Macaristan'daki Suriyeli Mültecilerle Birkaç Gün
Kim bunlar?
Elektronik mühendisi, meslektaşız bir nevi. Aynı yaşlarda, aynı boyda, aynı tipteyiz. Aynı dili konuşup anlaşıyoruz, aynı model telefonumuzdan aynı komedyenin videolarına bakıyoruz. İkimiz de aynı gün Avusturya'ya gideceğiz, aynı şeyleri yiyip içeceğiz... ama benzerliklerimiz burada bitiyor.
Ben günlerdir yaptığım gibi bisiklete atlayıp eve dönerken, o Keleti Tren İstasyonu'nda sahiplendiği köşesine yollanıyor. Dönüş yolunda, Avusturya'ya bakkala ekmek almaya gider gibi gidebileceğimi düşünüyorum, o ise pasaportu, parası ve bileti olmasına rağmen gidememesini milyonuncu kez düşünüyor. O gün daha bilmiyoruz tabii, beklediği trene hiç binemeyeceğini ama eninde sonunda kalanın ben, gidenin o olacağını.
Bir röportaj değil
Buruşuk suratlı bir mültecinin yakın çekimleri de yok. Her gün kahvaltımı ettikten sonra, bir turistik atraksiyona gidermiş gibi bu insanların arasına karışmayı, elimdeki çikolatalar ve havlular karşılığında onların hikayelerini ve vesikalıklarını alıp, sosyal medyada satmayı ve komisyon olarak "fav" almayı istemedim. Belki egom yüzünden, yani sahile vurmuş ölü bebek resmi altına beylik yorum yapanlarla aynı kefeye konmayı istemediğimden. Belki de duyarlılık sandığım şeyin aslında meraktan ibaret olmasından.
Kendini "yerlileri" kurtarmaya gelen bir "beyaz adam" olarak görmek, yaşanılanların unutulmadan Dünya'ya aktarılması misyonunu üstlenmek epey çekici bir tavır. Ama işin açıkçası, Avrupa'nın ortasında kimsenin bu işler için sıradan aracılara ihtiyacı yok; basın her yerde ve herkesin elinde cep telefonu var. Ortamda her saniye çekilen fotoğraf sayısı, o sırada Buda kalesini aydınlatan flaşların sayısı kadar. O yüzden kişisel hikayeler ve buruşuk suratlı vesikalıklar bana kalacak, size ise derlenmiş bilgiler ve basındaki fotoğraflar.
Tren İstasyonu
Turuncular içindeki bir Hare Krishna rahibesinin peşine takılıp gittim. Rahibelik "programlarının" bir kısmı gönüllülükten oluşuyor, o yüzden her gün mültecilere erzak dağıtıyorlar, daha profesyonel gruplar erzak dağıtmışlarsa da en azından gidip hal hatır soruyorlar. Böyle insanlar da varmış.
Garda yaklaşık 2000 mülteci kalıyor. Kimisi doktor, kimisi işsiz. Bir çoğu İngilizce konuşuyor çat pat. Fazlasıyla yemek ve su var, ama yeterince tuvalet ve sessizlik yok. Ağlayan bebeler, polise karşı oturma eylemi yapanlar, beklemekten ifadesizleşmiş yüzler...Bazıları arada sırada bir hostele gidip kalıp geri dönüyorlar, yani beş parasız değiller. Sanırım bu yüzden ortam beklediğim kadar MadMaxvari değil ama yine de insanların üstündeki o uygarlık perdesi ara ara kalkar gibi oluyor, altındaki çıplak hayvan biraz hırlıyor, sonra tekrar düzen, kanun, ahlak, bürokrasi, umut, rutin, sıkıntı...
Benim konuştuğum mühendis, günlerdir buradaki şartların iyileşmemesini ve şehir dışındaki kampların yeterli olmamasını, bilinçli bir politika olarak yorumluyor. Hem yoldaki mültecilere, hem de Batı Avrupa'ya bir mesaj: "Buraya gelmeyin, gelenleri de Batı'ya alın"
Çoğu Sırbistan'dan girmiş, bazısı öncesinde Türkiye'de yaşamış. Sadece bu sene içinde Sırbistan'dan 140 bin kayıtlı göçmen girdi Macaristan'a, yani Schengen bölgesine (Schengen içinde sınır kontrolü yok). Kaçaklar da cabası. Sağcı hükümetin başındaki Viktor Orban sınıra duvar örmek istiyor bu yüzden. Batı Avrupalılar bu sağcı popülist mini-diktatöre cık cık yapmasını seviyorlar ama bir yandan da gelenlere Schengen kriterlerini uygulamasını istiyorlar.
En cömert mülteci programına sahip Almanya, bu sene 800 bin sığınma başvurusu beklediğini açıkladı (kabul edeceği başvuru rakamı değil bu). Yani bir yandan kollarını açmış bekliyor, bir yandan da Macaristan'ı masa altından tekmeliyor: "Bunları ince eleyip sık dokuyun"
Ve 10 milyon nüfuslu Macaristan, bu şartlar altında, günde 2-3 bin yeni girişin kaydı kuyduyla başedemiyor. Zaten birçok kişinin belgesi de eksik. Pakistanlı, Afgan, Iraklı, ne ararsan var, araya kaynamışlar, "pasaportu savaşta kaybettim" deyip bitiveriyorlar sınırda. Kim mülteci, kim göçmen, anlamak zor.
Pek kimse Macaristan'da kalmaya niyetli değil, çoğunluğun nihai hedefi Almanya'ya kapağı atmak ve mülteci başvurusunu orada yapmak. Zira o başvuruyu nerede yaparsan, o ülke değerlendiriyor. Normalde Dublin anlaşmasına göre, AB içinde girilen ilk ülkede bu başvuru yapılmalı ama sınır ülkeleri bunaldığı için bunu uygulamıyorlar, Almanya da bu kurala uymadan gelen mültecileri sınırdışı etmeyi bıraktı bir süredi. Kanunlar şu anda askıda.
Bir grup, turist gibi Budapeşte'yi turladıktan sonra çadırlarına döndüklerinde şehrin güzelliğinden bahsediyorlardı. Bu konuşmaların sonu hep aynı: "iş yoksa neye yarar". Kimse kamplarda boş boş beklemeyi istemiyor.
Tek kıstas ekonomik veya politik nedenler değil. Macaristan, Slovakya gibi ülkeler kültürel olarak bu Müslüman mültecilere sıcak değiller. Başbakan "bu sene binlerle uğraşıyoruz, seneye milyonlar olacak ve bunlar bizim kültürümüze uyum sağlayamayacak insanlar" diyor açık açık. İngiltere ve Fransa gibi büyük ülkelerin, milyonları bulan Müslüman nüfuslarını entegre etmede yaşadıkları sorunlar, ufak ve görece fakir Hristiyan ülkelerini iyice korkutuyor ve halkı sağcı popülistlerin kucağına itiyor.
Bu yüzden Schengen ülkelerinin yarısı, mültecileri sığınmacı olarak kabul etmelerini zorunlu kılacak minimum kotalara karşılar, bunu bir davetiye olarak görüyorlar. Orban 2 gün önce bizzat söyledi: "Türkiye güvenli bir ülke, orada kalsınlar, alamayacağımızı bile bile onları davet etmeyelim"
3. Viyana Kuşatması
Avusturya'ya gideceğim gün, o ana kadar izin alamadıkları yahut seferler iptal edildiği için gidemeyen kalabalıktan bir kaç yüz kişi, bir şekilde Sopron trenine binerek Avusturya sınırına doğru hareket etti.
Çoğu erkekti. Gerçi Türkiye'nin de hemen her yerinde sokaktaki insanların %130'u erkek, niye şaşırıyorum? Zaten bunların çoğu düne kadar Suriye'de olan taze mülteciler değiller, canlarını kurtaralı epey olmuş, aileler bir yerde kalmış, o kadar yol tepip Batıdaki "cennetten" arsa kapmaya genç erkekler gidiyor. Bir tanesiyle şakalaşıyoruz:
-"Ailenden biri gidip oralarda tutunacaksa kimin şansı daha yüksek: Güçlü ve genç bir erkek mi, acınacak yaşlı bir kadın mı, herkesin vicdanını sızlatacak bir çocuk mu?"
-"Sarışın ve beyaz tenli hangisiyse o"
Kimse trene binebildiği için kutlama yapmıyor, millet tedirgin. Nitekim yola çıktıktan yarım saat sonra polis treni durdurdu ve herkesi indirdi. Mültecileri ayırıp yakındaki bir kampa götürmek istediler. Belli ki bunu önceden planlamışlardı. Sonuçta 56 olaylarında toplama kampı gibi kullanılan bir yere götürmek üzere, tren garından insanları zorla toplamak iyi bir halkla ilişkiler hamlesi olmazdı. Oysa burası kameralardan 30 km uzakta. Kimisi bunu anlayınca kaçmaya başladı, kimi şaşkınlıktan donakaldı, kimi de kendini raylara attı.
Kamplara gitmek istememeleri anlaşılır, zira bazısı gerekli belgelerle kayıt işlemlerini yaptırmıştı ama bekletiliyordu. Hem ülkede kalmaları zor, hem kendileri gitmek isteyince de Macar polisi izin vermiyor. Arafta geçirdikleri her gün, Batı Avrupa ülkelerindeki "sıralarını" başkalarına kaptırmaları demek.
Şansına pasaportum yanımdaydı, öyle "ekmek almaya gider gibi Avusturya'ya gidiyorum" diye atıp tutuyordum ama bir kağıt parçası neleri değiştiriyor. Gruptan ayrılıp şehre dönerken otostop çekmenin manasızlığını farkettim. Kimse durmuyor. Ertesi gün gazeteden okuyacaktım, polisin ceza kesmesinden korkuyorlarmış. ABD'nin bazı eyaletlerinde, hapishanelerin yakınlarındaki yollarda işaretler vardır: "Hapishane bölgesi, otostopçu almak yasaktır"
Tren ve araba bulamayınca, ertesi gün insanların sabrı taştı ve 1000 küsur kişilik bir grup Avusturya'ya yürümeye başladı. Aralarında Sopron treninden indirilenler de, o trene hiç binemeyip geride kalmış olanlar da, sonradan öğrendiğim üzere bizim elektronik mühendisi de vardı. Sınıra kadar 200 kilometre yol. Otoyoldan yürüdükleri için ufak çaplı bir krize neden oldular ve sonunda Macar hükümeti düzinelerce otobüs göndererek bu insanları alıp sınıra götürdü, Avusturya'ya "alın siz uğraşın" dedi. AB içindeki göçmenlik ve seyahat kuralları fiilen yıkılıyor teker teker ve yeni bir düzenleme için ortak bir zemin yok.
İlk grup başarılı olunca bugün bu yollardan Avusturya'ya 5000 kişi daha geldi, ve en sonunda Macar hükümeti otobüs seferlerinin bir kereye mahsus olduğunu açıklamak zorunda kaldı. Almanya da salt bu Macaristan-Avusturya güzergahından yürüyerek gelenler arasından toplam 10 bin kişi beklediklerini, bunlara bakabilecek durumda olduklarını açıkladı.
Bu rakamlar karşısında İzlanda hükümeti önümüzdeki 2 sene boyunca kabul edeceği sığınmacı sayısını müthiş bir cömertlikle 50'ye yükseltince (her 1000 kişi başına 0.15 sığınmacı ediyor, Türkiye'de bu oran 20-25 arası, yani 100 kat daha fazla), İzlanda halkı biraz da olaylara mesafeli oluşlarının verdiği saflıkla ayağa kalktı ve evlerini sığınmacılara açacaklarını duyurdu. Tabii bu resmi bir karar değil, bir jest. Nitekim dün yapılan bir ankette çoğunluğun (%90) sığınmacı almaktan yana olduğu, ama sadece %15'lik bir kesimin 2000 sığınmacıdan fazlasını kabul edeceği, halkın %70'inin ise 500'den az sığınmacı istediği belli oldu.
Fakat bugünkü haberlere bakınca İzlanda 10 milyar dolarlık reklam vermiş kadar prim yapmış, Avusturya modern Avrupa'nın sınırı olarak gelenleri bağrına basmış, Macaristan ise Avrupa'nın kötü çocuğu (Türkiye de 2 milyona yakın mültecisiyle bu haberlerde dipnot)
Vaadedilmemiş Topraklar: Türkiye, Ürdün, Lübnan
Balkanları tamamen değiştiren 93 Harbi'nden sonra, Türkiye topraklarına bir anda yüzbinlerce mülteci akın etmiş, büyük bir kriz yaşanmıştı. Bu Osmanlı'nın kaybettiği ilk savaş değildi ama Türkçe konuşan Müslüman toplulukların Anadolu'ya dalga dalga dönüşleri, imparatorluğun ulus-devlete dönüşmesindeki önemli bir adımdı.
Oransal olarak buna denk olmasa da, Türkiye tarihinin sayılı göçlerinden birini yaşıyor. Keleti Tren istasyonunda tanıştıklarımdan bir tanesi Türkiye'de ucuza kaçak çalışırken (bir bakıma sömürülüp, bir bakıma da bir Türk'ün işini çalarken) çocuğu bile olmuş. Kazara değil, isteyerek. Belki de Türkiye'deki 2 milyonuncu Suriyeli oldu o çocuk. Ben kendi ülkemde, yasal işimde gücümdeyken kırk kere düşünürüm çocuk işini, adamdaki rahatlığa şaşakaldım. Ama aynı rahatlık, bu kalifiye adamın, kendinden belki üç gömlek aşağıdaki vasıfsız işvereninden yediği küfürlere aldırmamasını da sağlamış.
Suriye'de yaşananlar, şu anda Dünya'daki en büyük mülteci krizi. Rakamlar bir noktadan sonra insana bir şey ifade etmiyor ama gidip 2000 kişinin, 5000 kişinin halini gördükten sonra insan anlıyor milyonların ne demek olduğunu. Suriye'de öldürülen 220 bin kişinin üstüne (yarısının sivil olduğu tahmin ediliyor), evlerinden sürülmüş ve kendi ülkelerinde mülteci konumuna düşmüş kişi sayısı tam 7.6 milyon. Suriye dışında da, çoğu komşu ülkelerde olan 4 milyondan fazla mülteci kayıtlı, yani 23 milyonluk nüfusun yarısı mülteci. Rwanda soykırımından beri böyle bir göç yaşanmadı. Krizin büyüklüğü kadar, büyüme hızı da korkunç: Sadece 2013 yılı içinde mülteci sayısı 5-6 kat artmış.
Trende gözüme daha ziyade yetişkin erkeklerin çokluğu çarpmıştı, ve Türkiye'de de sıkça "bu adamlar kaçacaklarına ülkelerinde kalıp IŞİD gibilerine karşı savaşsalardı ya" yorumunu duyuyordum (sanki bu kriz IŞİD'le başlamış gibi). Halbuki gerçekte mültecilerin yarısından fazlası 18 yaş altı çocuklar. Konuştuğum bir tanesi 3 senedir okula gitmemişti, artık onun hayattan beklentisi vasıfsız bir işçi olarak çalışmaktan ibaret olacak, o da şanslıysa.
Bu milyonların çoğu kamplarda kalmıyor. Ürdün'deki 150 bin kişilik Zaatari kampı bir istisna. En fazla mülteciyi barındıran Türkiye'de, çoğunluk şehirlerde. Bunların arasında tahminen 100 binden fazla Afgan ve Iraklı da var sığınmacı olarak gelen.
Dünya'nın çoğunluğu gibi Türkiyenin de, evrensel insan hakları sözleşmesi üstüne bina edilen 1951 Birleşmiş Mlletler mülteci anlaşması altında imzası var, yani yardımla yükümlü. Bu ve benzeri yardımların (özellikle Ürdün ve Lübnan'a binen orantısız yükün) finansmanı için BM, 2015 yılı için toplam 7 milyar dolara ihtiyacı olduğunu duyurmuştu. Bunun 4.3 milyar doları Suriye dışındaki mülteciler, kalanı Suriye'dekiler için. Haziran 2015'te (yılın ortasında yani) bu 4.3 milyar dolarlık ihtiyacın sadece 1 milyar doları (%23) karşılanmıştı. Daha kötüsü, bundan önce Suriyeli mülteciler için BM'nin 6 ayrı seferde istediği toplam 6 milyar doların da sadece yarısı karşılanmıştı.
Kıyas için: BM'nin 2015'te tüm Dünya için gerekli gördüğü acil insani yardım 16.4 milyar dolar. Toplam Dünya ekonomisi? 75 trilyon dolar (2013).
Yani global acil yardım gereksiniminin 4600 katı. Bence 4600 altın sikkeden 1 tanesini "kaybetsek" de kalan ihtiyaçlarımız karşılanır.
Peki bu paraları kim ödemiyor? Mültecileri kim kabul etmiyor?
Arap yağı bol bulunca...
Dünya'daki insanı yardım ve zenginlik dengesizliğinin tek sorumlusu Körfez ülkeleri değil elbette ama özellikle Suriye konusunda herkesten fazla suçlanmayı hakediyorlar.
Tahmin ettiğiniz gibi bahsettiğim 1951 Mülteci Anlaşmasını imzalamadıkları için uluslararası bir "yükümlülükleri" yok, binlerce kilometre öteden sığınmacı alan İsveç'in, Kanada'nın, ABD'nin aksine, yahut yüzbinlerce sığınmacı alan Türkiye, Almanya'nın aksine. Ama yine yüzbinlerce sığınmacıya ev sahipliği yapan Irak, Lübnan, Ürdün de bu anlaşmaya taraf değiller, yani bu bir engel değil fiziki yardıma.
Peki Körfez ülkeleri kendilerini nasıl savunuyorlar?
Bunların içinde en düzgünü olan Kuveyt, yaklaşık 120 bin kişilik Suriyeli nüfusunun vizelerini uzattı. Yani vizeleri bitti diye savaş içindeki ülkelerine dönmek zorunda değiller. Bunun üstüne, mülteciler için para yardımı yapıyorlar. Mesela BAE, Ürdün'deki bir kampı toptan finanse ediyor, Katar ve Suudiler BM aracılığıyla Türkiye'deki kampların masraflarını kısmen karşılıyorlar.
En nihayetinde şu gerçekleri es geçmek mümkün değil:
- 6 zengin Arap körfezi ülkesinin davet ettikleri toplam sığınmacı sayısı 0.
- 6 zengin Arap körfezi ülkesinin yaptıkları yardımın toplamı, bir ABD etmiyor. Hiç biri 4500 km öteden sığınmacı alıp, üstüne para veren İngiltere'den fazla para vermiyor. Bölgenin yıldızı Dubai, havaalanı projesine 32 milyar dolar ayırırken (gariban 3. dünya ülkesi işçilerini kullanarak tabii), Dubai'yi de içeren BAE'nin toplam yardımı, olayla politik ve coğrafi olarak alakasız olan Kanada'nınkiyle eşit.
- 6 zengin Arap körfezi ülkesi aslen ne kadar zengin? Toplam askeri harcamaları 100 milyar doların üstünde. Yani sadece askeri bütçelerinin %7'siyle, BM'nin bütün Suriyeli mülteci programını finanse edebilirler. Katar'ın nominal GSMH'si adambaşı 100 bin doların üstünde, buna yakın bir ülke yok Dünya'da.
- Özellikle Katar ve Suudi Arabistan, politik olarak Suriye'de olanlardan, en az ABD, İran ve Türkiye kada sorumlu. Katar, Suriyeli isyancılara giden silahların ve paranın büyük kısmını sağlıyordu ve ABD, radikallerin kontrolünü kaçırıp desteğini kestikten sonra (ve hatta aktif olarak onlara karşı davranmaya başladıktan sonra bile) bu desteğe devam etti.
Tabii ki ABD'nin alacağı birkaç bin Suriyeli + şu ana kadar vermiş oldukları 4 küsur milyar dolar yeterli değil. Lakin kişisel refah seviyesi, toplam ekonomik büyüklük, krizdeki politik sorumluluk, mültecilere coğrafi yakınlık, siyasi irade (demokrasi vs diktatörlük), halihazırdaki göçmen doygunluğu ve kültürel-dini bağlar gibi kıstasların toplamını düşündüğümüzde, Körfez ülkelerinin mülteci krizini neredeyse tek başlarına çözmelerini beklemek gerekir. ABD, Kanada ve zengin AB ülkeleri için "yetmez ama evet" diyorsak (daha doğrusu "evet ama yetmez"), kısmen Kuveyt haricindeki Körfez ülkelerine "yetmez ulan yetmez" demek lazım.
Ama gelgelim Türkiye’deki İslamcılar için bu olanlar, sadece “Batı’nın ikiyüzlülüğü” olarak yorumlanıyor. Kendi hükümetinin bu kriz sürecindeki ikiyüzlülüğünü görmeyen, hem İran'la, hem Rusya'yla, hem de ABD ile kafa kafaya gelmemizi sağlayan inanılmaz bir dış politikayı eleştirmeyen, kriz sonrası mülteci politikasının disiplinsizliğine kızmayanlardan daha fazlasını beklemek hata sanırım.
Not: Mültecilere yardım yapmak isteyenler doğrudan BM Mülteci Yüksek Komiserliği'ne bağışta bulunabilirler. Türkiye'deki şehirlerde hayatı zorlaştıran Suriyelilere bakıp tüm mültecilerden nefret etmek kolay ama milyonlarcasının durumu rezalet ve ne AB'de yaşayabilecekler, ne de İstanbul'da.