büyük sempati yaratır.
- Tek başına seyahat eden çok kadın var. Ama referanssız yerlere gitmesinler.
- Bir host ile anlaşırken tüm detayları kontrol edin. Kaç saat iş var, ulaşım nasıl, özel oda var mı, Internet var mı, sorun.
- Bol bol not alın, günlük tutun. Ben bu işler için Evernote kullanıyorum, her türlü kaynağın arşivlendiği yer orası.
- Herhangi bir sorun olursa ısrarcı ama sakin olun, agresif değil. Bir keresinde beni kazıklayan bir taksicinin kaportasını parçalamıştım (araba eskiydi, benim kuvvetimden değil), sonraki 6 saat ülkeden çıkmaya çalışırken komando gibi yerlerde süründüm saklanmak için; bunlara değmez.
Çıplak (seyahat) fotoğrafları için fularsızFOTO