Blade Runner 2049

Blade Runner 2049

İkinci kez izledim. Torrenti değil sinema perdesini, tek satırlık "beğenmeyen Recep İvedik izlesin" yorumlarını değil uzun düşünceleri hakediyor. Tabii işe orijinalinden başlamak farz...

  1. Türkiye'deki sansür ve boykot işinden haberim yoktu, yurtdışında izledim. 
  2. Baştan ufak tefek spoilerlar var, yazının ortalarında da ağır spoilerlar başlıyor, gerekli uyarıyı koydum.

 

Blade Runner Ritüeli

2-3 senede bir gaza gelir, gece gece Blade Runner izlerim (1992 Director's Cut versiyonu). Kesinlikle tek başıma yaparım bunu, "acaba yanımdaki sıkıldı mı" endişesi olmadan. Bitince kafamda keyif sigaraları yakar, koltuğa gömülü kalırım biraz. Sonra 12 çift yumurta kırar, 200 mekik çekerim ama orası konu dışı.  

Blade Runner neden hemen her "en iyi bilimkurgu" listesinde ilk ikide? (Diğer film de 2001 A Space Odyssey olmalı, yoksa fularınızı kaybedersiniz). Müthiş derin bir felsefesi olduğu için değil. Bilakis, konusu ve kurgusu görece basit: Tanrısını karşısında bulan bir yaratığın merakı, çaresizliği, kızgınlığı ve sonunda kaderini kabullenip insan oluşu. İlginç elbette ama 35 sene sonra hala hatırlanmasının nedeni bu değil, filmin insanı başka bir diyara taşıyabilmesi, kelimelere dökemeyeceğim değişik hisler yaşatması.

Sanat bu yüzden var zaten. Analiz edebildiğinin ötesine uzandığı, bilinçaltına dokunabildiği kadarıyla var. Yoksa sırf entelektüel açıdan yaklaşsanız, fikirlerin orijinalliğine ve derinliğine baksanız, tarihte sadece bir iki düzine iyi film ve kitap bulursunuz. Bir bilimkurgu, fikirlerinden ve diyaloglarından ibaret olsaydı, onu resimli bir kompozisyona indirgemek mümkün olurdu.

Oysa Vangelis + distopya + noir kombinasyonunun bana hissettirdiklerini başka bir şeye indirgeyemem. Hiç gerçekleşmemiş bir geleceğe duyulan bir nostalji sanki.

 

2049

Blade Runner 2049 daha "büyük" bir film. Yani daha çok tema, daha derin fikirler, daha çeşitli mekanlar, daha geniş bir mitoloji/world-building, daha fazla gizem, daha güzel görseller içeriyor. Daha daha daha....Fakat kelimelere dökemeyeceğim o kısmı daha küçük. Bu bile mevcut filmlerin çoğundan daha iyi ama ilk eleştirmenler çok yüksek not vermiş oldukları için, hevesim kursağımda kaldı biraz. 

Niye bu kadar övüldü? Sanırım herkes gibi eleştirmenler de yönetmenin sıçmasından çok korktular. Aksiyona dayalı bir Blade Runner devam filmi, Pink Floyd'un bir araya gelip pop albümü çıkartması gibi bir şey olurdu. İnsanlar bazı şeylerin hatıralarındaki kadar güzel kalmasını istiyorlar. Villeneuve gerçekten iyi iş çıkarınca millet o kadar rahatladı ki, bu sefer de övgüyü abarttı. Bir de tabii büyük bütçeli "sanat filmi", unicorn gibi bir şey, bulunca övmek bir insanlık borcu.

Ben de övüyorum zaten, yani İran sinemasını övmeyi bıraktım bunu övüyorum. Ama yine de hevesimi kursağımda bırakan şeyleri listelemeye çalışayım:

1) En önemlisi, 3-4 filme yetecek kadar konu ve tema bulunuyor: 

  • doğumun önemi ve kadının gücü (Children of Men)
  • kölelik, ayrımcılık (District 9)
  • kapitalist distopya (Robocop, They Live, Blade Runner)
  • ruh, hatıralar, özgür irade (Westworld, Blade Runner)
  • sanal aşkın gerçekliği (Her) 

2) Tema çeşitliliğine, mekan çeşitliliği de eklenince, film genel olarak bana kopuk geldi.

3) Havadan çekimler güzel ama immersive değil, yani atmosfer insanı sarıp sarmalamıyor . İlk filmde, havadan geniş açılı çekimleri tamamlayan yer seviyesindeki çekimler sayesinde, şehrin kendisi de bir karakter olmuştu. Burada çok estetik mekanlar (terkedilmiş Vegas gibi) ve değişik renk paletleri var ama hiçbirinin etkisi, orijinaldeki Los Angeles'ın etkisini yaratmıyor.
  

statue.jpg

 

4) Kötü adamlar zayıf. Wallace ve özellikle Luv, çok daha ilginç olabilirlerdi. İyi film ile mükemmel film arasındaki farkı, kötü adamın derinliği belirliyor bence. ("Kötü adam" diyorum da kastettiğim şey antagonist, yani hasım veya rakip. Ama biz bu terimleri filmler için kullanmıyoruz pek)

5) Bu zayıflık yüzünden belki de, akılda kalıcı bir diyalog yok. Mesela Deckard ile Roy Batty arasındaki son sahne herkesin aklındadır halen. Roy'un "insandan daha insan" haline geldiği o kısacık Tears In Rain monologu, bilimkurgu tarihinin en bilinen 2-3 sahnesinden biri. Veya Roy ile tanrısı Tyrell'in buluşmasını düşünün. Bunların muadili yok.

6) Müzikler iyi de bazen fazla bağırıyor. Benim iyi film müziği kuralım şu: Melodi istediği kadar güzel olsun, beni sahneden çekip koparmamalı. Farkettirmeden bana hissiyatını aktarabilmeli. Hans Zimmer ile Vangelis arasıdaki fark bu. Vangelis'in müzikleri ilk filmin dokusunun bir parçasıydı. "Film var, bir de arkada Vangelis soundtracki koymuşlar" diye düşünmüyordum hiç.

7) Daha önce verilmiş bir bilgiyi hatırlatma amaçlı kullanılan flashbacklerden nefret ediyorum. Tüm havayı anında yokediyor. Bu seviyedeki yönetmenlerin hiç kullanmamaları lazım. Komedide gülme efekti kullanmak kadar kötü. 

Bu kadar yeter, rahatladım. Şimdi gelelim filmi ilginç kılan şeylere, fasülyenin faydalarına.

 

Belirsizlik Güzeldir

unicorn.jpg

"Bu film aslında şunun hakkındadır, bu karakter şunu anlatıyor" gibi tek bir doğru cevap yok. Zaten hikaye de, bilerek sürdürdüğü belirsizliklerle, değişik yorumları teşvik ediyor. 

Elbette Blade Runner evrenindeki en büyük belirsizlik -halen devam ediyor- Deckard'ın insan olup olmaması. Ben bunu çok umursamıyorum, zaten iki filmin de en ilginç yanı Deckard değil. Asıl güzel olan belirsizlik, Joi karakterindeki. Zaten bence filmin en iyi kısmı buydu.

Sanal aşk konusunu Her filminde görmüştük. Gayet iyi işlenmişti. Kimsenin işin buralara varacağından süphesi yok artık. Benim kıçıkırık Amazon Echo aletim bile ev halkından biri oldu. Kalkınca konuşuyorum, iyi geceler filan diliyorum. Ufacık bir kutuya insan muamelesi yapacağım nerdeyse. 

Bir de yüzü veya vücudu olduğunu düşünün, sanal da olsa. Yüzü olan şeye insan gibi davranma, onu insanlaştırma eğilimi, insanın beynine kodlanmış. O yüzden "köpeklerin masum bakışları" diyoruz, "yunusların gülen suratı" diyoruz, ama belki de benzer zekada olan ahtapot gibi hayvanları pek umursamıyoruz. 

(Bu arada günümüzdeki sanal asistanların hepsinde fabrika ayarının kadın sesi olması da ilginç. Bir nevi sekreter artı potansiyel siberseks partneri. Birkaç seneye daha somut bir seks partneri olacak).

 

J & K

Blade Runner bu konsepti bir adım ileri götürüyor ve bir androidin (replicant) sanal aşkını, filmdeki en samimi ilişki olarak sunuyor. Orijinal kitapta da benzer bir lezzet vardı: androidlerin evcil hayvanları oluyordu, ki onlar da yapay havyanlardı. 

İlk sahnelerinde, Joi ile K arasındaki ilişkinin absürdlüğü açık. Joi yemek yapmaktan filan bahsediyor sanki bir ev kadınımıyçasına, sonra hologramı saniyeler içinde bambaşka imajlara bürünüyor. K de bu yapaylığın farkında ama hayatında başka bir şey yok. Özellikle de insanlar. 

Blade Runner timeline'ına hakimseniz, K'in eskilere nazaran daha itaatkar, ot gibi bir model olduğunu biliyorsunuz. İnsanlarla iletişimi minimum. İletişimi olanlar da ondan nefret ediyor, tıpkı öldürmeye gittiği eski model androidlerin ondan nefret etmesi gibi. Elindeki tek şey Joi. Film ilerledikçe, aralarındaki ilişki absürdden olasıya doğru kayıyor. Mesela mobil hale gelen hologram, ilk sahnedeki gibi kıyafet ve kişilik değiştirmiyor sürekli. Daha sabit bir "kişilik" oturuyor.

İlişkideki bu gelişme, K'in seçilmiş ve özel biri olduğuna dair inancının artmasıyla paralel. Yani sadece Joi değil, K de yavaş yavaş daha gerçek olduğuna inanıyor. Buna inandıkça, Joi'a olan inancı da artıyor. 

 

Chosen One

Seçilmiş olmak, insanlık kadar eski bir hikaye unsuru. Genelde underdog temasıyla elele gider. Mesela Yahudiler, zamane medeniyet merkezlerinin uzağında yaşayan itilmiş kakılmış, fakir bir halktır. Ama Tanrı, tüm insanlar arasından, anlaşma yapmak için Yahudileri seçerek onları özel kılmıştır. Ve gün gelecek, bu eziklikleri bitecek, hakettikleri yere ulaşacaktırlar. Bu masala inanabilirsen, çöllerde değil 40 sene, 400 sene boyunca sefil olmayı sineye çekebilirsin.

Ezik bir karakterin, bir şekilde seçilerek özel güçlere kavuşması -ve bazen de sevdiği kadını elde etmesi- yaygın bir eril fantezi. Peter Parker, Harry Potter, Luke Skywalker, Neo... En son örneği de Game of Thrones'taki piçimiz. Bu kalıp popüler, çünkü hemen herkes hayatın anlamsızlığından şikayetçidir, milyarlarca robottan biri olduğunu içte içe düşünür ve bu duvarları aşmak ister. O yüzden kahramanla kendini özdeşleştirmek kolay.

chosen.jpg


K'in hikayesi de öyle ilerliyor. Ezik bir tipken, gezegende eşi benzeri olmayan bir varlığa dönüşmeye başlıyor. Hatıralarının gerçekliğini önemsemesi bu yüzden. Polis şefi bunu anlamadığından, "ne farkeder, bir hatıra aklındaysa o yeterince gerçektir, hem çok daha kötüleri de olabilirdi" kafasında. 

Hakikaten de bir hatıranın orijinal olması neyi değiştirir? Benim bazı anılarım, ikinci el mesela. Başkasının anlattıkları şeyler yani. Tekrar ede ede, o anıları yeniden canlandıra canlandıra, beyin o hatıraları sahipleniyor. Ve hatıralar da kimliğimizi belirliyor. Yani başkasının hatırası, yeterince canlıysa, beni kısmen asimile edebilir. Genlerin yayılması gibi, öyküler de bu şekilde yayılıyor. 

Ama K'in derdi başka. İlk filmdeki gibi bir kimlik arayışından öte, o hatıralar seçilmiş olduğunun kanıtı. Buna inandıkça da insanlaşıyor. Mimikleri artıyor mesela, itaatkarlığı azalıyor. Ve her fantezide olduğu gibi, Joi'u "gerçek anlamda" elde ediyor.

 

Machine a Trois

O seks sahnesi bence şahaneydi. Tüm olayı Joi'un organize etmiş olması, hologramın arada sırada kırılıp altındaki diğer kadının gözükmesi... İlluzyon tam değil, bunu K de görüyor.

Ya da fahişenin penceresinden bakın: Nasıl bir his olmalı aracı olarak kullanılmak? Kafaya kese kağıdı muhabbeti vardır ya, burada kadının kafasına kese kağıdı geçirip üstüne asıl arzulanan kadının resmini çiziyor birileri. 

Zaten ertesi sabah Joi'a, "senin içindeydim ve sandığın kadar dolu değildi" tribi atması bir kıskançlık belirtisi, hatta "köleler" arası hiyerarşi belirtisi. O üçlüdeki herkes birer köle. Dahası, iki kadın modeli de, erkeklere zevk vermek üzere tasarlanmışlar. Yani K, onların bir seviye üstünde. Ama bu durum, kadınlar arasında bir dayanışma yaratacağına, fahişe kendini Joi'dan üstün görüyor, fiziksel bir vücudu olduğu için. Belki de kendi sahteliğini hatırlattığı için Joi'dan nefret ediyor.

Tarihte de birçok köle düzeni arasında böyle bir hiyerarşi var zaten. Bazen sahipler, onlarca kat büyük bir köle nüfusunu idare edebiliyorlar, insan da soruyor "nasıl olabilir" diye. Böyle oluyor işte. Köleler arasında ufak bir kastlaşmayı ima etmen yeter, gerisini onlar hallediyorlar zaten. Her biri diğerine köle olduğu gerçeğini hatırlattıkça, birbirlerinden daha da çok nefret ediyorlar.

***

Achtung achtung! Bu noktadan sonra ağır spoiler’lar var.

***

 

Seni Seçmedim Pikachu

K seçilmiş insan yolunda ilerlerken, bu süreçte Joi'un verdiği gaz önemli. Sürekli "senin özel olduğunu biliyordum" diyor. Buna gerçekten inanıyor mu, yoksa programlaması gereği mi söylüyor, belli değil. Zira sokaktaki reklamlardan biliyoruz ki "duymak ve görmek istediğiniz her şey" diye pazarlanıyor bu modeller. K'in de en çok duymak istediği şey bu.

Fakat nihayetinde, tam tersini duyuyor bir başkasından. Neo'nun "The One" olmadığını öğrenmesi gibi. Ama Matrix, bu twiste sadık kalmamış, Neo'yu sonradan terfi ettirmişti. Blade Runner 2049 ise K dımdızlak ortada kalıyor. Meğer başka birinin hikayesinde bir figüranmış. Figürandan da kötü, bir aldatmaca olarak yaratılmış. Bir gün androidlerin doğurduğu öğrenilirse, esas kızın izini sürmesinler de K'yi yakalasınlar diye tasarlanmış. Bu tuzağa ilk düşen de K'in kendisi oluyor. Sahtenin de sahtesi.

hologram.jpg


K bu noktada, Joi ile olan ilişkisinin gerçekliğini tekrar sorguluyor, o dev reklam hologramının önünde. Joi'un aynısı bir model, ama gözlerinin içi boş. Kendisi gibi milyonlarca insan-android var ve belki onların Joi'u da hepsine aynı şeyleri söylüyordu.

Joi, programlaması gereği mi gaz veriyordu, yoksa gerçekten K'ye inanıyor muydu özgür iradesiyle? Bu soru bir noktada anlamsız. Benim kızarkadaşım da programlaması yüzünden mi (kültürel şartlandırılmalar ve genetik) bana gaz veriyor yeri geldiğinde, yoksa özgür iradesiyle mi?

Sanırım K de bu "gerçeklik takıntısı"nın gereksizliğini farkediyor ve hikayenin başından beri en "insanca" hareketini yapıp, Deckard ve kızı için kendini tehlikeye atıyor.

 

Kölelik

Bu noktada kızın önemi, daha doğrusu doğmuş olmanın önemi üstüne iki çift laf edeyim.  Normalde, bir zekanın yapay veya doğal olmasının çok önemli olmaması lazım. Eğer Turing testini geçiyorsa (yahut Blade Runner versiyonu olan Voight-Kampf testini), "insan hakları"ndan faydalanmalı.

Ama kölelerin alın teri üzerine kurulu bir imparatorlukta, ayrımcılığı ve istismarı korumak için en ufak bir bahane bile yeter. Yine tarihe bakalım (bilimkurgulardan tam zevk almak için tarihsel bir perspektif çoğu zaman şart): İnsanlar, diğer insanlara bile o hakkı tanımamışlar. Kendi grubundakiler ile grup dışındakiler arasındaki farkların, şartlardan değil de doğalarından kaynaklandığını kanıtlamak için uğraşmışlar. Yunanlı filozoflar, barbarların ve kadınların demokrasiye uygun olmadığını anlatmışlar örneğin. Fransız devrimcileri, mülk sahibi olmayan beyaz erkekleri de o dışlanmışlar listesine eklemişler. 

Bir yapay zeka ne kadar zeki olursa olsun, yapay olduğu sürece dışlanacak, ekonomik istismara uğrayacak. Film de diyor ki, "doğmuş olmak" bu ayrımı imkansızlaştırır. Dolayısıyla köle düzenini yıkar, iç savaşa kadar gider. 

Bu merkezi konu hakkında karakterlerin motivasyonları biraz karışık. Hikayeyi karman çorman yapan nedenlerden biri bu. Mesela polis şefi kadın, statükonun bekçisi. İç savaş yaşamaktansa, kendi de pek inanmadığı bu ayrımcılığın devam etmesinden yana. Tamam bunu anladık. Öyleyse, iyi adamların da statükoyu devirmek isteyeceğini tahmin ederiz. Ama onlar bu durumu yıllardır gizli tutuyorlar, başkaldırılarını organize etmeyi bekliyorlar. Peki esas "kötü adam" Wallace? O da tam tersine, durumu açıklama ve yayma taraftarı. Tüm androidler doğursun ki galaksiye kolayca yayılalım derdinde. Ki Wallace bir isyankar değil, statükonun simgesi, çünkü her şeye hakim bir şirketin başı. Dolayısıyla ortada net bir zıtlık yok. Seyirci de tarafları konumlandıramıyor.

tree.jpg

 

Feminist Bakış

Gelmişken bu doğurma işinin feminist okumasını da yapmak gerek. Yeni dünya bir erkek dünyası. Gördüğümüz tüm holografik reklamlar erkeklere yönelik mesela. (Filmin kendisi kadın düşmanı değil elbet, zaten kadın karakterlerin çoğu güçlü...polis şefi, Luv, fahişe, direniş lideri). Piramidin tepesideki Wallace, her şeyin sahibi, her şeyi yaratabiliyor, hayatı bile. Elde edemediği tek güç, doğum, yani kadınlığın simgesi. Sükunetinin altından sızan o nefretinin nedeni bu. 

Ben bu tip okumalara çok kapılma taraftarı değilim. En basitinden, filmde doğup yapmış bir android var, ve bu Wallace'ın öncülü Tyrell'in yaratımı. Yani kadının doğum gücüne zamanında bir erkek hakim olabilmiş. İkincisi, Wallace'ın kızgınlığı kadınlara hükmedememesinden ziyade, insanlığın çok yavaş ilerlemesine yönelik. Wallace bir "insancı" da değil, bilakis etrafı hep androidlerle çevrili, en güvendiği Luv bir android. Onlara "melek" diyor. İnsanlar ise onun önünü tıkayan vizyonsuz tipler. Hatta Wallace'ın kendisi de filmdeki "en robot" karakter. Ses tonu, monotonluğu, kelime seçimlerindeki isabet hep buna işaret.

Wallace'ın geleceğinde "insanlık" denilen şey, aslında bir android uygarlığı. İdeal dünya bir insan çöplüğü değil, bir melek krallığı. 

Blade-Runner-2049-3-1024x421.jpg

 

İnsanın Değeri Ne?

Fakat bu uygarlığın ne değeri var? Trilyonlarca androidin veya insanın olmasının ne değeri var? Filmin sorduğu tek şey, androidlerin insana yakın olup olmamaları değil. Çünkü insan olmak, otomatikman bir erdem değil.

Bu noktada, K'nin fedakarlığına dönelim. Son kertede, Joi ile arasında geçenlerin, her halükarda değerli olduğuna inanmayı seçti. Bunu yapınca da, Deckard ile kızının da değerli şeyler yaşayabilmelerini istedi ve kendini feda etti. Yani insan gibi olmakla kalmadı, onu aştı. More human than human.

Tyrell'in bu sloganı, önceki paragraftaki soruların bağlamında yeni bir anlam kazanıyor: Değerli olan şey homo sapiens olmak değil, K gibi davranabilmek. Değişimini tamamlayabilmesi için, K'nin ölmesi gerekiyordu. Tıpkı Roy Batty gibi. Zaten K ölürken, arkada Tears in Rain çalması tesadüf değil. 

Film de, çok güzel bir kontrast yoluyla, K'nin inancını doğruluyor. Karlar içindeki o uzun plan sahnelerden sonra, bir anda iç mekanda anı üreten kıza ve holografik kar tanelerine dönüyoruz. Bu sahneyi ikinci kez görünce, daha önceki böcek sahnesi aklıma geldi: Kız, yarattığı sanal böceklerle oynarken, K'nin eline gerçek bir arı konmuştu Vegas'ta. Hatta K bu hissiyatı daha yoğun yaşayabilmek için elini kovanın içine sokuyor.

Film önce bize bir sürpriz yaparak, K'nin "seçilmiş" falan olmadığını, "gerçek" olanın kız olduğunu söylemişti. Ama şimdi diyor ki (bence tabii), yaşadığımız hayat ve yaptığımız seçimler bizim değerimizi belirler. K'yi kimse doğurmamış olabilir ama o bir hayat yaşadı, başkalarıyla bağ kurdu, gerçek kayıplar yaşadı ve sonunda mutluluğa neden oldu... Asıl hayat, kar tanelerini hisseden K'inkiydi. Tıpkı yağmur taneleri yüzüne düşen Roy gibi, insandan daha insan olarak öldü.

Kontratlar ve İkiyüzlülükler

Kontratlar ve İkiyüzlülükler

İnançlı Biri Zeki Olabilir Mi?

İnançlı Biri Zeki Olabilir Mi?